Vadedilen rızkın modern yorumu: Permakültür
ABONE OL

Yaşadığım yerde, yani Doğu Afrika’daki bir adanın küçük bir balıkçı köyünde kurduğumuz Assalam kampüsünün girişinde sizi duvarda kocaman bir rika yazısı ile Allah’ın er-Rezzak ismi karşılar. Rezk kökünden türeyen rızk kelimesi yiyecek, giyecek ve faydalanılacak her şey, yağmur, bağış, pay, nasip anlamlarına gelir. Er-Rezzak olan Allah ise bedenlerin ve ruhların gıdasını yaratıp verendir.

2018 yılı verilerine göre Afrika’da 65 milyon civarında insan kritik açlık seviyesinde. 2012’de sadece Doğu Afrika’da 285 bin insan açlıktan dolayı hayatını kaybetti. Ondan biraz önce, 2004’de sona eren Kongo savaşı sürecinde diğer bir 3 milyon insan. Ondan biraz daha önce, 1985’de Ethiyopya’da diğer bir 1 milyon insan. 1980-1981 yıllarında da Mali, Çad, Nijer, Burkina Faso ve Moritanya’da da diğer bir 1 milyon insan.

Ülkenin yarısı susuz kaldı

Çok değil, üç yıl önce, yani 2017 yılında da Somali’deki kuraklık sonucu 6 milyon insan, yani ülke nüfusunun yarısı susuz kaldı ve kolera başta olmak üzere salgın hastalıklarda binlerce insan hayatını kaybetti.

O zamanlar Türk Hava yollarının Kurumsal Sosyal Sorumluluk bölümünü yönetiyordum. Uçaklar dolusu, tonlarca gıda taşımış durmuştuk Somali’ye. Bu gıdaların o süreçte insanların hayata tutunmalarına vesile olduğuna şüphe yok. Ancak benim için başka bir aydınlanmaya vesile olmuşlardı. O zamana kadar kafamda sürekli dönüp duran, “Rızkı veren Allah’tı hani, bu insanlar neden ölüyor o zaman? “ sorusunun cevabını almıştım. Bu insanlar aslında açlıktan ölmüyordu. Somali örneğinde, devletin saçma politikaları ve El-Şebab yüzünden ölüyorlardı. Sekiz çocuğuyla savaş bölgesinden kaçmaya çalışırken beş çocuğunu yolda göme göme mülteci kampına ulaşan kadınlarla tanışıyorduk. Kongo savaşında da diğer tüm örneklerde de durum aşağı yukarı buydu. Kuraklık, gıdasızlık falan değildi olay. Allah bize gıdadan daha büyük bir rızk, akletme melekesi vermişti. Hepsinin çaresi vardı. Ama insanın sonsuz açgözlülüğünün çaresi yoktu. Ve bunun için er-Rezzak olanı suçlamak, kendini zindana hapsedip karanlıktan ötürü güneşi suçlamakla aynı şeydi.

Madem ülkem çöl olacak...

Çocukluğumda kulak misafiri olduğum bir TV programında Türkiye’nin böyle devam ederse elli yıl içerisinde çöl olacağını duymuştum. Gece boyu sesssiz sessiz ağlamış, neden doğurdular beni, madem çöl olacak ülkem diye anneme babama içerlemiştim.

Sonra büyüdükçe çöllerde de yaşam olabildiğini öğrendim. Körfez ülkelerini ziyaret ettikçe çöllerin nasıl yaşam alanlarına dönüşebildiğini görüp rahat nefes aldığımı hatırlıyorum. Ta ki o yaşamın ne kadar fosil yakıta bedel olup, o konforun dünyamızın başka yerlerinde milyonlarca cana malolduğunu öğrenene kadar. İnsan büyüdükçe ne çok şey öğreniyor. Mesela kolera, ishal ve tifo nedeniyle her gün yaklaşık bin çocuğun ölmesinden dolayı kirli suyu, her sene 2 milyondan fazla insanın ölümü için kuraklık, hastalık ve suya ulaşma güçlüklerini suçlamak, yani aslında kendi hatalarımızı doğaya yüklemek, afetlere doğal afetler deyip üstünü kapatmak, 17 Ağustos depremine kadar çok normaldi benim için. Ne zaman ki 20 bin insanımızı tamamen kendi ihmalkarlıklarımız yüzünden kaybettik, ne zaman ki Japonya’da çok daha büyük depremlerde kimsenin burnunun kanamadığını gördük... Devam eden öğrenme serüvenimde, bu sefer de felaketler için doğayı değil kendimizi suçlamamız gerektiğini öğrenmiştim işte.

Tuvalet kağıdının zararları

Sonra öğrenmem daha da hızlandı.

Hani şu her kriz korkusunda eve stokladığımız, onsuz yaşayamadığımız tuvalet kağıtları var ya. Bilim adamlarına göre bu tuvalet kağıtlarını kullanmak Hummer jip kullanmakla aynı zararı veriyormuş çevreye, onu öğrendim mesela.

Bilim adamlarına göre çok güvendiğimiz iç mekanlar, dış mekanlara göre 2 ila 5 kat daha kirliymiş. Bunun sebebi de kullandığımız deterjanlar, kokulu mumlar, oda kokuları vs. imiş. Üstelik sadece kendi hayatımızı riske atmakla kalmıyor, okyanusun dibindeki balıklara kadar ulaşıyormuş zehirlerimiz, ağır metallerimiz...

Öğrenmek iyiden iyice acı verir bir hal almıştı. Daha önceki yazılarımda da zaman zaman değindiğim Endonezyalı İskender bu yıllara yayılan ızdırap dolu öğrenmelerimde şifam oldu. Çünkü diğerleri hep sorunun tespitiydi. Oysa İskender çözümü söylüyordu: Permakültür. İskender’in permakültürü insanın doğa ile uyum içerisinde yaşamasının adıydı. İngiliz Yahudi bir anne ve Hollanda-Endonezya karışımı Hristiyan bir babanın çocuğu olarak dünyaya gelen İskender, onlarca yıl kabile kabile hakikati aramış ve kırklı yaşlarında önce permakültürü, onun üzerinden de İslam’ı bulmuştu.

Sonraları permakültürle İslam’ı bulan başka birçok insan daha tanıdım, şu anki permakültürün dünyadaki en önemli ismi olan Geoff Lawton gibi. İskender’in permakültür anlayışı elbette ki kompostun, solucan havuzlarının falan çok ötesindeydi. Evet o da enerji, enerjinin doğru ve yerinde kullanımı odaklıydı ve fakat bu enerjinin adı onda adab’tı.

İnsanın merkezde olduğu, ihsan yani Yaratılan tarafından her an gözetildiğinden emin olma hali, yaratılana Yaradandan ötürü saygı duyma hali, hakikatin keşfi için sürekli bir manevi arayış hali ve dolayısiyle hem fiili hem kavli sürekli bir dua hali olarak çerçeveleyen adab anlayışı yaşamının özüydü. Onunla kaldığım günler boyunca bu adab enerjisinin her türlü yenilenebilir enerjiden daha kıymetli olduğunu, çünkü Yaratılan tarafından her an gözetildiğini hissettiğinde zaten hiçbirşeyi gereğinden fazla tüketemeyeceğini, yaratılana Yaradandan ötürü saygı duyduğunda bir taşın yerini değiştirdiğinde, taştan bile özür dileyeceğini, hakikati keşif yolculuğunda açan her bir çiçekle tekrar iman edip büyüleneceğini, dua halinde de sürekli üreteceğini adım adım deneyimleme fırsatı buldum. Permakültürün kurucusu Bill Mollison İskender’den sonra girdi hayatıma. Gerçi artık yaşamıyordu ama bazı insanlar öldükten sonra daha çok yaşar ya hani... Şu an dünyanın en kurak arazilerinde pınarlar çağlıyorsa, insanlar akın akın sebep oldukları tahribatın farkına varıyor ve daha bilinçli daha adil tüketip daha çok üretiyorlarsa hep onun marifeti.

Bill dede Avustralya’da 28 yaşına kadar huzur içerisinde yaşadıktan sonra doğadaki tahribatın farkına varıyor, bir süre üniversitelerde, siyasal partilerde, çevreci örgütlerde mücadele verdikten sonra bir an geliyor ve artık karanlığa küfretmekten vazgeçiyor, çözüm üretmeye karar veriyor. Permakültürü kuruyor. Bu yazının gayesi de felaket tellallığı yapmak değil. Yani evet dünya nüfusunun onda biri, yani yaklaşık 700 milyon insan temiz suya ulaşamıyor olabilir. Ancak buna karşı ne yapabiliriz, yapmalıyız bu yazının gayesi bunu sormak.

Kendimiz için ne yapabiliriz? Ülkemiz için... Ya da Afrika için.

Su kuyuları çabası

Mesela halkımız suyun Afrika için bir sorun olduğunu düşünüyor ve içindeki iyilik aşkıyla binlerce su kuyusu açtırıyor. Sadece İHH 20 yılda, 37 ülkede, 8.369 su kuyusu açtırdı. Siz buna diğer dernekleri de ilave edin. Harika bir çaba. Fakat yeterli mi? Daha başka ne yapabiliriz? Tanzanya’daki iki kıymetli arkadaşım, Sevde Sevan Usak ve Hayri Dağlı su kuyusu açmakla kalmayıp, fide armağan edip, tarım eğitimleri verip insanlara daha sürdürülebilir çözümler üretmeye çalışıyorlar. Mükemmel şeyler bunlar. Fakat yeterli mi? Daha başka ne yapabiliriz? Burada, tek bir yazıda, tabii ki size Afrika’da nasıl olup da permakültürün sürdürülebilir çözümlere dönüşebileceğini, birbirinden etkileyici formülleri anlatabilmem mümkün değil. Yapsam yapsam size daha önceki seyahatlerimden bazı dramatik Afrika manzaraları çizip bu çabada desteğinizi talep edebilirim. Mesela halkın cahilliği yüzünden ormanlık alanlarının yüzde 96’sını kaybetmiş Madagascar’ın dramını anlatabilirim. Nijer’de ve Burkina Faso’da saatlerce yol yürüdüğü halde ancak çamurlu içme sularına ulaşabilen milyonları... Ya da Zimbabwe ve Ruanda’daki politik hesaplaşmalar yüzünden telef olan milyonlarca insanı ve hayvanı. Ve size bazı Afrika ülkelerindeki umut verici permakültür faaliyetlerinden bahsedebilirim. Çöllerdeki yeşillendirme projelerinden, yağmur suyu toplarak arazileri su deposu haline getiren ve kurak sezon boyunca pınarlar fışkırtan çalışmalardan, özellikle Kenya ve Tanzanya’da pek çok lokal permakültür uzmanı yetiştiren ve arıcılıktan organik tarıma pek çok çığır açıcı faaliyetler gerçekleştiren permakültür kolektiflerinden... Aslında yazıyı yazmaya oturduğumda aklımda bunların hiçbiri yoktu. Planım size Moritanya’daki kadınların hegemonyasından, Etiyopya’daki güçlü milli şuurdan, Fas’ın inanılmaz tarihi dokusundan, birçok Afrika ülkesinde hala havalimanında pist, şehirde yol yokken nasıl olup da Güney Afrika’nın dağlarının arasından kilometrelerce tüneller geçebildiğinden, Mısır piramitlerinden, Botswana deltalarındaki doğal yaşamdan, Zambiya’daki Victoria şelalelerinden, kısacası keyifli Afrika seyahatlerimden bahsetmekti. Ama Allah rızkı hiç beklemediğimiz yerden verir, belki de sizin rızkınız da permakültür, Afrika’nın gizli rızkı da...

Nasibi aramayı bilelim

Ne diyorduk? O ki çölleşme, virüslerin ve ne üdüğü belirsiz aşıların endişesi, artık sadece haberlere kulak misafiri olan çocukların değil hepimizin korkulu rüyası, hatta gerçeği... O ki bu gerçeklerle başedemeyen 800 bin civarında insan her sene intiharla hayatına son veriyor ve bunun 20 katı, yani 16 milyon insan da ölümle sonuçlanmasa da intihar etmeye teşebbüs ediyor; ki intihar oranlarının yüksek olduğu ülkelerin nerdeyse tamamı gelişmiş ülkeler. O ki biz tuzumuz kuru sansak da değil... Biraz titreyip kendimize gelmeliyiz.

Ama o ki dünyada hala Brad Lancaster gibi şehirlerde ziyan olan yağmur sularını toplamak için yıllarca gizli gizli kaldırımları kırıp ağaç diken ve Amazon’un ortasındaki caddelerde vahalar kuran süper kahramanlar yaşıyor. O ki şu an dünyada bir milyondan fazla insanın permakültür eğitimi var, 140 ülkede 4 binden fazla permakültür projesi gerçekleşiyor. Diyorum ki ümidimizi kaybetmek için erken. Hele de er-Rezzak ismi olan bir Allah’a inanıyorsak. İş ki armudun pişip ağzımıza düşmesini ya da kıyametin kopmasını beklemeyelim, nasibimizi aramayı bilelim.

[email protected]