Vahiy hakkında cüretkâr bir tez
ABONE OL

Dr. İsmail Küçükkılınç / Avukat

İslamiyet’in ve Kur’an vahyinin günümüze ne söylediği sadece İslam âleminde değil tüm dünyada merak mevzu olmakta, aktüel araştırma ve tartışmalara da yol açmaktadır.

Modernist ya da tarihselci telakki edilenler dâhil her yeni, bilhassa da tartışmalı ve netameli görüş serdedenlerin muhtelif saik ve sebeplerle kendilerine gelenekten mehaz aradıkları, geleneğe istinat etmeye çalıştıkları da görülmekte, özellikle Kur’an ve Sünnet’ten delil aranması da çoğu kez medet umma şeklinde tezahür etmektedir. İranlı mütefekkir Abdülkerim Süruş da nevzuhur şeyler söyleyen, ancak çıtayı hayli yüksek tuttuğu için Kur’an ve Sünnet bir yana sahabe ve tabiinden bile delil arama gayretinde muvaffak olamayan, çaresiz kalınca da tasavvufa, bilhassa da İbn-i Arabî ve Mevlana Celaleddin Rumî’ye istinat ve iltica eden biridir.

En mantık dışı tez

Görebildiğimiz kadarıyla Kur’an vahyi ile alakalı en sıra dışı bize göre de en mantık dışı tez, Süruş’a aittir. Süruş, kanaatimiz odur ki kendisini İslamî bir ölçü ile kayıtlamamakta, olabildiğince serbest bir şekilde görüş beyan etmektedir.

Mana Yayınları, ilkeli bir yayıncılık örneği sergileyerek hem Süruş’un bu görüşlerinden hem de bu görüşlere yöneltilmiş tenkidlerden Türk okuyucularını haberdar etmektedir. Süruş’un ‘Nebevi Rüyaların Ravisi Hz. Muhammed’ isimli eseriyle bu eserdeki tezlere yönelik tenkidlerin yer aldığı ‘Nebevi Rüyaların Ravisi Hz. Muhammed Kitabına Eleştiriler’ isimli kitap Asiye Tığlı tercümesiyle yayınlandı. Kitabın mütercimi, adeta müellif ve münekkidler gibi mevzuya ve Fars lisanına hâkim olduğu için her iki kitap okunurken ayrıca edebî bir lezzet de alınmakta.

Evvela ve peşinen söylemeliyiz ki, Süruş’un Kur’an vahyinin işitsel-görsel[sem’î-basarî]bir rüya olduğu ve bu sebeple tabir edilmesi gerektiği görüşü ne kadar heretik/şâz olursa olsun, samimî niyet ve gayeye müstenittir ve hiçbir Müslüman samimî niyet ve çabasından dolayı tekfir, hatta takbih edilemez. Süruş’un söyledikleri elbette ki hazmı ve tahammülü çok kolay şeyler değil ve İslamiyet’in temel umdeleriyle da asla bağdaştırılamayacak unsurlar ihtiva ediyor. Ancak İslam’ın ve Kur’an’ın gücünün ve bugüne kadar olan tesirinin en mühim sebeplerinden biri de her türlü husumet, itiraz, tenkid, cerh gayreti yanında heretik açılımlara ve yayılımlara karşı da kendini müdafaa kabiliyeti ve bunda da gösterdiği başarı olmuştur. Bu bakımdan sarsıcı ve yaralayıcı bir görüş duyduğunda birilerinin eline sopayı veya baltayı alıp adam kovalaması kadar İslam’a ve Kur’an’a yapılacak başkaca ağır ve onur kırıcı bir hareket ve hakaret tasavvur edilemez.

Aykırılık ile izah edilemez

Kimi zaman dil baltasının el baltasından da tehlikeli olduğu izahtan varestedir. Bir Müslüman, ne kadar ağır olursa olsun ilmî usul ve kaidelere riayetle ileri sürülmüş bir düşünceye/teze karşı şiddetle cevap veremez. Bu, Müslümanın acziyetine, kifayetsizliğine, kendine ve dinine olan güvensizliğine delalet teşkil eder. Kaldı ki mü’min ve Müslim olduğunu ifade eden ve samimî bir niyetle şâz görüş belirtenlere hemen “şeytanın adamı”, “Batı’nın ajanı”, “sapık” demek İslamî bir tavır da değildir.

Saniyen, şunu da kabul ederiz: Kimi aykırı görüşler gelenekte azınlıkta kalmış olmalarına rağmen aslında İslam’ın ve Kur’an’ın ruhuna en uygun düşünce olmuşlardır. Ancak görebildiğimiz kadarıyla Süruş’un görüşleri salt aykırılık ile izah edilemeyecek serbestlikte ve aşırılıktadır.

14 asırlık İslam tarihinde elbette ki vahim hatalar, yanlış anlamalar ve başka inanç ve kültürlerden tehlikeli transferler olmuştur. Ancak İslam’ın temel umdesinin ve Kur’an vahyinin Süruş’a gelene kadar yanlış anlaşıldığı iddiası hayli cüretkâr, hatta fantastiktir. Süruş, bu fantastik görüşüyle aslında kendince Kur’an’da netameli bulduğu ve bugünün dünyasına hitap etmediğini peşinen kabul ettiği bazı ayetleri makul hale getirmeye çalışıyor.

Kendisine ciddî ve ilmî bir tenkid tevcih eden Muhsin Armin’e göre yakın sayılacak bir tarihte sadece Dehlevî “rüyayı yalnızca mucize içeren ayetler ve olağanüstü olaylarla sınırlı tutm[uş]ve vahyin tümüne genellememe”miştir, ancak Süruş tüm vahyin rüya olduğu inancındadır. Bizce bu tez, Süruş’un kendi zekâsına da haksızlıktır. Şimdi Süruş’un görüşlerini kendisine yöneltilen eleştirileri de dikkate alarak özetlemeye, yeri geldikçe de kendi kanaatlerimizi ifadeye çalışacağız. Süruş’a göre Hz. Peygamber ilahî bir tecrübe yaşamakta ve kendisi uyanıkken değil uykudayken bizzat gördüğü manzaraları rivayet etmektedir. Yani aslında Allah ona “git, şu şu ayetleri insanlara tebliğ et” dememiştir. Kendisi rüya merkezli bir tecrübe yaşamış ve gördüğü şeyleri insanlara rivayet etmiştir. Bu bakımdan “bir meleğin ayetleri Muhammed’in (a.s.) kalbine indirdiği, onun da bunları tekrar ettiği yönündeki tasavvur değişmelidir. Bunun yerine Hz. Peygamberin, tıpkı bizzat sahnede yer alarak olaylara can ve şekil veren bir muhabir gibi vakıaları bildirdiği şeklindeki anlayış benimsenmelidir. Yani Kur’an’da Allah’ın söyleyen, Peygamberin de işiten olduğu yönündeki önermenin yerini, gözlemleyip rivayet edenin Hz. Muhammed olduğu yönündeki anlayış almalıdır. Dolayısıyla ortada bir hitap ile muhatap, haber ile muhbir ya da kelam ve mütekellim ilişkisi diye bir şey yoktur. Kabul edilenin tersine olup biten her şey, gözlemek ve rivayet etmekten ibarettir. Elbette ki her şey tamamen Allah’ın gözetiminde ve onun izniyle olmaktadır”. Yani Cenab-ı Hakk’ın, eski peygamberler ve hadiselerden bahsetmesi mesela Hz. İsa ile konuşması[ yani bu konuşmaya dair ayetler]Hz. Muhammed açısından bir ilahî kelama muhatap olma değil, bilakis o sahneyi seyredip rivayet etme vakıasıdır. İsa çarmıha gerilirken de Hz. İbrahim oğlunu kesmeye çalışırken de, kıyamette-ahirette kâfirler birbirlerini suçlarken de Hz. Peygamber bunları görmüş ve sonra insanlara rivayet etmiştir.

Uyku dilini tabir etmek

Süruş’un rüya dilinde mecaz ve kinaye yoktur; dolayısıyla rivayetleri mecaz, temsil, kinaye yoluyla değil zahiri anlamlarını koruyarak ama tabirle anlamak mümkündür. İşte bu rivayetleri yani uyku dilini uyanıklık diline çevirecek, kısaca tevil ve tefsir değil, tabir edecek insanlara ihtiyaç var. Bunlar kim mi? Elbette ki en başta sufiler, arifler… Sonra şairler… Mesela İbn-i Arabî, Mevlana Celaleddin Rumi, Hafız-ı Şirazi… Bunlar bizi gizem ve sembol dolu rüya âlemine yaklaştıracak insanlardır… Zaten insanların “Mesnevî’yi Kur’an’la aynı kaynaktan bilmeleri boşuna değildir”. Süruş zeki adam. Hz. Peygamber de en büyük sufi ilan edilince meselenin mühim bir kısmı hallolmuş oluyor(!) Hakkını yemeyelim, Süruş, arif ve şairler yanında -hemen hiçbir mütevatir hadise istinat etmezken- sıhhati değil, mevcudiyeti bile tartışmalı kutsî hadis denilen rivayetlere ve çok zayıf hadislere de iltica ediyor. Abdülkerim Süruş’un oğlu Süruş Debbağ da bu noktayı yakalamış ve “yazılarında gözlendiği gibi acaba ariflerin şiir ve sözlerine fazlaca yer verdiği için Süruş’un vahiy hakkındaki iddialarını daha ziyade estetik ve edebi zevk üzerinden ele almak ve böylece ifadelerinde delil niteliğinde bir şey bulunmadığına kanaat getirmek gerekir mi?” diye sormuş, ancak “İbn Arabî, Mevlana ve Hafız gibi arif ve şairlere fazlaca yer vermiş olmakla birlikte Süruş, görüşlerini temellendirmek için bazı deliller sunmaktan da geri durmamıştır” diyerek ilmî değil hissî bir cevap vermiştir. Biz şahsen Süruş’ta hiç bir ilmî delil göremedik.

Süruş, Hz. İbrahim’in rüyasında oğlunu kurban ederken görmesini İbn-i Arabî’nin “Hz. İbrahim rüyasını yorumlarken hata etti, ancak kendisine doğru tabirin koç olduğu söylendi” yorumundan yola çıkarak teorisini ispata çalışır. Oysa bu hadise kıssalara getirilen yorum ya da temsil ile daha kolay izah edilebilir.

Topu taca atıyor

Süruş’un en büyük açmaz ve çelişkisi şahidi çok, tesiri büyük ve uzun süreli olan maddî olguları izah ederken rüya teorisinden uzaklaşmasıdır. Süruş, ayrıca Cenab-ı Hakk’ın yaşanmış hadiselere yönelik vahiy göndermesini de rüya teorisi bağlamında izahta çaresiz kalmaktadır. Süruş her çaresiz kalışında “Dini zenginleştirecek olanlar Peygamberin (a.s.) tattığı zevki tecrübe edip gölgesinde yol alan ve onun başında yer aldığı tarikat sofrasına oturan ariflerdir” demekte ve topu başka bir ispatı olmayan bilinemez bir taca atmaktadır. Hz. Peygamberin vahyinin bilimsel maddî delilinin olmayışı, sufilerin ileri sürdüğü görüşlere mazeret olarak kullanılamaz. Hz. Peygambere iman edenlerin bir arif veya sufi bilinen birine iman mesabesinde bir kıymet gösterme mecburiyetleri bulunmamaktadır.

Süruş, acemi bir yazarda dahi görülemeyecek dağınıklığın bir sûrede değil bazen bir ayette bile görüldüğünü, illiyetle zaman zincirinin kopuk olduğunu, bunun sebebinin rüyaların bilinç dışı ve dağınık vasfı olduğunu, bu durumda onların anlamını idrak etmek için tarihçi gözüyle değil tabirci gözüyle yaklaşmak gerektiğini mesela ariflerin gönlünün zıtlıklarla hoş olduğunu, bilhassa da rivayî rüyayı idrak için Aristo ve İslam eksenli metafizik anlayış ile edebî istiare ve kinayelerden uzak durmak gerektiğini iddia etmektedir. Oysa hem Afgani-Abduh çizgisi ile ifade edilen ve yanlış bir şekilde modernist olarak tesmiye edilen çizgi hem de tarihselci denilen çizgi, Süruş’un dağınık ve “savruk” olarak ifade ettiği hususun vahyin biricikliği-öznelliği ve hitap oluşu gibi gerekçelerle ikna edici bir biçimde izah etmektedirler.

Süruş, bunları ikna edici bulmamış olmalı ki rüya nazariyesine iltifat etmektedir. Uyanık halde iken olması imkânsız ve uygunsuz olan şeyler rüyada mümkün hale gelmektedir. “Gördüğü ve işittiği olaylarda Resulullah’ın aklıyla muhayyilesi faaldir. Onun belli bir sureti olmayan keşiflerine dil, zaman ve mekân kıyafeti giydirilmekte; basiret cevherlerine arızi, yani tarihî ve coğrafî kılıflar geçirilmektedir. Bu kılıfları, maskeleri ve suretleri bertaraf edip özü meydana çıkarma vazifesi tabircilerin ve Hz. Resul’den sonra imdada yetişerek susayan ruhlara su veren ve böylece gecelerini aydınlatan hizmet ehlinin görevidir”.

Geleneğin reddi

Kanaatimizce rüya teorisinde Kur’an’ın lafzı hemen bir bütün halinde kıymetten ve hükümden düşmektedir. Kur’an’ın mahlûk oluşu veya vahyin mânâ olarak nazil oluşu gibi teoriler, bu teori karşısında inanılmaz derecede masum kalmakta ve dört elle sarılacak görüşler katına yükselmektedir.

Rüya teorisinin en dehşet verici yanı ise geleneğin ve geçmiş bilgilerin toptan ve hepten reddidir. Bundan ancak İbni Arabî ve Mevlana Celaleddin Rumi’nin “arifane ve şairane” görüşleri masun kalabilmektedir. Ancak Süruş yukarıda ifade ettiğimiz gibi sıkıştığında bizzat kendisi kendi teorisini cerh etmektedir: “Teyemmüm etme ve hırsızın elini kesme örneklerinde de görüleceği gibi duyuların ötesinde bu ilkeler düşte, Peygamberin yaşadığı yer ve zamanda geçerli olan davranış kalıplarında ortaya çıkar”. Süruş, zannımızca burada kendisini bile ikna edememiştir. Çaresiz kaldığı kimi yerde de tevil ve tefsiri tabirle karşılamaktadır. Bu bilgiler çerçevesinde Süruş’un bir tarihselci olmadığı gelenekçi-sufî bir bakış açısına sahip olduğu da söylenebilir. Çünkü bir tarihselci her şeyden evvel vahyin nazil olduğu ortamı, kıymet hükümlerini ve Hz. Peygamberin rehberliğini, yaşantısını ve sözlerini merkeze alır. Tarihte hiç kimseden sadır olmayan, değil tevatür ahad[tek]halde dahi bir rivayeti olmayan bir rüya teorisi bir tarihselci için sadece tebessüm edilecek bir garabet hükmündedir. İslam tarihinde kabul etmek lazımdır ki, tefsirin iyi-kötü belli prensipleri ve usulü var. Ancak tabir ferdî ve şahsî bir şeydir ve tabirle curcuna ikiz kardeştir. Allah muhafaza rüya tabirleri kitaplarının sadece yüzde 01 bile doğru olsaydı dünya hep bir ağızdan eyvah demeye başlardı! Bizler Süruş gibi arif-sufi-şair bulmakta da zorlanırız.

Kurgu zayıf kalıyor

Süruş’a göre Kur’an sanatlı bir dille rivayet edilen sırlarla dolu bir rüya kitabıdır. Bu durumda Hz. Peygamber de sanatkâr ve şair bir rüya nakilcisi olmaktadır. Hz. Peygamber rüya görebilir ve onun rüyasını Cenab-ı Hak doğru çıkarabilir. Ancak tabiri ancak Cenab-ı Hak yapar veya vahiy suretiyle bildirirse hak olur. Süruş her ne kadar ilahî olduğunu söylese de Hz. Peygambere hâşâ sümme hâşâ rüyalar gördürüyor, sonra da Hz. Peygamberin bundan duruma göre vazifeler çıkardığını söylüyor.

Bu ara Cenab-ı Hak ne yapıyor, hiç bilinmiyor? Sanki hâşâ Allah, Hz. Peygambere rüya görmesi ve bunu rivayet ve tabir etmesi hususunda hudutsuz bir yetki alanı tanımış. Ancak Süruş kurguyu tam yapamamış: 14 asır boyunca insanlar Hz. Peygamberin tebliğ ettiği ve yaşadığı ayetlerin rüya rivayetleri ve tabiri olduğunu anlamamışlar. Acaba hâşâ sümme hâşâ Hz. Peygamber niye bir kere olsun bunun rivayet ve tabir olduğunu söylememiş.

Süruş bizce Arap tarihine, kültürüne, coğrafyasına, edebiyatına bihakkın kıymet vermiyor. Süruş’un problemli bulduğu ayetlerin birçoğu rüya fantazyasına kurban edilmeden istiare, mecaz, teşbih, kinaye, telmih, tecsim, tasvir ve temsil ile çok kolayca izah edilebilecek şeylerdir. Süruş ayrıca vahyin nazil olduğu Hicaz bölgesinin beşerî-insanî-teknik-ilmî algısına da dikkat etmiyor. Kaldı ki Cenab-ı Hakk’ın kıyamet sahneleri ile söyledikleri Hz. Peygamberin gördüğü, tecrübe ettiği şeyler asla değildir; tasvirlerdir. Cenab-ı Hakk’ın böyle bir hakkı ve ilmi olduğunu Süruş’un kabul etmeyeceği düşünülemeyeceğine göre fantazyasını anlamakta zorlanmaktayız.

Süruş’un rüya nazariyesine göre Hz. Peygamber gayba da ulaşmakta, gayb hakkında bilgi sahibi olmaktadır. Oysa bu Kur’an’ın birçok ayetinden ulaşılan bir temel prensine de aykırılık teşkil etmektedir. Çünkü gaybı bilen yalnızca Allah’tır.

Süruş’un rüya nazariyesinde her ne kadar kaynağın ilahî olduğu vurgulanıyorsa da hâşâ sümme hâşâ Allah ikinci planda kalmakta, esas aktör, fail Hz. Peygamber yani bir beşer olmakta, vahiy de adeta beşer ürünü vasfını haiz olmaktadır.

Son olarak İbn Arabî’nin yolunun yol olmadığı inancımızı ifade etmeyi bir zaruret telakki ediyoruz. Biz İbn Arabî konusunda, “İslamcı” olduğunu iddia ettiğimiz için tepki çektiğimiz merhum Erol Güngör gibi düşünüyoruz: “İbni Arabî’nin Yeni-Eflatuncu felsefeden İsmailî ve Karmatî doktrinlerine kadar pek çok tesir kaynağı bulunduğu için, kurduğu felsefe bütün bu tesirlerin bir karışımı ve dolayısıyla takibi son derece zor bir kargaşalık manzarası verir… İbni Arabî yaradılışı tecellîler şeklinde izah ed[erken]burada Plotinus’un südûr nazariyesinden ilham al[maktadır]…Hakikatlerin hakikati Peygamberin şahsında tecellîsini bulmuş olmakla birlikte bu tecelli onunla sona ermez. Hazret-i Muhammed son peygamberdir, fakat son velî değildir. Binaenaleyh İbni Arabî’nin insan-ı kâmili en yüksek hakikatin tecelligahı olarak başka bir insan da olabilir. Nitekim o Peygamberin vasfı olan ‘hatem-i enbiya’lık gibi bir de ‘hatem-i evliya’lık kavramı ortaya atmış ve bununla kendi şahsını imâ etmiştir… Onun panteist felsefesi o zamana kadar esas itibariyle ahlakî ve psikolojik neticelerle ilgili olan tasavvufu bir metafizik sistem haline getirmiş, böylece sûfilik kendi başına hakikatler peşinde gezmek itibariyle dinden ayrı bir sistem olmuştur… Muhyiddin İbni Arabî tasavvufun eski ahlakî muhtevasını metafizik muhteva ile değiştirmekle kalmadı; onu büsbütün ahlakî muhtevadan mahrum bırakacak bir yola girdi… İslam’ın tevhid akîdesi Allah’ın birliğini hedef almaktadır, yoksa varlığın birliğini değil. Muhyiddin ‘fena’ (Allah’da yok olmak) doktrinini izah ederken, sufînin Allah’la bir olamayacağını, çünkü zaten ondan başkası olmadığını söylüyor”.

Not:1-Süruş rüya teorisini ispat için kimi zaman da “Hz. Peygamber Allah yerine geçerek rivayette bulunmakta, yani onun dilinden konuşmaktadır” demektedir. Oysa Kur’an’da rüya ile hiçbir surette telif edilemeyecek ve Cenab-ı Hak’tan başkasına izafesi asla ve kat’a mümkün olmayan hitap cümleleri mevcuttur.

2- Süruş’un Müddesir 74/39-47 ayetleriyle ilgili yaptığı yorum hakikaten sabır taşını çatlatacak kadar zorlama ve serbest, daha doğrusu fantastiktir.

3-İran’daki düşünce geleneği hep zengin olagelmiş. Süruş gibi Şebusteri de ilginç fikirleri ve tezleri olan birisi.

[email protected]