Yediği ayazı unutmamak
ABONE OL

Ufuk Batum/ Yazar

Çok yıllar önce çocukluğumuzda cumhuriyeti kutlarken gelecekte 100'üncü yılın hangi şartlarda, nasıl kutlanacağına dair hayaller geliştirir, arkadaşlarımızla aramızda konuşur ama yine de çok fazla bir yenilik ortaya koyamazdık. Çünkü yenilik tasavvurumuz okulda, mahallede, toplumda "öğrenilmiş çaresizlikle" çoktandır boğulmuştu. Yıllar teker teker geldi geçti, 2023 yılında o hayal etmeye çalıştığımız 100'üncü yıl büyük umutlarla kutlandı. Tarihin duru durağı yoktur; zaman hızla akar. Çok iyi hatırlıyorum çocukluğumun geçtiği o naif Antalya'yı... Konyaaltı Caddesi'nin o işlek ilk sırası bile 2-3 katlı bahçeli evlerden oluşurdu... Portakal, turunç, palmiye, çağla ve Malta eriği (biz nedense ona muşmula derdik) ağaçlarıyla bezeli bu bahçeler ne de güzel kokardı... Zaten semtin ismi de bu güzel bahçelerden dolayı Bahçelievler olarak belirlenmişti... Falezlere yaklaştığınızda da masmavi, tertemiz Akdeniz'i görmek mümkün olurdu... Adeta Fellini'nin sinema sahnelerinden fırlamış enstantaneleri yaşardık o sokaklarda... Hiçbir şeyin kıymetini bilemediğimiz gibi bu cennetin de kıymetini bilemedik...

Sokaklarını "Pal Sokağının Çocukları" gibi hunharca ve özgürce kullandığımız, kendi kendimize oyunlar keşfedip bunlarla birbirimizi meşgul etmeyi başardığımız, arkadaşlıklar ve dostluklar kurduğumuz, aslında bugünden geriye dönüp baktığımızda teknolojik ve maddi yokluk çağında bile "çokluk ve tokluk" yaşadığımızı ifade etmek mümkün. Yani Fellini hasbelkader kamerası ve ekibiyle civarda olsaydı, acaba ortaya tatlı bir film için yeterli bir malzeme çıkar mıydı diye düşünüyor insan. İtiraf etmeliyim ki daha ileri yaşlarda Altın Portakal Festivallerine gide gele bende yavaş yavaş şekillenen sinema sevgisi de, özellikle "olağan insanların olağandışı hikayeleri"ni konu alan Akdeniz sinema seçkisi de çocukluğumun bu güzel zamanlarından bana kalan bir mirastan başka birşey değildir.

Temmuz 1974

Yine Antalya'nın sıcak yaz günlerinden biriydi. Sokakta, bahçede arkadaşlarıyla aşırı sıcağı hiç de dert etmeden top oynayan her çocuk gibi kan ter içinde kalmıştık. Molalarda, aralarda hemen başımızı ilk bulduğumuz musluğun altına sokarak biraz serinler, ağzımızı dayayarak kana kana su içerdik. Demek ki şebeke suyu rahatlıkla içilebilirdi. Burada küçük numaramız suyu biraz fazla akıtmaktı, su bir süre sonra havanın 40 derece olmasına rağmen bir hayli serin bir kıvama dönerdi. İşte o akşam, sonraki akşam ve birkaç akşam daha evde büyüklerin kendi arasında, eş dost komşu ile biraz telaşlı, biraz "acaba iş olumsuzluğa döner mi" kaygısıyla, biraz da o tarihsel haklı konumun gururuyla konuştuğuna şahit olmuştuk. Sıradışı günler yaşıyorduk, bu oldukça belliydi. Tabii akıllı tabletler, telefonlar ve internet olmadığından, televizyonlar da birkaç saatlik paket yayınlarını denediğinden temelde tek bilgi kaynağımız yetişkinlerdi.

Gayet iyi hatırlıyorum; babam 7 yaşındaki bir çocuğun anlayacağı sadelikte Türkiye'nin eskiden toprağı olan Kıbrıs'taki soydaşlarımıza yapılan katliamlardan dolayı ordumuzun haklı bir müdahalede bulunduğunu anlatmıştı. Nitekim daha sonraki gecelerde de karşı bir saldırıya hedef olmamak için ışıkları az yakıyor, hatta ampullerin çevresini koyu renk kağıtlarla kaplıyorduk. Bu uyarılar zaten milli savunma ve diğer kamu kaynaklarından geliyordu. Işıkları kıstığımız o günler biz çocuklar için sıradışı bir durum arz etmiş olmalı ki yıllar sonra bile mahalleden arkadaşlarla karşılaştığımızda o günleri andığımızı biliriz. Gündüzleri ise yaşam eskiye döner, biz yine iki taş koyup kale yaparak maçlara devam ederdik. Her ne kadar maçların hemen hemen hiçbirini izleme imkanı olmasa da aynı yaza denk gelen FIFA Dünya Kupası'nın kulaktan duyma haberleri bizi gaza getirmeye yetiyordu. Türkiye'nin elemeleri geçemediği ve dolayısıyla katılamadığı, benim de ilk kez radarıma giren bu şampiyonada kupayı sonuçta ev sahibi Almanya kazanmayı bilmişti. Tabii biz büyüklerimizden etkilenerek Brezilya'yı tutuyorduk.

Ambargo dönemi

Yaşam eşitlikler üzerine kurulu değildir. Hatta bugünün mevcut düzeninde adalet üzerine kurulu olduğu da söylenemez, savunulamaz. Uluslararası ilişkilerde de bu ne yazık ki böyledir, başka alanlarda da. Hukukun gücü değil, gücün hukuku geçerlidir. Tarih boyunca da sürekli böyle olan bu durum özellikle II. Dünya Savaşı sonrası kurulan Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası, IMF, Dünya Sağlık Örgütü, NATO ve benzeri hemen her kuruluşta kendisini fazlasıyla hissettiriyor. Zaten adil bir dünya olsaydı, Birleşmiş Milletler'de sadece 5 ülkenin veto hakkı olabilir miydi? Filistinlilere yaptığı zulümlerden dolayı Birleşmiş Milletler'den çıkan kararları İsrail hesapsız kitapsız bir şekilde göz ardı edebilir miydi? Bugün dünyanın gözü önünde, İsrail adeta canlı yayında Gazze'de soykırım yapabilir miydi? Pervasız ve çapsız yalanlarla ABD ve İngiltere hükümetleri bu soykırımı bu kadar açık destekleyebilir, katliama ortak olabilir miydi?

Bir lider çıkıp "Dünya Beşten Büyüktür" deyince bütün mazlum toplumların aklında ve kalbinde bir karşılık bulmasının gerekçesi işte bu haksızlığa, adaletsizliğe, sürdürülemezliğe bir başkaldırı, bir isyan olmasıdır. 1974 yılının o sıcak günlerinde bütün zorluklara rağmen haklı bir dava uğruna yapılan harekat başarıyla sonuçlanmasına karşın sonrasında Türkiye hem askeri hem de ekonomik anlamda bir ambargo ile karşı karşıya kalmıştır. Belki bugünden geriye baktığımızda çoğumuzu şaşırtacak şekilde Türkiye o harekat günlerinde uçak lastiği, jet yakıtı gibi bazı ürünleri bulamayacak hale düşmüştür. O ihtiyacı yine şaşırtıcı bir şekilde Kaddafi'nin Libyası'ndan tedarik edebilmiştir. O Libya ki, Türkiye'ye her zaman sıcak bakmış, Osmanlı'nın iyi yönetimini hiçbir zaman unutmamıştır. O Libya ki, az daha referandum yapmak kaydıyla Türkiye'ye katılmasına ramak kalmıştır.

Kurt kışı geçirir ama...

"Yediği ayazı da unutmazmış!" Ne derinlikli, kapsamlı, anlamlı bir söz. Demokrat Parti döneminden 1974'e kadar olan yaklaşık 20 yıllık dönemde Kıbrıs'ta Rumların meydanı boş bulup her daim dozunu arttırdığı terör, tedhiş ve kıyıma Türkiye'nin seyirci kalması hem yumuşak hem de sert gücündeki sınırlılıktan kaynaklanmıştır. Lyndon Johnson'ın, Başbakan İsmet İnönü'ye 5 Haziran 1964 tarihinde Türkiye'nin haklı askeri müdahalesini engellemek için gönderdiği mektup amacına ulaşmıştır. Harekat başlamadan boğulmuş, denize açılan çıkarma gemileri geri çağrılmıştır. Adadaki Rum terörü 10 yıl daha fırsat bulmuştur. Ancak hemen her türlü riski göze alarak harekatı yapan Ecevit-Erbakan ikilisi bedeller ödemek zorunda kalmış ve uygulanan ambargo Türkiye'ye önemli bir ders olmuştur. İşte yaşanan bu gelişmeler ışığında Türkiye kendi savunma sanayisini neredeyse sıfırdan kurmayı ve bazı stratejik ürünleri yerelde üretmeyi öncelemiştir.

Aselsan ile başlayan bu inisiyatif Tusaş, TEİ, Roketsan, Havelsan, Bilgem, STM gibi kurum ve şirketlerin kurulmasıyla devam etmiştir. Tabii bu süreçler kolay çıktı sağlayan süreçler olmadığından gerçek anlamda bir momentumun yakalanması yaklaşık 20 yıl sonra ancak 2000'lerden bugüne gelindikçe mümkün olmuştur. Burada altyapı kurma, mayalanma ve nitelikli insan kaynağı yetiştirme süreçleri oldukça kritiktir. Tabii sadece kamu destekli şirketlerin oluşması da yeterli gelmemektedir. Bu bağlamda hızlı, kıvrak, ürün geliştirme süreçleri daha odaklı ve verimli olduğu bilinen özel sektör şirketlerinin varlığı da belirleyicidir. Bugün belki piyasa değeri açısından Türkiye'nin en yüksek değerli şirketi konumunda bulunan BAYKAR gibi birçok önemli şirketi de ifade etmek lazım gelmektedir.

Bazısı kurumsal, bazısı KOBİ ve aile işletmesi, diğerleri de yeni kurulan teknoloji şirketi (startup) niteliğinde olan on binlerce şirketin oluşturduğu havacılık ve savunma sanayi ekosistemimiz bugüne de, daha önemlisi geleceğe de güvenli bakmamıza olanak sağlıyor. Bu ekosisteminin sahip olduğu yetkinlikler, altyapılar ve yüz bini aşan nitelikli insan kaynağı rakip ülkeler tarafından da yakından izleniyor. Bu gayretlerin ölçülebilir karşılığı da yüzde 80'i aşan millilik ve yerlilik payı olduğu kadar her yıl dolar bazında yüzde 50-60 mertebesinde artış gösteren ihracat tutarıdır. Benim de kendi köşemde yaptığım hesaplara göre örneğin 2030 yılında; Türkiye, savunma alanında 40-60 milyar dolar tutarında bir ihracata ulaşarak yüksek katma değer arayışımızı önemli düzeyde karşılayabilir potansiyeldedir.

T3 ve TEKNOFEST

Bu genç ruha, bu girişimci ekibe, bu cefakar topluluğa, ülke sevgisiyle her dağı aşan bütün isimsiz kahramanlara ne kadar teşekkür etsek azdır. Türk insanının her şeyin altından kalkabileceğini, kurduğu ekiplerle sıradışı projeler geliştirebileceğini, bu ülkenin sahipsiz olmadığını, öğrenilmiş çaresizliğin yırtılıp atılması gereken emperyal bir öğreti olduğunu 85 milyona göstermeyi, kanıtlamayı başardılar. Dünyanın önemli kartellerini, tekellerini, ambargolarını kırdılar, dünyanın en kudretli şirketlerinin dayatmalarına yenik düşmediler. Yüz binlerce gencimizi eğittiler, onları yeni teknolojik gelişmelerle donattılar. Ama yine de burası Türkiye! Unutmayalım ki birileri bu alanda dünyanın en büyük ve en değerli oluşumuna; T3'ün Teknofest, Takeoff, Deneyap'ına "dokunmak" isteyebilir! Biz dokundurmamak için sonuna kadar örgütleneceğiz, çalışacağız, üreteceğiz.

Net ve açık olmakta fayda var; müreffeh ve bağımsız bir Türkiye için MS (Microsoft işletim sistemi) gibi tek bir işletim sistemine, Google gibi tek bir arama motoruna, Meta, WhatsApp ve X gibi birkaç dijital medya platformuna, Booking, Amazon, Airbnb, Alibaba, Uber gibi e-ticaret ve pazaryeri altyapılarına muhtaç olmamalıyız. Örneğin işletim sistemi açısından TÜBİTAK ULAKBİM'in Linux açık kaynak tabanlı geliştirdiği PARDUS'u var. Neden PARDUS'a çok itibar etmeyiz? Bu alanlarda yaşanan tekelleşmenin bedeli, birkaç gün önce MS'in çökmesiyle anlaşılmadı mı? Uçuşlar iptal, bankacılık faaliyetleri iptal, ticaret ve lojistik hizmetleri iptal edilmedi mi?

Nasıl bir bağımsızlık?

Bağımsızlık sadece tarımla olmuyor! Sadece üretimle olmuyor? Sadece silahla, topla tüfekle olmuyor? Bağımsızlık artan bir şekilde gündemdeki yerini koruyor, hatta artırıyor. Bağımsızlık artık sinemayla, sanatla, yenilikçi eğitim kurumlarıyla, bilimle, etkin sivil toplumla, her alanda yetenek geliştirmekle, ahlaklı ve liyakatlı kadrolar yetiştirmekle, nadir elementlere erişimle, milli geliştirme ve üretimle dünyaya açılmakla, akıllı lojistik ve yeni teknolojiler geliştirmekle mümkün oluyor.

Ama olsun; ambargolar önce bizi zorluyor, sonra güçlü kaslar geliştirmek için bize kamçı oluyor... Biz artık momentumu yakaladık, eşiği aşıyoruz... Ne demişler: "Masada değilsen, menüdesindir!"... Biz artık menüde değil, masada eşitler arasında oturmak istiyoruz...

[email protected]