Yeni bilimin yükselişi insanlığın çöküşü: Bir yol ayrımı hikâyesi
ABONE OL

Dr. Yusuf Akçay/ Akademisyen

Biz modern insanlar, evrenin, insanı aciz bırakan ışığını görmüyor, kafamızı kaldırıp pusulamızı tayin edemiyoruz. Bize yol gösterecek olan harita nedir? Yeryüzünde keşfedilmemiş toprak bırakmadığımız halde attığımız her adım mesafeleri kısaltmak yerine neden uzatıyor? Neyi eksik bırakıyoruz?

İslam medeniyetinin bayrağını 700 yıl boyunca Avrupa'nın tam merkezinde, Endülüs'te dalgalandıran Müslüman bilim insanları, insanın doğa ile arasındaki mesafesini kısaltmaya uğraşıyordu. Bugün, İslam dünyasında özellikle Abbasiler döneminde yoğunlaşan büyük tercüme hareketinin oluşturduğu yüksek medeniyetin ışığını arıyoruz. Fakat ne hazindir ki Batı'nın yüzyıllar boyunca ders kitabı olarak okuttuğu İbn-i Sina'yı biz çoktan kâfir ilan ediyorduk. Müslümanların kendi elleriyle taşıdığı bu bayrak, yine kendi elleriyle yere düşüyordu. Avrupa'da Kopernik'in Güneş merkezli evren modeli tartışılırken Osmanlı'nın ilk ve tek rasathanesini bombalamak için bahaneler arıyorduk. Şeyhülislam Ahmet Şemseddin Efendi, "gökyüzünün sırlarını bulmanın günah olduğuna" dair bir fetva yayımlayıp III. Murat'ı da bu yalanına alet ettiğinde padişah kendi emriyle yaptırdığı rasathaneyi yine kendi fermanıyla yıkacak; böylece Nasreddin Tûsî'nin Merağa'da başlattığı, Uluğ Bey'in Semerkant'ta devam ettirdiği bu astronomi külliyatı bir gecede tarihe gömülecekti. Takiyyüddin'in Hocası Saadettin Efendi ile Şeyhülislam Ahmet Şemsettin'in arası bozulmamış olsaydı başka bir ifadeyle insanların gözlerini ve gönüllerini makam hırsı kör etmeseydi bugün İstanbul'da dünya çapında bir uzay araştırma merkezinden söz edebilecektik.

Doğu'nun yitik hazinesi

Nitekim 12. yüzyıla kadar İslam biliminin aydınlattığı dünya, bu yüzyıldan itibaren yüzünü Batı'ya çeviriyor; Sicilya Kralı Roger, İdrisî'ye harita siparişi veriyordu. Evet, akıl ve iman arasında sağlıklı bir bağ kuramayan Hıristiyan kilisesi, bütün Ortaçağ düşünce hayatını kilisenin varlığıyla sınırlayınca yavaş yavaş farklı fikirler de ortaya çıkma zemini bulmuştu. Bu arayış o derece kuvvetliydi ki dinî amaçlarla ortaya çıkan tarikatlar bile zamanla bilimle uğraşmaya başlayacak mesela Fransisken tarikatı mensubu John Peckham, büyük İslam âlimi İbnü'l-Heysem'i izleyerek optik üzerine yazılar yazacaktı. Kilise, kurtuluşu Müslümanlarda arıyordu. İki asır boyunca gece gündüz demeden çalışan Batılı düşünürler, Müslümanlardan aldıkları mirası devam ettirecek; Doğu'nun yitik hazinesi, Batı'nın yeniden doğuşuna kaynaklık edecekti. Batı, düştüğü çukurdan İslam'ın ipine sarılarak kurtuluyordu. Rönesans'ta kilise ve bilim arasında kurulan intibak, Yeni Dünya'nın keşfiyle kopmuş, Kopernik'in Güneş merkezli evren modeli, kilisenin bütün fikrî temellerini çürütmüştü. 16. yüzyılın sonlarında Luther'in öncülük ettiği Reform hareketlerinin başta Almanya olmak üzere bütün Avrupa'da karşılık bulması Papa'nın dogmatik sistemine olan inancı sarsacak ve Vatikan'ın itibarını zedeleyecekti. Roma, insanlar için artık dünyanın kurtuluşuna vesile olacak bir cazibe merkezi olmaktan çıkmıştı. Avrupa'da 17. yüzyılda başlayıp 18. yüzyılın ortalarına kadar süren din savaşları zamanla siyasî bir karakter kazandığı için bu kaotik ortam bütün toplumsal gelişmeleri belirleyen bir sürece dönüşmüştü. 18. yüzyılda aydınlanmanın bütün Avrupa'ya egemen olması, sadece aklın algıladığı değil aynı zamanda aklın hükmettiği bir özlemi ortaya çıkarmıştı.

Hayal ve hakikat

20. yüzyıla geldiğimizde hayal ile hakikat birbirine karışacak ve gerçeklik duygumuzu idrak edebileceğimiz bir yavaşlığın ihtiyacı içine girecektik. Einstein'ın izafiyetinden makinelerin icadına, psikanalizden sezgiciliğe kadar onlarca alanda idrakimizi zorlayan kazanımlar, hıza dayalı bir yaşam biçimi oluşturmuştu. İnsan hayatını kolaylaştırması gereken teknik bilgi, bu yüzyılda amacından sapmış ve insanın diğer bütün tecrübesini ihmal etmiştir. İslam dünyasının terk ettiği bilimsel düşünce bizlere neye mâl olduysa bugün Batı biliminin ulaştığı yüksek seviye de aynı sonucu doğuracaktır. Daha önce İslam toplumunun yaptığı hatayı bugün Batı aksine bir yönelimle de olsa aynı sonucu ortaya çıkaracak şekilde tekrarlıyor. Öylesine bir teknolojik ilerleme çağındayız ki hem zihinsel olarak takip etmekte zorlanıyoruz hem de hakikaten "ruhlarımız geride kalıyor." Durup biraz yavaşlama ihtiyacı, bir kaybetme korkusuna mağlup oluyor. Bu sarmalın temel nedeni her alanda bir sabiteden mahrum oluşumuzdur. Oysa bütün büyük uygarlıklar, temel sabiteler üzerine inşâ edilmiştir. Bu sabitelerin ortak noktası ise insanın yeryüzündeki konumu'na nispetle oluşmuştur. Yaşamı anlamlandırma çabasından toplumsal ilişkileri düzenleme ihtiyacına kadar uygarlıkların bütün sabitesi, insanın konumunu belirleme refleksine dayanır. Fakat bu refleksiyon bir zaman sonra bu sabite'yi paranteze alan bir motivasyona kavuşabilir. Adalet ihtiyacından bir hukuk sistematiği oluşturabildiğimiz gibi mahkemeler eliyle adaleti yok eden bir motivasyona da sahip olabiliriz. Birlikte yaşama kültürünü bir demokrasi bilincine yükseltebildiğimiz gibi çoğunluğun tahakkümünü normalleştirebiliriz. Bir lokma bir hırka deyip saltanat süren tarikatçılar, emeğin kutsallığından dem vurup işçilerin aidatlarıyla beslenen sendikacılar, haber alma özgürlüğünü kıyasıya savunup gerçeği manipüle eden gazeteciler, beytülmâlin kutsallığına dâir göz yaşartıcı kıssalar anlatıp belediye ihalelerinde pek ince işçilik yapan yazarlar, sanatçılar, reklamcılar... Bu liste uzar gider. Bu çelişkilerin temel nedenini bir fizik yasasıyla çok rahat açıklayabiliyoruz. İnsanın yeryüzündeki konumu'nu idrak edebilmesi bir "yavaşlamayı" zorunlu kılarken yeryüzünde varlığını devam ettirmesi bir "hız"ı zorunlu kılıyor. Anlamak için yavaşlamaya ihtiyaç duyarken ilerlemek için hızlanmaya/momentuma ihtiyaç duyuyoruz. Bu paradoks hızı referans aldığımızda konumu, konumu referans aldığımızda hızı kaybetmemize yol açıyor. Bugün Batı biliminin insanın yeryüzündeki konumunu sarsan bu hızlı ilerleyişi, sadece kendisiyle sınırlı kalmamış insana dâir erdemleri de tahrif eden, insanın yeryüzündeki konumu'nu sarsan bir niteliğe bürünmüştür. Nietzsche'nin "Karanlığa biraz fazla bakarsanız bir süre sonra karanlık da size bakmaya başlar." dediği tam da bu olsa gerek.

Hayata rağmen, hayata karşı

Bugün iletişim araçlarının yaygınlık kazanması neredeyse bütün disiplinleri ayağa düşürmüş, bayağı zekâların at koşturduğu bir sirk alanına çevirmiştir. Kıyısından köşesinden her nasılsa muhatap olduğumuz bütün bilgiler, ömrünü laboratuvar köşelerinde dirsek çürüterek tüketmiş akademyanın emeğini bir panayır eğlencesine feda ediyor. Kolay para kazanmış bir adamın bu yeni halindeki paçozluk neyse, emekten ve süreçten mahrum bir şekilde bilgiyle muhatap olan yığınların düştüğü malumatfuruşluk da aynı seviyeye tekabül ediyor. Yapay zekâ modellemelerinden nesnelerin internetine, uzay araştırmalarından tıp teknolojisine, mühendislikten nörolinguistiğe kadar sayısız disiplini içine alan bu hızlı ilerleme yığınları cezbediyor; yeni dünya'nın bu yeni parametrelerine bağlanma ihtiyacını her daim diri tutuyor. Ne ki bu hikâyenin parçası olabilecek bir emek'ten yoksunuz ve üstelik bu emeği göze alanlar için uygarlık treni çok hızlı ilerliyor. Bireyler, toplumlar ve hatta devletler için tek bir seçenek kalıyor; bu maddi uygarlık'ın konforundan azami ölçüde faydalanabilmek. Youtube'da vaaz veren hocaefendiler, ergenlere Aristo öğreten felsefe çırakları, Twitter'da duyar kasan sanatçılar/siyasetçiler, instagramda kebabını pazarlayan kebapçı ustaları, Whatsap durumunda eşe dosta pek imalı nükteler, vecizeler gönderen Ayşe Teyzeler, hastane koridorlarında daha narkozun etkisi geçmemiş hastasının iltifatına muhtaç kalp cerrahları yalnızca yeni bir pazarlama modelinin değil bu sirk meydanının, bu panayır eğlencesinin bir figüranı olduğunun maalesef bilincinde değil. Bütün insanlık kademe kademe bu çöküşten nasibini alıyor. Eskilerin bilimle kurduğu ilişki bir anlam, bir kavrayış, bir farkındalık dinamikleri barındırıyordu. Şimdikiler ise hayata rağmen, hayata karşı bir motivasyonla insana ve doğaya hükmetme refleksiyle hareket ediyor. Bütün erdemleri, etik ve estetik nosyonları, kadim prensipleri ve buna bağlı bütün pratikleri paranteze alan tahrip gücü yüksek bu "Tanrı kompleksi" bizi bir yol ayırımına getirip bırakmıştır. Artık karar vermek zorundayız. Çünkü Tarkovsky'nin Nostalgia'da söylediği gibi " Bir zamanlar olduğumuz yere dönmeliyiz; yanlış yollara saptığımız o ilk dönüm noktasına" dediği bir yol ayrımındayız artık.