Türk solu ‘atalarımın vatanı' diyebilir mi?
ABONE OL

“Zayıf insanlar affedemezler.

Affetmek güçlülere has bir özelliktir.”

M. GANDHI

Geçtiğimiz günlerde ABD yeni bir ırkçılık vakasıyla ve buna bağlı toplumsal olaylarla dünya gündeminin birinci sırasına yerleşti. Koronavirüsün, ülkedeki toplumsal olaylarda tsunami etkisi yaratan gücünü de belirtmeden geçmeyelim. Söz konusu olayların başlangıcında ABD’nin Minneapolis kentinde, siyahi bir Amerikalı olan George Floyd ırkçı bir polis tarafından gözaltına alınırken polisin dizini boynuna bastırması sonucunda nefessiz kaldı ve hayatını kaybetti. Bu olay gerçekleşirken etrafta ırkçı polis memuruna müdahale etmeyen başka polis memurları da vardı ancak bu polis memurlarından sadece olaydan birinci derece sorumlu olan Derek Chauvin (44) tutuklandı. Bu olayın ertesinde ABD’de sokak hareketleri başladı ve bu sokak hareketleri Batı dünyasının başka ülkelerine de sıçradı. Irkçılığı ve polisin şiddetini protestoyla başlayan hareketler çılgın bir vandalizme dönüşerek yağma ve yıkımı beraberinde getirdi. Birçok market ve iş yeri yağmalanırken yakmak suretiyle kimi binalara ve araçlara büyük zararlar verildi. Sosyolojik bir tespit: Bir görüş sokağa inince ve vandalizme başlayınca sokağa inme gerekçeleri ne kadar haklı olursa olsun o görüşe sahip grubun karşıtlarını da sokağa inmeye davet eder. Şiddet şiddeti doğurur ve nitekim ABD’de de bu böyle oldu. Polisin şiddeti daha fazla arttığı gibi protestoculara karşı dükkanlarını korumak isteyenler de silahlanıp sokağa indiler. Mesele ABD ile sınırlı kalmadı ve son günlerde gördüğümüz üzere İngiltere’de aşırı sağcıların sokağa inişiyle atılan bumerang geriye döndü. “Yeraltında bütün örgütler kardeştir” cümlesi bir kez daha doğrulandı çünkü The Cemaat’ten, Antifa ve PYD/PKK, Neo Nazi ve faşist örgütlenmelere kadar pek çok terör örgütü durumdan istifade etmek üzere harekete geçtiler.

Savaş şiddet değildir

Öncelikle şiddetle ilgili en ünlü tariflerden biriyle başlayalım. Bu tarif Robert Audi’ye aittir. Audi, “On the Meaning and Justification of Violence” (Şiddetin Anlamı ve Meşrulaştırılması Üzerine) adlı makalesinde şiddeti şöyle tarif eder: “Şiddet, bir insana veya hayvana karşı, fiziksel saldırı, etkin fiziksel aşağılama ya da aktif fiziksel kavgadır; veya insana veya hayvana karşı, etkin psikolojik aşağılama ya da keskin, onur kırıcı psikolojik saldırıdır; veya kişisel mülkiyete veya potansiyel mülkiyete oldukça etkin ya da yakıcı, kötü niyetli yok etme veya zarar verme çabasıdır.” (aktaran, May Todd,:Felsefi Bir Giriş, Ayrıntı Yayınları, 2016, s.53). Audi’nin tarifi, fiziksel şiddeti, psikolojik şiddeti ve mülkiyete karşı sergilenen şiddeti konu alır. Bunlara yapısal şiddeti, yani içinde yaşanılan toplumsal ekonomik yapının yarattığı şiddeti de ekleyebiliriz. Sıklıkla savaş ve şiddet birbirine karıştırılır. Ancak literatürde bunlar birbirinden ayrıdır. Savaş şiddet değildir. Yine bunlara ilaveten sembolik şiddeti sayabiliriz. Sembolik şiddet dille nesnelere uyguladığımız şiddettir. Hegel’i takip edecek olursak bir şeyi simgeleştirmek, sınıflandırmak, yaftalamak, isimlendirmek de şiddet içerir. Mesela toplumu “gericiler” ve “ilericiler”, “akıllılar” ve “deliler” vb. diye sınıflandırmak şiddet uygulamaktır. Her halukarda dil simgeleştirme yoluyla eşyayı basite indirgeyerek ya da onu parçalarına bölerek ona şiddet uygular. Bir başka şiddet biçimi ise sistematik şiddettir. Ekonomik ve politik sistemlerde görülebileceği gibi aşırı biçimiyle soykırım örneğinde de karşılaşılabilir. Bütün bunlardan sembolik ve psikolojik şiddet tanımlanması güç olan şiddet biçimlerindendir ve bu şiddet biçimlerini dikkate alacaksam şu anda bu yazıyı yazarken dahi “Acaba okurlarıma şiddet uyguluyor muyum?” diye düşünmek zorundayım.

Floyd olayı, yapısal bir şiddet biçimine maruz kalan (ABD kurumlarında ırkçılık kronikleşmiştir ve bir geleneği vardır, buna ayrıca sağlık sistemindeki eşitsizlikleri ve koronvirüs tedavilerinde insanların karşılaştığı ekonomik ayrımcılığı da eklemeliyiz) Amerikalıların özgürlükler bakımından, anayasal düzen bakımından muhteşem ve ileri sayılan ülkelerinde şiddete dayalı hak arayışlarının hikâyesidir diyebiliriz. Bununla birlikte bana göre masum insanların da iyi niyetlerle ve haksızlığa karşı çıkma arzularıyla iştirak ettiği bu hareket vandalizmiyle daha çok örgütsel boyutun etkili olduğu bir harekete benziyor ve bu boyutuyla çok da masum sayılamaz. Çünkü Amerika’nın geçmişindeki İnsan Hakları Hareketi bu türden bir vandalizme düşmeden taleplerini dile getirmişti. Söz gelimi, “Özgürlük Binicileri adındaki topluluk, ayrımcılık yasalarını ihlal ederek farklı ırkların bir arada bulunduğu gruplar halinde Güney’i geziyor, Alabama eyaletinin Anniston şehri gibi yerlerde fiziksel şiddete maruz kalıyorlardı. Birmingham’daki protestoculara ise Komiser BullConnor’ın emri ile polis köpeklerle saldırıyor ve tazyikli su sıkıyordu. Beyazlarla beraber eğitim almak isteyen (Mississipi Üniversitesi’nden) James Meredith gibiler öfkeyle bağıranların arasından geçmek zorunda kalıyordu… Irk ayrımı yapılan lokantalarda oturup yemek sipariş eden, ırksal açıdan bütünleşik gruplar mevcuttu. Tabii ki bu protestocular lokantalarda hizmet alamıyordu. Çoğu zaman ırk ayrımcılığına devam edenlerce üzerlerine yemek atılıyor ve fiziksel şiddete maruz kalıyorlardı.” (May, a.g.e, s.39) Bütün bunlara rağmen bu protestocular Floyd vakasında olduğu gibi vandalizme yönelmediler ve soğukkanlılıkla olayları karşıladılar. Söz konusu hareketler ABD tarihine şiddetsiz direniş örnekleri olarak geçtiler.

Estonya Şarkı Devrimi

Tarihte başka şiddetsiz direniş örnekleri de mevcuttur. Bunlardan en ünlüleri arasında, ABD İnsan Hakları Hareketi’nin yanı sıra, Gandi ve Hindistan Bağımsızlık Hareketi, Estonya “Şarkı Devrimi”, Polonya’da Solidarnosc, Filistin’de İntifada, yine ABD’de Occupy, Burma Askeri rejimine karşı direniş, Tahrir Meydanı protestoları ve Müslüman Kardeşler’in hareketi sayılabilir. Bunlar arasında bana en ilginç gelenlerden birisi Estonya “Şarkı Devrimi”dir. Şarkı söylemekle başarılan bu bağımsızlık hareketinin tarihte bir örneği daha yoktur. Estonyalılar söyledikleri şarkıyla Sovyet İşgaline karşı büyük bir direniş gösterdiler. Şarkının ismi “Atalarımın Vatanını, Vatanımı Seviyorum”du. May’in ifade ettiği üzere aslında bu şarkı bir ağıttır ve bu ağıtta “Eller hasedinden iftira eder sana/ Gönlümde halen yaşıyorsun” denmektedir. Bu ağıt aynı zamanda Estonya’nın sonradan gayri resmi ulusal marşı haline gelmiştir. Bana bu şarkının ya da ağıtın ismi oldukça ilginç geliyor çünkü bizim ülkemizde direniş, solla özdeşleşmiştir ve bir solcunun çıkıp da böyle bir şarkı söylemesi asla beklenemez. Hele ki ‘Atalarımın Vatanı, Vatanımı seviyorum’ diye Türkçe bir şarkı. Sol için böyle bir marş milliyetçilik ve faşizm anlamına gelir. Bunun yerine Çav Bella (orijinal adı Bella Cao: Elveda Güzelim) adlı İtalyan halk şarkısı Türk solunun adeta milli marşı olmuştur. Her fırsatta bol bol onu söylerler. 1988’de vatanım şarkısını söylemeye başlayarak direnişe geçen Estonyalılar, 1991 Ağustos’unda istediklerini elde ettiler ve özgür oldular. Şiddet kullanabilirlerdi fakat şiddet kullanmadan Sovyet güçlerine direndiler. Estonyalıların direnişlerinde gelenekleri ve kültürleri belirleyici olmuştur. Bizdeki gibi ithal ikame Marksist Leninist fikirlerle değil, kendi tarihleriyle, kültür ve gelenekleriyle işgale karşı çıkmışlardır.

Bir diğer şiddetsiz hareket Occupy hareketidir. İnsanlar toplanma özgürlüklerini barışçıl bir şekilde kullanmak suretiyle direnişe geçtiler. Bu hareketin en önemli özelliğini May, “hiçbir şey talep etmemesi” olarak tespit etmektedir. May’a göre, bu hareket herkese hitap edebilecek bir sloganı olduğundan ve belirli bir talebi bulunmadığından her kesimden Amerikalının kendisini hareketle özdeşleştirmesine imkân sağlıyordu. (May, s.32)Ülkemizde bu hareketi Gezi Parkı protestosu ile özdeşleştiren, ya da ilişkilendirenler oldu fakat bu doğru bir tespit değil. Gezi Parkı hareketi şiddetsiz bir direniş olmaktan çok vandalizme dönüşen bir protesto hareketiydi ve hareketin sözcüleri mevcut hükümete şiddet yoluyla ve cebren taleplerini kabul ettirmeye çalışmıştı. Sadece fiziksel ve mülkiyete karşı şiddet değil, Gezi’nin dili ve sloganlarıyla ortaya çıkan sembolik şiddet çok daha fazla can acıtıcıydı. Şahsen Gezi denilince duvarlara yazılan küfürleri ve Cumhurbaşkanımızın annesine ve hanımına yönelik hakaretleri maalesef hatırlamak zorunda kalıyorum. Üstelik feminist grupların da içinde olduğu bir kitleden gelen bu hadsizliği kim şiddetsiz direniş olarak adlandırabilir?

Kimileri şiddetsiz direnişi pasif ve etkisiz olarak değerlendirebilir. Ancak şiddetsiz direniş hareketsizlik anlamına gelmemektedir. O yalnızca fiziksel şiddeti reddetmektedir. Ancak bazı şiddetsiz direniş örnekleri kimi zaman psikolojik şiddeti içerebilir. Rakibine alaylı ve aşağılayıcı yaklaşım, sloganlarla ortaya konan dilsel yahut sembolik şiddet gibi. Günümüzde şiddetsiz direniş teorisyenleri bu açmazları aşmaya yönelik çalışmalar yapmakta, teoriler üretmektedir. May’a göre, ötekine karşı şiddet kullanmayı reddetmek ötekinin saygı duyulacak bir yanı olduğunu kabul etmek demektir.

15 Temmuz direnişi

Türkiye’de şiddetsiz direniş örneği verilecekse eğer buna en uygun örnek, 15 Temmuz 2016 başarısız darbe girişimine karşı halkın gösterdiği şiddetsiz direniştir. Daha çok toplumun muhafazakar ve milliyetçi kesimlerinin ağırlıkta olduğu ancak başka kesimlerden insanların da katıldığı bu direniş kesinlikle başarılı oldu. Orantısız bir şiddete karşı direnenlerin ‘sertliği’ ve dik duruşu karşısında darbeciler daha fazla etkili olamadılar. Ülkemizde solun Gezi Parkı’ndaki ağaçlara gösterdiği hassasiyeti orduya ait silahlarla öldürülen sivil insanlara gösterememesi maalesef dünyadaki şiddetsiz direniş biçimlerine hala ne kadar uzak olduklarını göstermektedir. Bunun en önemli nedenini May’in şu tespitinde görebiliriz: “Marksistler için devrim mücadelesi, devrimden sonraki birlikte yaşama sürecinden tamamiyle ayrıdır. Onlara göre mücadele hiyerarşik biçimde, disiplinli devrimci liderler tarafından verilen askeri nitelikte emirler vasıtasıyla, yukarıdan aşağıya doğru yürütülmelidir. Devlet ele geçirildikten sonra insanlar hayatlarını hiyerarşik olmayan bir toplumsal düzene adapte etmelidir. Aralarında 19. yüzyıl devrimci düşünürlerinden Bakunin’in de bulunduğu birçok anarşist, devrimcilerin iktidara geldikten sonra ellerindeki güçten vazgeçecekleri düşüncesini safça buluyorlardı. 20. yüzyılın devrimleri bu eleştirinin doğruluğunu ispatlamıştır.” (May, s.33-34)

Ülkemizdeki sol hareket May’in eleştirilerinden bağımsız değildir. Yeterince kana doyduk. Eğer Tükiye’de sol teorisyenler durdukları yerden bir adım ileriye adım atmak istiyorlarsa dünyadaki şiddetsiz direniş biçimleriyle ilgilenmeliler ve kalemlerini bu direniş biçimlerini geliştirmek için daha fazla oynatmalılar. Ya da Gandhi gibi Tuz Yürüyüşü’nü deneyebilirler tabii onun gibi Anglo Sakson hegemonyasına karşı koyacak dirençleri varsa. Yoksa gelecek kuşaklar tarafından tarih boyunca vandalizmle anılacaklar.

[email protected]