Uzun ince bir yoldur göç
ABONE OL

Eğer mülteciler ve göçmenler için bir şarkı yapılsaydı, o şarkı herhalde değerli ozanımız Aşık Veysel'in zamanları aşan o meşhur "Uzun ince bir yoldayım" türküsü olurdu. Gerçekten de mültecilik ve göçmenlik meçhule yol alan bir gemidir. Geminin ümit edilen kıyıya yanaşması, istenen menzile varması ya da hırçın denizlerde alabora olup içindekilerle derin maviliklerde kaybolması göçmenin kaderinedir. Kimi zaman iklim, kimi zaman güvenlik tehdidi, kimi zaman da yeni yurt, yuva bulma hevesi insanları köklerinden koparıp başka diyarlara atar.

Esasen göç olgusu, neredeyse insanlık tarihi kadar eskidir. Tüm tarih boyunca doğudan batıya, güneyden kuzeye büyük göç dalgaları gerçekleşmiş. M.S. 350-800 yılları arasında yaşanan Kavimler Göçü, Asya'dan Avrupa'ya doğru gerçekleşen ilk önemli göç dalgasıdır. Müslümanların yaptıkları göçlere bakıldığında ise doğudan batıya yönelik gerçekleşen insan hareketlerinde üç önemli dalganın olduğu görülür. Bunlardan ilki, Emeviler döneminde 8. Yüzyılda Arap Müslümanların İslamiyet'i yaymak maksadıyla Kuzey Afrika'dan Cebeli Tarık Boğazı'nı geçerek Avrupa'nın güneybatısına yönelik yaptıkları akınlar ve ardından gelen göçlerdir. Sicilya, Malta, Portekiz ve İspanya'ya kadar olan bölgede uzun süre varlığını sürdüren Endülüs devleti, Avrupa'da Müslüman sayısının artmasına ve kültürünün yerleşmesine önemli katkı sağlamıştır. Günümüzde İspanyolcada kullanılan birçok kelime Arapçadan geçmedir. Endülüs devletinin yıkılmasının ardından Müslümanların sayılarında dikkat çeken bir azalma meydana gelmiş ve Kuzey Afrika ülkelerine tersine göç yaşanmıştır. Avrupa'ya yönelik ikinci göç dalgası, Osmanlı Devleti'nin genişleme döneminde, Balkanlar'a yönelik yapılan göçlerle gerçekleşmiştir. Fetihlerle birlikte "evlad-ı fatihan" Anadolu'dan göç ederek yüzlerce yıl boyunca bu toprakları kendine yurt edinmiştir. Doğu'dan Batı'ya Müslümanlar tarafından gerçekleşen üçüncü göç dalgası da I. ve II. Dünya Savaşları sürecinde yaşanmıştır. Her iki savaşta da Batılı ülkeler sömürgelerinden topladıkları ve kendi savaşlarında asker olarak kullandıkları milyonlarca Müslümandan hayatta kalanların bir kısmı, savaşların bitmesinin ardından ülkelerine geri dönmeyerek Avrupa'da kalmayı tercih etmişlerdir. 1960lı yıllarla birlikte, başta Almanya ve İngiltere olmak üzere gelişmiş Avrupa ülkeleri tarafından yüksek vasıf gerektirmeyen ağır sanayi işletmelerinde çalıştırmak üzere gelişmekte olan ülkelerden işçi alımına başlanmıştır. Türkiye, Pakistan, Bangladeş, Yunanistan gibi ülkeler bu dönemde Orta ve Batı Avrupa'ya yoğun göç vermiş ülkelerdir. Ancak, önceki dönemlerde yaşanan göçlerden farklı olarak bu dönemde yaşanan göçlerin kalıcı olması istenmemiş, iş akitleri bittiğinde işçilerin kendi ülkelerine geri dönmeleri tasarlanmıştır. Örneğin Almanya, Türk işçileri için "misafir işçi" statüsü oluşturmuş, uzun yıllar boyunca bu göçmenlerin kalıcı olarak ülkelerine geldiğini kabullenmek istememiştir. Zaman içinde aile bütünlüğünün sağlanması için işçilerin eş ve çocuklarını da yanlarına almasıyla Batılı ülke yönetimleri de bu göçmenlerin kalıcı olduklarını kabul etmek zorunda kalmışlardır.

Ülkeler arasında gelişmişlik farkı arttıkça, gelişmekte olan ülkelerden gelişmiş ülkelere yönelik göç hareketi yıllar içinde hızlanarak devam etmiştir. 21. yüzyıla gelindiğinde göç hareketleri Kavimler Göçü dönemini aratmayacak ölçüde büyük ölçekli kitlesel hareketlere dönüşmüştür. Bu göçler çok zaman savaş ve can güvenliği gerekçeleri ile yaşanırken, kendi ülkelerinde geçimlik gelir elde etmekte yaşanan güçlükler özellikle ailelerin genç erkek bireylerini göçe zorlamıştır. Birçok gelişmekte olan ülkede yaşanan savaş ve iç karışıklıkların önemli bir nedeni sahip oldukları yer altı zenginlikleri olmuştur. Dünyanın en önemli yer altı zenginliklerine sahip olan Orta Doğu ve Afrika ülkeleri, bu zenginliklerin "lanetini" yaşayarak, o yer altı kaynağına sahip olmak isteyen güçlü ülkelerin doğrudan ya da dolaylı olarak sebep oldukları iç savaş ve can güvenliği kaygıları ile vatanlarını terk ederek yollara düşmek zorunda kalmışlardır. Bugün Suriye'de, Irak'ta, Sudan'da ve Afrika'nın birçok ülkesinde yaşanan insanlık dramlarının ve kitlesel göç hareketlerinin en önemli nedenleri arasında petrol, elmas, doğal gaz gibi yer altı zenginliklerinin güçlü gelişmiş ülkeler tarafından kontrol altına alınması çabası ilk sırada gelmektedir. Sinemaya meraklı okuyucularımız Leonardo DiCaprio'nun başrolünü oynadığı ve Sierra Leone'de geçen "Kanlı Elmas" filmini hatırlayacaklardır. Filmin konusu önemli ölçüde gerçek olaylara dayanmakta olup tam da "doğal kaynak laneti" olarak literatüre giren konuyu ele almaktadır. Filmde elmas uğruna yerli insanların yaşadıkları dramlar ve topraklarını terk etmek zorunda kalmaları çarpıcı şekilde gözler önüne serilmektedir. Irak, Sudan, Venezuela ve birçok Afrika ülkesinde yaşanan kargaşaların maalesef en önemli nedenleri arasında sahip oldukları yer altı zenginlikleri yatmaktadır.

Bir kutu mama için...

Özellikle 2015 sonrası dönemde Kuzey Afrika ve Orta Doğu'nun yoksul ülkelerinden Avrupa'ya yönelik güvensiz göç dalgası oldukça trajik sonuçlara yol açmıştır. Arap Baharı, ülke içi siyasi istikrarsızlıklar, diğer ülkelerin müdahaleleri, zayıf yönetimlerin sebep olduğu yolsuzluk, can güvenliği kaygısı gibi nedenler Kuzey Afrika, Suriye, Afganistan, Pakistan gibi ülkelerden yaklaşık 2 milyon kişiyi göçe zorlamıştır. Yasa dışı yollarla ve çok zaman oldukça güvenliksiz şekilde yapılan göçler sırasında 10 binden fazla kişinin Akdeniz'in karanlık sularında boğulduğu tahmin edilmektedir. Geçtiğimiz yıllarda düzensiz göç nedeniyle denizde boğulup karaya vuran Aylan isimli bebeğin kumlarda yüzükoyun yatarken çekilmiş fotoğrafı hepimizin insanlığını sorgulamasına neden olacak acı bir kare olarak hafızalarımıza çakılıp kalmıştır. Göç yollarında yaşanan dramın sembolü olan Aylan bebek, elbette yaşanan tek trajedi değildir. Özellikle Afrika ülkelerinde ağırlıklı olmak üzere, kadınların bebekleri için ihtiyaç duydukları bir kutu bebek maması için ya da kampta içilebilir su bulmak için fuhuşa zorlanmaları, organ mafyalarına kurban giden sayısı ve kimliği belirsiz milyonlarca sessiz yığın insanlığımızı sorgulamamızı giderek zorlaştırıyor.

Kameralar kapanınca...

Göç yolunda türlü risklerle karşılaşmaları yanında, ne zaman biteceği bilinmeyen kamp hayatları da başka bir dramdır. Asgari fiziksel yaşam standartlarından yoksun şekilde, türlü çeşit bulaşıcı hastalıklarla kol kola yaşam mücadelesi vermek elbette hiçbir insanın hak etmeyeceği durumlardır. Kamplarda doğan çocukların temel sağlık ve eğitim hizmetlerinden yoksun olmaları yanında kötü beslenme ve gıdasızlık nedeniyle yaşamlarını kaybetmeleri bu kamplarda oldukça olağan (!) görülen olaylardır. Birleşmiş Milletler İyi Niyet Elçisi olan ünlü aktrist Angelina Jolie'nin başına şal takarak kamplarının arındırılmış bölümlerinde dolanması ve kucağına aldığı çocuklarla birkaç kare fotoğraf vermesi, elbette göç dramının farkındalığının arttırılması açısından önemlidir. Ama bu insanların karnının birkaç kare fotoğrafla doyurması ya da dertlerinin çözümü mümkün mü? Angelina Jolie, arkasında kameralar ve basın mensupları ile yaptığı kamp gezilerinde kameralar kapandıktan sonra mülteciler için hayat ne kadar değişiyor? Bu soruların cevapsız kalması, esasında göç ve mülteci sorunlarına yönelik önemli bir küresel çabanın olmadığını da ortaya koyuyor. Öyle ya, bu insanlık dramı kara gözlü, esmer tenli, Hristiyan olmayanların başına geliyordu. Sarışın, beyaz tenli, mavi gözlülerin başına gelmedikçe önemli bir sorun değildi!

Nüfus değişiyor

Avrupa'ya göç eden toplumların ağırlıklı olarak İslam dinine mensup olmaları, kıtada giderek artan Müslüman nüfus ile ilgili kaygıların artmasına da yol açmaktadır. Günümüzde Müslümanlar Avrupa nüfusunun yüzde 5'ini oluşturmaktadır. Aile yapısı ve kültürel kodları nedeniyle Avrupalılara göre evlenme ve çocuk sahibi olma konusunda daha etkin olan Müslümanların sayısının artması ile ilerleyen yıllarda kıta içinde Müslüman oranının Hristiyan nüfusa göre artış göstereceği tahmin edilmektedir. Yerleşik Müslüman topluluklar yanında hızla devam eden göç dalgası ile yakın dönemde beklenenden daha yüksek oranda Müslüman oranının ortaya çıkacağını tahmin etmek güç değildir. Buna mukabil, Avrupalı nüfusun hızla yaşlanması ve düşük doğum oranları ile aile ve kültürel yapıları, Müslüman toplulukların oranca Hristiyan nüfustan fazla artmasını desteklemektedir. Yaklaşık 5 milyon Müslümanın yaşadığı Almanya'da toplam nüfusun yüzde 6'sını oluşturmaktadırlar. Devam eden göç ve Avrupalılara göre daha yüksek olan doğum oranları ile önümüzdeki 30 yıl içinde ülke nüfusunun yüzde 30'unu temsil edecekleri tahmin edilmektedir. Irksal ve dinsel gruplar içinde bu değişim, Avrupa'da aşırı milliyetçi ve ırkçı fikirlerin yeniden yükselişe geçmesine de yol açmıştır. Son dönemde aşırı sağcı partilerin giderek daha fazla taraftar bulması ve Müslümanlara yönelik artan ırkçı saldırılar sıklıkla basında kendine yer bulmaya başlamıştır. Almanya'da 2015 ve 2016 yıllarında sayıları binlere varan cami/konut kundaklama ve silahla yapılan saldırılarda ölümle sonuçlanan ırkçı eylemler yanında, coğrafi olarak oldukça uzak olmakla birlikte 2019 yılında 51 Müslümanın hayatını kaybettiği Yeni Zelanda'daki cami saldırısı bu tür eylemlere örnek gösterilebilir.

Küresel göç konusunda Türkiye, hem göçmenler hem de Avrupa için özel bir öneme sahiptir. Zira Türkiye, bu ağır göç dalgasında Avrupa ile Asya arasındaki coğrafi köprü konumunda olması nedeniyle, önemli bir destinasyon olarak kabul edilmektedir. Geçtiğimiz 10 yıl içinde milyonlarca düzensiz göçmenin durağı ya da yerleştiği vatanı olmuştur. İnsanlık dramına dönüşen göç hareketlerinde Türkiye, Batılı ülkeler yanında zengin Orta Doğu ülkelerinin gösteremedikleri cesareti göstererek bu insanlık ayıbına karşı tüm imkanlarını seferber etmiştir. Resmi kayıtlara göre ülkemizde ikamet eden göçmen ve mülteci sayısı 3,9 milyon olup, bunun yüzde 90'dan fazlası Suriyeli göçmenlerden oluşmaktadır. Elbette bu sayıda göçmenin ülke ekonomisi üzerine önemli bir yükü söz konusudur. Türkiye, tüm ekonomik güçlüklere rağmen göçmenlere yönelik kamp, sağlık, eğitim hizmetleri gibi birçok konuda dünyaya örnek olacak önemli çabalar göstermiştir. Ancak Türkiye'den daha yüksek refah seviyesine sahip olan Batılı ülkeler, Türkiye'nin gösterdiği çabaya göze dokunur bir destek sağlamamışlardır.

Türkiye'nin gösterdiği bu şefkat politikası, kimi çevrelerce eleştirilmektedir. Küresel ölçekte ve ülkemizde son on yılda ekonomik olarak zor zamanlardan geçtiğimiz bir gerçek. Bu güçlüklerle mücadele ederken, kendi vatandaşı yanında beraberinde yeni sorunlar getirecek mülteci ya da göçmen sorunları ile uğraşmak ülke ekonomisi üzerine ek bir yük de getirmektedir. Ayrıca, ülkeye gelen bu insanların geçici mi yoksa yerleşik mi oldukları da henüz net değil. Geldikleri günden bugüne kadar ülkemizde binlerce göçmen çocuk da doğdu. Ülkelerindeki sorunlar hafiflediğinde ülkelerine geri dönmek isteyenler yanında, vatandaşlık alıp ülkemize yerleşmek isteyenler ve Avrupa'ya göç etmek isteyenler de bulunmakta. Tüm bu gruplara yönelik olarak farklı politikalar geliştirmek gerekiyor. Ülkemiz, dünyanın en önemli göç merkezlerinden birisi durumuna gelmiş olmasına karşın henüz Göç Bakanlığımızın bulunmaması da sorunlar karşısında kurumsal ve somut adımların atılmasını güçleştiriyor. Ülkemiz tüm zorluklara rağmen göçmenlere yönelik dil, eğitim, meslek edinme, çocuklar için ana sınıfından üniversiteye kadar eğitim destekleri, kamplarda yaşayan göçmenlere yönelik yaşam kalitesinin optimal seviyede sağlanması gibi konularda elinden gelen çabayı göstermektedir. Ancak göç sorunu Türkiye'nin tek başına çözebileceği bir sorun değildir.

Kim ülkesini terk etmek ister?

Üstelik on yıllardır devam eden mülteci ve göç hareketlerinde çözüme yönelik önemli bir yol alınamaması şöyle dursun, hangi ülkenin kaç göçmen aldığı tartışmaları yıllardır dinmek bilmedi. Hatta Avrupa ülkeleri yanında, ABD ve Kanada gibi gelişmiş ülkeler göçmen ve mülteci alırken insanların yaş, eğitim durumları, dil becerisi ve sağlık gibi bireysel özelliklerini dikkate alarak, göçmenler arasında tercih yapma politikasını gütmektedirler. Ülkeye gelen beşeri sermayenin ekonomiye katkı, sosyal hayata daha az maliyet getirmesi konusunda azami çaba sarf etmektedirler. Uluslararası toplantılarda hangi ülkenin kaç göçmen aldığı sayıları ile mukayese edilerek tüm ülkelerin sorunun çözümüne daha fazla katkı sağlaması bekleniliyor. Ama hiçbir uluslararası toplantıda, göçmenlerin göç etmek yerine kendi vatanlarında ihtiyaç duydukları yaşam kalitesini onlara sağlayarak göç sorunun hafifletilmesi için küresel bir ortak hareket politikası ortaya konmuyor. Kendi ülkesinde can güvenliği, refah düzeyi, eğitim ve sağlık gereksinimleri istenilen şartlarda olan hangi insan doğduğu büyüdüğü toprakları terk etmek ister?

Küresel kronik bir sorun haline gelen göç ile ilgili köklü ve kalıcı politikalar üretmek yerine hangi ülkenin kaç mülteci aldığı üzerinden basit matematik hesapları yaparak sorununun çözülemeyeceği aşikardır. Bu nedenle, göç veren ve göç alan ülkelerin ortak bir platformda çözüm odaklı politikalar geliştirmesi şarttır. Geçtiğimiz günlerde Müslümanlar olarak tuttuğumuz bir aylık orucun ardından Ramazan Bayramı'nı kutladık. Muhtemelen birçok evde çocuklar için yeni kıyafetler alındı; bayramda ikram edilecek tatlılar yapıldı; akraba eş dost ziyaret edildi; zenginiyle yoksuluyla hepimizin yüzü güldü. Ancak bir yerlerde, şehirleri bombalandığında canlarını kurtarmak için yaşadıkları yerleri terk ederek uzak bir kampa sığınmak zorunda kalan, çocuğuna bayramlık almak bir yana, kuru ekmekten yoksun, hayatının her günü oruç tutmak zorunda kalan, perişan Müslümanların ve çocukların yaşam mücadelesi verdiğini de unutmayalım lütfen... Onlar uzun ince bir yolda menzile varmanın telaşında, gidiyorlar gündüz gece. Yola çıktıkları için onları değil, onları bu yollara düşürenleri tartışalım. Allah kimseyi vatansız bırakmasın.

[email protected]