Türkiye neşvesi dünya hazzına karşı
ABONE OL

Türkiye'de bazı insanlara Türkiye'nin anlamını benimsetmeniz mümkün olamıyor maalesef. Anlamak, kavramak istemiyorlar. Hâl böyle olmayınca benimsemeleri de mümkün olmuyor. Böyleleri, son iki yüz yıllık tarihimizin ürettiği Batı, Rus, İran ve hatta Çin hayranlığının birer mümessilleri olarak Türkiye'nin yüzlerce yıldır meydana getirdiği anlamı mutasyona uğratmak mı istiyor? Mesele karmaşık... Haberli olduğum kadarıyla dünyanın hiçbir ülkesinde böyle bir durum yok. Ne Fransa, Almanya, İtalya gibi Avrupa'nın merkezini oluşturan ülkelerde ne kıta Avrupası'na bir şekilde "mesafe"li olan Birleşik Krallık'ta ne de Rusya'da böyle bir durum var. Söz gelimi Rusya'da, 19. yüzyıl boyunca ve yirminci yüzyılın ilk yirmi yılında görülen Çarlık dönemi Rus Batıcıları da bizim yukarıda andığım, kendinden olmayan her şeye meftun olanlar gibi değildi. Hâsılı bize özgü, iki yüz yıl önce aydınlar arasında başlayan ama şimdilerde üniversite okumuşlardan tabana yayılan, semptomlarının gücünü bir politikaya dönüştürmeyi başarmış patolojik bir vakadan söz ediyorum. Türkiye'de bugün, "dünya hazzı" olarak adlandırdığım bu hedonist anlayış, "Türkiye neşvesi" diyebileceğimiz anlayışa karşı tüm unsurlarını birleştirerek irrasyonel bir mücadele yürütüyor. "İrrasyonel", diyorum çünkü üstün gelseler ve onların dediği olsa bile sonunda gerçekleşen onların sandığı olmayacak. Türkiye, anlamını kaybederse onlar da aslında hazlarını kaybedecek. Kölenin hazzı, efendisinin aşağıladığı kadardır.

Nasıl bir politik akıl

"Türkiye neşvesi", diyenler ile "dünya hazzı"nı isteyenler karşıt görüşteler, dedik. Bu iki karşıt düşüncenin ortak yanı kanımca yaşanan dünya konusunda cahil olmaları. Yaşadığımız dünya ne berikilerin ne ötekilerin dediği gibi "irrasyonel" ve "apolitik" değil. Yaşadığımız dünya, aksine alabildiğine politik bir akılla kurgulanmış. Yani Türkiye neşvesine sahip olanların sandığı gibi samimi, halis niyetlerle dolu bir "neşve"ye sahip olmak, Türkiye'yi yaşadığımız dünyada olması gereken yere taşıyamayacak. Türkiye'nin kaderine ait ne varsa reddedip mutlu yaşamak isteyen dünya hazcıları da yanılıyor. Böyle bir bakışla Türkiye'yi tarihin içinden akıp gelen sorumluluklarından uzak, yönsüz, yörüngesiz bir ülke olarak düşlemek de kendilerine özledikleri haz hayatını getirmeyecek. İki irrasyonel bakış içinde kendimi "Türkiye neşvesi"ne yakın bulduğum için en çok onlardan başlayarak durmadan eleştiri oklarını fırlatıp duruyorum yıllardır. İsabet ettirebildiğim söylenemese de dilimde konuşturan ıslaklık kaldığı sürece yazmak zarureti var. Boyun eğdikçe sevdiğim bir hâl bu. O sevinçle soralım: "Türkiye neşvesi" ve "dünya hazzı" diyenlerin ortaklaşa anlamadıkları yaşadığımız dünya nasıl bir politik aklın mahsulü?

Hepimize yer var!

1995'e gidelim... Laik de görünseler politik idealleri Yahudilikle birleştirilmiş Hıristiyan dünyası için Hz. İsa'nın doğumun 2000. yılı, yani milenyum yaklaşıyor. Acaba onları nasıl bir gelecek bekliyor? Mühim bir soru bu. Hatırlayalım... O yıllarda Türkiye'de PKK'ya karşı amansız bir savaş veriliyor. Her gün şehit haberleri gelmekte. Türkiye'de askerî vesayet her şeye hâkim. İnsanlar, milenyum sonrası kavuşacakları ve şimdilerde artık olmadığını düşündükleri için sızlandıkları, "Battık, bittik, geleceği gitti çocuklarımızın", diye sızlandıkları konforu akıllarından geçirecek durumda değiller. O yıllarda yeni evli biri bu satırların yazarı. Kayseri'den İzmir'e on sekiz saate canı burnunda yolculuğu göze alamadığı için rahmetli babacığı emekli bir taksi şoförü bir dostundan taze çifti otomobilleriyle götürmesini rica ediyor. Karayolları kâbus. Havayolu var ama zenginler için. Bizim gibileri cenazelerine yetişmek durumunda kalırlarsa ancak binebiliyor. Hastaneler, okullar, vergi daireleri devlet bürokrasisinin keyfine teslim. Ekonomik darlık hat safhada. Lakin son derece canlı bir fikir hayatı var. Hazzın insanları midesiyle, dışarıdan nasıl göründüğüyle imtihan edip alıklaştırdığı günümüzün günleri henüz gelmemiş. İnsanlar tefekkür ve tahayyül dünyaları içinde mütevazı yaşayıp ruhlarına yaklaşma imkânı bulabiliyor. Düşünmek, ruhunu duymak, hazla keyif sürmekle yan yana düşünülmüyor. "Türkiye neşvesi", "dünya hazzı"na batacak olanların ebeveynleri için de duyumsanabilir uzaklıkta. Öte yandan "Türkiye neşvesi" duyanlar, "dünya hazzı"na batmış görünseler bile hiç kimseyi "öteki"si olarak görmüyor. Türkiye, ABD gibi dünyanın her yanını sömürebilecek bir transatlantik olarak tasavvur edilmediği için "Hepimiz aynı gemideyiz!" ya da "Sizinle aynı gemide değiliz!" gibi boş lakırdılar edilmiyor. "Türkiye, bir yeryüzü cenneti. Hepimize yer var!" diye düşünülüyor.

İşte 1995'te, bizim böyle darlık içinde bu gibi düşüncelerle birbirimizle hemhâl olduğumuz, varlık buldukça ayrışmadığımız yıllarda, ABD'de, New Perspectives Quarterly (NPQ)'ye bir mektup yazan Bill Moyers, yayıncılığına hayran olduğu bu basın organının basılı olarak yayımladıklarını ekranda da yayınlayabiliyor olmaktan duyduğu mutluluğu dile getiriyor. Lakin öyle görünüyor ki NPQ'daki gibi kaliteli bir gazetecilik, son günlerini yaşıyor olabilir ABD'de. Bir zamanlar, insanları kentin meydanına çekerek toplumda bir iletişim kültürü sağlayan gazetecilik ona göre yok olmakta. Fakat bu, böyle olmasın, diye çabalar sürdürmek gerek. Moyers'in bir ABD'li gazeteci olarak "ABD neşvesi"nin anlamını ifade eden şu cümlelerini biz bugün ne gazetecilerimiz ne yazarlarımız ne de akademisyenlerimizden okuyamıyoruz maalesef. İbret nazarıyla okuyalım bu yüzden: "Sistemimizin karşısındaki yerleşik sorunları çözemediği artık tartışma götürmez bir gerçek. Bunun bir nedeni kamu söylemimizin çamur güreşi ile eş anlamlı bir duruma gelmiş olması. Antropolog Marvin Harris'e göre, günümüzde Amerika'da görmekte olduğumuz "mantığa ve nesnelliği saldırı hızla bir Haçlı Seferi haline gelmekte". Haris diyor ki: "Kadın ya da erkek, beyaz ya da siyah, heteroseksüel ya da homoseksüel, Yahudi ya da dindar Hristiyan, her aklı başında insanın doğruluğunu hemen tanıyacağı bir sosyal hayat analizi yapmanın mümkün olduğu ilkesine yeniden sahip çıkmak, Amerika için çok hayati bir ihtiyaçtır." Böyle bir sosyal hayat anlayışı olmadığı zaman, "ayrı ayrı gerçeklerimiz adına Amerika Birleşik Devletleri'ni parçalamamız işten bile değil." Bir arada ele alındığında bu varsayımlar ve gelişmeler sosyal ve siyasal bir felç hareketinin ön işareti gibidir." Moyers, bu düşüncelerle dikkate değer bir çalışmaya imza atıyor. Milenyum öncesi, gelmekte olan dünyanın nasıl bir dünya olacağına ilişkin önde gelen bilim adamları, yazarlar, sanatçılar, düşünürlerin görüşlerinin sorulmasına vesile oluyor ki ABD "çamur güreşi" içinde kalmasın.

İşte dilimize yayımlandıktan bir yıl sonra çevrilen Yüzyılın Sonu, Büyük Düşünürler Çağımızı Yorumluyor (1) adını alan söyleşi dizisi böyle oluşuyor. Yaşanan zamanın şekillendirmek üzere olduğu dünyaya dair dikkate değer sorular soruluyor. Kimlere mi? Soljenitsin, Ivan Illich, S. Huntigton, Akbar S. Ahmad, Isaiah Berlin, C. Fuentes, V. S. Naipul, Alvin ve Heidi Tofler, O. Paz, S. Kato, Oliver Stone, F. Mitterrand, bu isimlerden bazıları. Kitabın ilk baskısını yapan Koç Unisys Yayınları, Türkiye'den üç ismi, Çetin Altan, Prof. Talat Sait Halman ve Şerif Mardin'i de ekleyip kendi sorularını sormuş. İş Bankası Yayınları'nın yaptığı üçüncü baskıda Türk yazarlar çıkarılmış. Oysa Şerif Mardin'in "2000'e Doğru Kültür ve Din" ile Talat Sait Halman'ın "Sanal Gelecek" yazıları mühim öngörüler, yorumlar taşıyor. Yabancı isimler gelmekte olan dünyayı nasıl yorumluyorlarsa rahmetli Mardin de Halman da kendince yorumlama gayreti gösteriyorlar. Kitaptaki manzara, Moyers'in "çamur güreşi"nden çıkmasını istediği "ABD neşvesi" için elzem olan hususları hakkıyla içeriyor. ABD'nin yaşadığı "sosyal ve siyasal felç felaketi"ni Trump – Biden çatışmasında yakından gören bizler için Moyers'in yirmi beş yıl önceki gayreti takdire değer. Nasıl olmasın ki... Moyers, o günlerde dünyayı anlamak isteyen insanlar görüyor. Bu insanların popülizme kapılmadan, yani topluma yaltaklanmadan, onları uyarabilecek, sorumluluklarını üstlenebilme ilhamı verecek, çirkin gerçekleri örtmeyecek ama güzel gerçekleri de konuşabilecek, insanları kusurlarından ötürü çöpe atmayan bir basına ihtiyaç olduğunu düşünüyor. Bugün Türkiye'de ihtiyacımız olan şey. Bu sorumlulukları üstlenmeyen bir basının bugün sadece Türkiye'de değil dünyada da ne hâlde olduğunu görüyoruz. Basın, insanları bir bataklığa çekiyor.

Çamur güreşi

Bugün Türkiye'de de maalesef içine atıldığımız "çamur güreşi"nden çıkamıyoruz. Türkiye'nin yaşadığı ekonomik sıkıntılar malum. Hayat pahalı. Tüm dünyayı vuran pandemi Türkiye'yi başka türlü vurdu. Ama pandemiden önce Türkiye, milenyum sonrası küresel kapitalizmin politik hedeflerine itiraz edebildiği için ekonomik saldırıların zaten hedefindeydi. Bugünkü ekonomik sıkıntıları gündeme bilhassa getirenler çok değil on yıl önce yaşadıkları refahı hatırlayarak bunu yapıyor. Bir sosyal medya platformunda rastladığım diyaloglar şöyle: "5 sene 1+1 de tek yaşadım, gezmeme de gidiyordum gayet. Aileden destek falan da yok, kendi maaşimla. Şimdi bakıyorum maaşlara ve kiralara, imkansız resmen. Hepimize üzülüyorum ama biz (30 plus) yine iyi yaşamışız. 20'lerin başındakilere ayrı üzülüyorum ben ya." Cevaplar şu minval üzere: "Ya biz her hsonu roxylere, urban buglara gider, 48 saat partiler; pzt gunu dersten kalan aralarda 20 film izleyip 17 sergi gezerdik ve bu ne lükse girerdi ne de bütçemizi sarsardi. Su an öğrenci olmayi hayal dahi edemiyorum. Az çok doymak dışında her şeyin fazla kaldığı bir duzen." Bir başka isim şöyle eklemiş kendi tecrübesini: "Eskişehirde her pazar 222 Live da piiz dinler, hafta içi bir gece Latin gecesi yapar araya da bazen glow ve up&down gibi mekanları sıkıştırırdım. 10-20 TL ye bir içecek dahil Duman Hayko konserlerini saymıyorum bile. Şimdi evde şarap yapar olduk." İmlâsını koruyarak aldığım bu diyalog böylece uzayıp gidiyor. 1990'lı yılların öğrencilerinin yüzde doksan beşinin hayalini kuramayacağı dahası belki yine yüzde doksan beşinin kurmak da istemeyeceği bir haz hayatına ulaşmış görünüyor tecrübelerini aktaranlar. Çok değil beş on yıl önce sahip oldukları haz hayatı şimdi yok. Ellerinden alınan haz hayatının beş on yıl önce olduğunu ama nedense Türkiye böyle giderse bir daha olamayacağını düşünüyorlar. Onları bu düşüncelere götüren şey ne olabilir?

Can alıcı bir soru bu. Acaba, Yüzyılın Sonu, Büyük Düşünürler Çağımızı Yorumluyor gibi geleceğe dair öngörüler içeren bir kitaptan ben habersizim de onlar haberli mi? O kitapta, Türkiye'nin yaşadığı sorunların yıllarca kalıcı olacağına ilişkin güçlü, somut deliller mi var? Bence evet. Belki böyle bir kitap yok ama Türkiye, "Türkiye neşvesi"ne güçlü şekilde sarılır ve kendisine biçilen "çamur güreşi"ni reddedip çıkmak isterse, "dünya hazzı"nı benimseyenler biliyorlar ki Türkiye'ye yönelik ekonomik saldırılar devam edecek. Dünya hayatını keyif sürmek olarak anlayıp "Türkiye neşvesi"ne karşı çıkanlar için bu kabul edilebilir şey değil.

Hatta onlara eski konforlu günlerini de verseniz, Türkiye'nin olmasını istedikleri gibi olmadığında hiç olmamasını isteyebilecek kadar hazlarından vazgeçebilecek derecede "feda-kâr"lar. Yani "kâr"larını bu "feda" edişe bağlamışlar. Ülkesinin anlamına yabancılaşmış böyle bir okumuş tipine "Türkiye neşvesi"ni anlatmak işte bu yüzden çok zor. Öte yandan "Türkiye neşvesi"ne yakın duranlara da "feda-kâr"lığın onlara uğraması gereken veçhesini anlatmak aynı derece de güç. Onlar da kanımca benzer bir "haz" kaybına razı değil. "Neşve"nin yerini "haz arzusu" almışa benziyor onlarda da. "Neşve"den çıkardıkları şey "neşe" olmuş. Yaşanan zamanı dosdoğru okumak cehdi, demek oysa neşve.

Türkiye'yi geleceği ile beraber konuşmak, karşıtmış gibi duran bu yaklaşımların ortaklıklarından ötürü bugün iyice güçleşti. Oysa Türkiye'de, "neşve"den ve "haz"dan yana olanların ortaklaşa görmeleri gereken bir gerçek var: Türkiye, bir transatlantik değil. Dünyayı sömürmek istemedi hiçbir zaman. Yüz yıl önce bir işgalden millî mücadeleyle kurtulabildi ve bugün o millî mücadelenin birleştirici değerlerinde var olamazsa Moyers'in ABD için endişe ettiği, olmasın, diye de çaba sarf ettiği sonuçla yüz yüze gelebilir. Benim inancım Türkiye'nin bu sorunların üstesinden geleceği şeklinde. 1977'de, milenyumu yukarıdaki isimlerin cümlesinden daha doğru gören rahmetli Mehmet Kaplan gibi düşünüyorum. Bu büyük isme rahmet dileyerek mutlulukla anmak isterim: "Nüfusu gittikçe artan, yirmibeş, otuz yıl sonra ikinci bin yılın başında yüz milyonluk modern bir devlet haline gelecek olan Türkiye'nin tarihi rolü elbette bugünkünden farklı olacaktır. İslamiyet Türkler için sadece geçmişin değil geleceğin de dinidir. Türklerin ve insanlığın ona ihtiyacı vardır. Türk aydınları onu çağa uygun bir şekilde yorumlamaya devam etmelidirler. Türkiye'de bunu yapabilecek yeni bir nesil doğmuştur denilebilir." (2)

Rahmetli Mehmet Kaplan'ın 1977'deki öngörüsünün üstünden 12 Eylül konvansiyonel darbesi, 28 Şubat postmodern darbesi ve Türkiye'nin işgal girişiminin önünü açacak 15 Temmuz darbe girişimi geçti. Fakat Türkiye'nin kaderine seyri devam etti. İslâm, Türkiye'de hazzın da neşvenin de ne almama geldiğini kavramak için her zamanki yol göstericimiz olmaya devam ediyor. Z kuşağı, içinde kim olduğumuz bilgisini içeren Türk kanonuna iltifat ettiği takdirde, geçmişteki tüm karşıtlıklarından güçlenerek çıkan Türkiye, "haz" ve "neşve" bahsinden de güçlenerek çıkacaktır. Esasen haz, neşvedir ki böylesi ana babalara kız çocuğu olmak gibi bir göz aydınlığı verir. Adına Türkiye, dediğimiz bu toprak yurt zaten böyle ana babaların varlığıyla vücut bulmuştur. Bulacaktır.

[email protected]

Kaynaklar

1-(Ed. Nathan P. Gardels), Yüzyılın Sonu, (çev.: Belkıs Çorakçı Dişbudak), İst., 1996, 306 s.

2-Mehmet Kaplan, Türk Milletinin Kültürel Değerleri, İst., 1977, s. 68.