Türkiye için 'fütürizm' vakti
ABONE OL

Yüzyıl öncesinin Avrupalı yaşantısını “fütürist” fikirlerle sarsan Batılı yazar, şair ve sanatçılar, gelmekte olan dünyayı politikacılardan çok önce sezmişlerdi. Gerçekleşen teknolojik hamleler, dünyayı değiştirmek üzereydi… Vladimir Mayakovski, Pantolonlu Bulut’ta bu değişimlere hazır olmayan insanları sarsmaktan şöyle söz ediyordu, sonrasında söz açacağı naif kimliğinden eser olmaksızın:

“Pelteleşmiş beyninizde

kirden parlayan bir kanepede yan gelip yatan semiz bir uşak gibi

hayal kuran düşüncenizi,

kanlı bir yürek parçasıyla tedirgin edeceğim, (…)”

Makinenin egemen olacağı bir dünya idi bu. Onu yüceltmek, yaşanan zamanı yüceltmekti. Böylece sanatçı, geçmişin isinden pasından sıyrılmış olacaktı. Olmasına olacaktı ama bunun etkileyici şiirleri yazılmış olsa da dünya, Tanrı’yı çoktan kovmuş Batı’nın, makine gücüne kavuşan hızında nereye varacaktı? Henüz bu konuya gelinmemişti. Otomobillerin hızı aklı dumura uğratmıştı. Bu yüzden de şöyle diyordu Mayakovski’yi üstadı belleyen Nâzım Hikmet:

“Güzel günler göreceğiz çocuklar

Güneşli günler göreceğiz.

Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar

Işıklı maviliklere süreceğiz…

Açtık mıydı hele bir son vitesi,

adedi devir, motorun sesi.

Uuuuuuuy! Çocuklar kim bilir

ne harikûlâdedir

160 kilometre giderken öpüşmesi.”

‘Sıfır bilinç’

Nâzım’ın içeriği netameli makine övgüsü de sosyalizm tutkusu gibi boş çıktı. İnsanlık, motorları maviliklere sürmenin mavilikleri karartacağını yüzyıl sonra kabul edebildi. İçten yanmalı motorlarda kullanılan fosil yakıtların kara dumanlarına savaş açmak, Avrupa Birliği’nin alamet-i farikalarından bugün. Oysa yüzyıl öncenin fütüristleri için makine bir puttu adeta. Geçen yüzyılda Batı’nın makineleşmesi, emperyalizme küresel bir nitelik verdi. Batı’daki fütürist hareketlerden sonra dünya iki büyük paylaşım savaşı gördü. Bunları onlarca küçük savaş izledi. Hepsinin de arkasında Tanrı’yı kovup makineye tapan nihilist aklın dünya hegemonyası fikri vardı. Bu nedenle yirminci yüzyılı, Kısa Yirminci Yüzyıl’ında: “Yüzyılın sonunda çoğu genç erkek ve kadın, içinde yaşadıkları zamanın geçmişiyle her türlü organik ilişkiden yoksun bir tür sürekli şimdiki zaman içinde yaşıyor.” diyerek değerlendiren Marksist tarihçi Eric Hobsbawm’a amiyane tabirle “günaydın” demek yerindedir. Yerinden öyle kalkan adamın ne yapacağını kestirmek marifetinden yoksun onlarca yazar, şair, akademisyen, Batı’nın günahından payını almıştır. Bugün de almaktadır. Zira insanlığın geçmiş ve gelecek zaman tahayyüllerinden kopuk olarak bir sürekli şimdide “sıfır bilinç” taşıyarak yaşaması, insanlığa Batı kültürünün sunabildiği armağandır. Bir yanıyla geçmişe öbürüyle geleceğe bakan Janus gibi olmayı bizim gibi ülkelerin aydınlarına “ikiyüzlülük” olarak öğreten ama kendisi geçmiş ile geleceği yaşanan zamanda gerçekleştiren Batı’nın sömürgeci bakışının kendi insanı için bile ne denli vahşi olabildiği tarihe bakıp düşünülünce yaşadığımız günlerde şaşırtıcı bir durum yoktur.

Peki Batı’nın silah sanayisine gelip dayanan makina tutkusu dünyayı ne için bu hale getirmiştir? Nasıl olmuştur da sanatçıların pek çoğu olacakları sezememiştir? Bu sorulara cevap arayacağız ama biri de bize şunu sormalıdır: Bugün aynı fütürist duyarlık Türkiye’de yok mudur? Fark nerededir? Türkiye, silah sanayinde ciddi adımlar atmakta ve bu adımlar, pek çok eli kalem tutan tarafından takdir edilmekte değil midir? Prototipi üretilen TOGG için duyulan bunca sevinç, İtalyan fütüristlerin yüzyıl önce kendi motor markalarından duyduğu sevinçten farklı mıdır? Gerçeklikte birer karşılığı olan ciddiye alınması gereken sorulardır bunlar. Evet, bugün Türkiye’de “fütürist bir heyecan” var. Bilhassa yurtdışındaki Türkler, anavatandakilerden daha heyecanlı. Türkiye’nin “hedefleri meçhul” bir ülke olmasını isteyen bağnaz laik Batıcılar, nefislerinin Müslüman’ı olmayı İslam ile gizleyen sözde İslamcılar ve ayrılıkçı alıklar hariç herkes, ülkesinin otomobilini selamlamaktan mutluluk duyuyor. Bu mutluluğun yüzyıl sonra gelen bir gecikme olduğunu söyleyip de için için bir haz alan sinsi cahilleri de bu saydığımız güruha ekleyelim.

Japonluk idesi

Gerçekte olan ise şu: Türkiye, maviliklere sürüldüğünde onun rengini bozmayacak bir otomobil üretmek istiyor. Benzinli ya da mazotlu bir otomobil üretmiyor. Onların günahını paylaşmamış olmamıza bugün sevinsek yeridir. Eğer içimizdeki “bağnaz laik Batıcılar”, “nefsinin Müslümanı sözde İslamcılar”, “ayrılıkçı alıklar” ve “cahil sinsiler” insanımızda oluşan bu “fütürist heyecan”ı baltalamayı başaramazsa Türkiye, Nietzsche’nin nihilist Batı insanında gördüğü “güç istenci”ni “kuvvet iradesi” haline dönüştürebilme sorumluluğuyla yüz yüzedir bugün. Tarihî bir sorumluluktur bu. Yüz elli yıldır teknoloji alanında kat ettiği her yeniliğini dünya sömürüsü için sarf eden Batı, ilk kez karşısında gücü insanlığın mahvına değil onun için organize olmuş emperyalistlere karşı kullanan bir ülke ile karşı karşıyadır. Vaktiyle bu umut Japonya için doğmuştu lakin maalesef böyle olmadı. Yukio Mişima’yı seppuku yapmaya götüren şey tam da budur. Japonya, Batı’nın hegemonyasına karşı “Japonluk idesi”ni terk etmiş ve çekik gözlerinden başka Japon olan hiçbir şeyi kalmamıştır. Türkiye de onlarca yıldır “Türk devlet idesi”nden ayrı düşürülmüştür. Lakin bugün silah sanayisini savunma sanayi üzerine oturtarak caydırıcı bir güç olmak yolunda ciddi bir mesafe almıştır. Gerçek şu ki Türkiye’de pek çok insan burada açmaya çalıştığımız geri plandan habersiz olarak silah sanayimiz ve elektrikli otomobil üretimimize sevinmektedir. Ancak bunun böyle olmasında bir mahsur yoktur. Esasen insanların ekseriyetinin bunları idrak etmesi mümkün değildir. Mühim olan ekseriyetin heyecan duyuyor olabilmesi ve daha da önemlisi onların heyecanının canlı tutularak onlar için çok da aşikâr olmayan hedeflere bir ülkenin yol alabilmesidir.

“Hedefleri meçhul” bir ülkenin insanlarının gündelik hayatı boş koşuşmalarla geçer. Hedefleri olan bir ülkede ise insanların gündelik hayatı bir ideale bağlı cereyan eder, onlar bunun farkında olmasalar da. Türkiye hedefleri milleti tarafından benimsenmiş bir yurt olma özelliğini bütünüyle hiçbir zaman kaybetmedi. Devletin bürokratları bu niteliğe sahip olmadığı vakitlerde halk, onların yerine bu hususu canlı tuttu. Bürokratlar gibi mızmız, mıymıntı olmadı. Aşkını, derdini, cehdini, emelini diri kıldı. Bırakın bürokratları, sanatçıların bile önünde oldu. Lakin bugün büyük saldırı işte bu halka yapılıyor. Küresel sömürgeci kapitalizm, bizim gibi gücünü halkından alan milletleri, halka birer afyon gibi olan eğlenceler, fikirler, filmler vererek pasifize ediyor. Türkiye’de sanatçıların, akademisyenlerin, şair ve yazarların omuzlarına yük düşen yer de burasıdır. Halkın pasifize olmasına müsaade etmeyip onlara ideali hatırlatmalıdırlar. Türkiye’nin fütürist heyecanına iştirak edip yön vermek, Batılı fütüristlerin yüzyıl önce yaptığı ile asla aynı değildir. Hatta birbirine bütünüyle muarızdır. Türklerin teknolojiye hâkim olacak iradesi bir “güç istenci” değil bir “kuvvet iradesi” olacaktır. Öncelikle kendini savunacak, bu eylemi dünyaya adalet için sarf edecektir. Tarihin bizatihi kendisi buna şahitlik eder.

Dünyanın Türk sorunu

Türklerin fütürist heyecanı, dünyada Türklerin olmamasının doğurduğu “dünyanın Türk sorunu”nu gündeme getirmektedir. Dünyadaki zulmün birinci nedeni de böyle bir sorunun ortadan kaldırılmış olmasıdır. Dünyada bir Türk sorunu olmuş olsa ne ABD ne AB ne küresel kapitalizmin oyuncağı Çin ne de sosyalizm uğruna milyonlarca insanın ölümüne neden olan Rusya, bu kadar vahşi olabilecekti. ABD, AB, Rusya ve Çin’in son yüzyılda kaç milyon insanın ölümünün müsebbibi olduklarını hesap etmek hayli zaman alır. Her fırsatta söylediğim gibi dünyamızda bir ABD, AB, Rusya ve Çin sorunu vardır ama bir Türk sorunu yoktur. Onun yokluğu ile dünyanın dengesi altüst olmuştur. Onun var olmasının gereğinden bahsetmek ise, Türkiye içinden başlayarak faşistlik olarak addedilmiştir. Oysa dünyanın bir Türk sorununun var olması, dünya için hayatîdir. Rüdiger Safranski, Almanya’ya kimliğini veren romantik hareketin incelediği eserinde söz açtığımız meselenin entelektüellerin “mürekkep saçan bir devir” yaratarak gerçekleştirdiklerini oldukça çarpıcı bir dille anlatır. Türkiye’de entelektüeller “mürekkep saçmayı” artık doğru anlamalıdırlar. Ne yazık ki “mürekkep saçmak”, çoğu kere kültür sanayine entegre olmak şeklinde algılandı. Bu yüzden de bir entelijansiyamız oluşamadı. İnsanımızdaki heyecanı çarçur etmeye kimsenin hakkının olmadığı söylemek durumundayız.

Safranski’nin, Almanların romantizm süreci için yaptığı şu tespit, bugün tebarüz edecek kadar doğmuş olan Türk sorunu için doğru bir ifade sayılabilir: “Politik güçsüzlük ve şiirsel cesaret”. Türkiye, bugün kimilerine politik bir güçsüzlük içinde imiş gibi geliyor ve onun cesareti de boş bir cesaretten ibaret görülüyor. Olan bunun tam aksinedir. Türkiye ihtiyacı olan şiirsel cesareti yıllar sonra şimdi yine gösterebiliyor. 1974 Kıbrıs Barış Harekatı’nda da göstermişti. Rahmetli Erbakan’ın ömrü bu cesaretle sürüp gitti. Türkiye’de “milliyetçi” söylem de bu cesaretle tabarüz etti. Lakin hep eksik olan bir şey vardı: İrade. Şimdi bu iradenin heyecanı tebarüz etme aşamasını geçip “tebüllür” ediyor. Otomobil ya da diğer teknolojik hamleler, dileyelim ki bunun küçük birer parçaları olsun. Sanatçılar, şairler, yazarlar, akademisyenler bunu görebilsin. Ve unutmasınlar ki Mayakovski’yi intihara sürükleyen, Nâzım’ı gurbet elde koyan fütürizm gibi değildir bu. Türklerin fütürizmi öldürmez, yaşatır...

@CelaliFedai