Yeni düzen ve İslam dünyasının konumu
ABONE OL

Tarihte kırılma anları vardır ve o kırılma anlarından sonra gerek küresel gerekse bölgesel çapta yeni düzenler ortaya çıkar. Ortaya çıkan bu düzenler ise eğer belli dengeleri dikkate almazlarsa kısa sürede yıkılırlar, fakat bazı dengelere dikkat ederlerse, kurulan düzen orta ve uzun vadeye kadar sürebilir. Örneğin, Birinci Dünya Savaşı'nı kırılma anı olarak ele alırsak, savaş sonrasında yapılan barış antlaşmaları özellikle Almanlar ve Japonlar açısından adil bir denge üzerine oturmadığı için, İkinci Dünya Savaşı'nın nüvelerini içinde taşıdığı iddia edilebilir. Yine aynı şekilde İkinci Dünya Savaşı'ndan sonraki antlaşmalarda Almanya ve Japonlar açısından bu iki ülke Sovyetler karşısında Batı ittifakına dahil edilmiş ve böylece kendi içinde dengeli bir sistem oluşturulmaya çalışılmıştır. Nitekim inşa edilen bu düzen bugün hem bu iki ülke için hem de Batı ittifakı için büyük oranda problemsiz olarak devam etmektedir. Neticede İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Batı ittifakı içine entegre edilen Almanya, sonraki süreçte Avrupa'da bir barış ve istikrar projesi olan Avrupa Birliği'nin başat ülkesi konumuna gelirken, Uzakdoğu'da da Japonya bölgesel düzenin gelişmiş istikrarlı bir ülkesi haline gelmiş bulunmaktadır.

İkinci tarihi kırılma

Benzer şekilde başka bir tarihsel kırılma anı olan Sovyetler Birliği'nin yıkılmasından sonraki süreçte yeni bir düzen oluşmuştur. Görünen, bu yeni düzende de 20. yüzyılda olduğu gibi, 21. yüzyılda da ABD önemli bir güç merkezi halinde olmaya devam edecektir. Çin son 40 yıldır gösterdiği ekonomik ve siyasi gelişme ile içinde bulunduğumuz yüzyılda ABD gibi yaptırım gücü olan bir ülkeye namzet bir konumda bulunuyor.

Avrupa ise AB'den İngiltere'nin ayrılmasına rağmen ekonomik ve siyasi entegrasyon sürecini Almanya ve Fransa öncülüğünde derinleştirmeye devam ederek Çin'in ve ABD'nin yanında dünyada yaptırım gücü olan üçüncü bir merkez olmaya aday konumundadır. Dolayısıyla bugünkü bakış acısıyla 21. yüzyıldaki yeni dünya düzeni bu üç bloğun çıkarları doğrultusunda şekillenecek gibi görünmektedir.

İslam dünyası ise 1750'lerde başlayan Batı'daki kapitalist düzenin gelişmesiyle ilerleyen ve bu süreci izleyen kırılma anlarından sonra kurulan düzenlerde etkin bir aktör olamamıştır. Türkiye ve nispeten İran hariç neredeyse tüm İslam dünyası İkinci Dünya Savaşı'ndan sonraya kadar sömürge olmak durumunda kalmışlardır. Diğer taraftan Türkiye ve İran sömürge olmamalarına rağmen İslam dünyasına müspet katkı sağlayacak bir güç ve denge içinde olamamıştır.

Bitmeyen iç çatışmalar

Bu bağlamda İslam dünyası uzunca bir süredir dünya dengeleri içinde etkin bir konumda olmaktan ziyade, edilgen bir konumdadır. Şüphesiz bunun en önemli nedenlerinden biri, en başta Avrupa devletleri gibi sanayileşme sürecini tamamlayıp elde ettiği siyasi gücü yeni bir düzen kurmaya dönüştürememeleridir. Öte yandan sanayileşme probleminin dışında, Müslümanlığın veya Müslüman kültürün baskın olduğu coğrafyalarda devletler birbirleriyle savaşmış ve bu durum bütüncül bir İslam dünyasının oluşmasına yani bugünkü AB benzeri bir yapının oluşmasına engel oluşturmuştur. Örneğin tarihte İslami kültürün baskın olduğu devletlerden biri olan Osmanlı da kuruluşunun yaklaşık ilk iki yüz yılında Müslüman ve Türk devletleri ile savaşmak durumunda kalmıştır. Konuyu daha iyi anlamak için olayın tarihsel yönüne göz atmakta fayda vardır.

Osmanlılar, Yavuz Sultan Selim'in Memlukleri yenip Ortadoğu'ya ve oradan Kuzey Afrika'ya, Kanuni Sultan Süleyman döneminde Macaristan'ın fethedilip Doğu Avrupa'ya hâkim olmaları ile bölgelerinde ciddi bir güç konumuna gelmişlerdi. Bu güçleriyle Avrupa dengeleri içinde yer yer Kutsal Roma Cermen İmparatorluğundan da etkin bir konumdalardı.

Güç ve temsil

Fakat Osmanlı bu gücüne rağmen İslam dünyasının tümünü temsil etmiyordu. Bunun iki nedeni vardı: Birincisi Osmanlı dışında dünyanın değişik coğrafyalarında farklı çok sayıda Müslüman devleti vardı. Ancak Osmanlı'nın bu devletler ile derin ilişkileri ya yoktu ya da ittifaklara dayanmıyordu. Bunun ikinci nedeni olarak da Osmanlı bünyesinde bulunan Gayrimüslimlerin oranı ve onların hukuki statüsü gösterilebilir. Zira Osmanlı bünyesinde yaşayan Gayrimüslimlerin oranı yer yer ya Müslümanlar ile eşit ya da daha fazlaydı. Bu açıdan Osmanlı sultanlarının Gayrimüslim tebaasını yönetmek için, onların gözünde de meşru olması gerekmekteydi. Tarihçi Cemil Aydın'ın "melez meşruiyet" olarak tanımladığı bu durum Osmanlı sultanlarını farklı etnik ve dini grupları yöneten bir unsur olarak onları daha bölgesel düşünmeye zorluyordu. Başka bir ifadeyle Osmanlı sultanlarının kendilerini meşrulaştırmaları bir İslam dünyası tasavvurundan ziyade onların kendi tebaalarının gözündeki meşruiyetleriyle inşa ediliyordu. Bu durum Osmanlıların Memlukleri yenip halifelik kurumunun Osmanlılara geçmesine rağmen Osmanlı sultanları tarafından 19. yüzyıla kadar dikkat çekecek bir şekilde kullanılmamasıyla çok daha açık bir halde gözlemlenebilir. Aynı şekilde 1839 Tanzimat, 1856 Islahat fermanıyla Gayrimüslimlerin kanunen devlet nezdinde Müslümanlarla eşit haklara sahip oldukları ilan edilmişti. Hiç şüphesiz bu durum da Osmanlıların "melez meşruiyet" arayışlarının bir yansımasıydı. Fakat bu tablo 19. yüzyılın ortalarına doğru değişmeye başladı.

İttihat-ı İslam fikri

Batılı devletlerin tüm dünyaya yayılan sömürge faaliyetleri gözleri benzer çerçevede İslam coğrafyalarındaki topraklara çevirdi. Öncelikle Ruslar Osmanlı hakimiyetinde yaşayan Ortodoks Hristiyanlığın hamiliğini üstlenmeye kalkarak Hristiyanlığı yayılmacı emperyal siyasetinin bir enstrümanı olarak kullanmaya başladı. Benzer şekilde ABD ve İngiltere gibi ülkelerdeki misyoner unsurlar İslam diyarlarına olan faaliyetlerini artırdı. Bu bağlamda Osmanlı'nın kendi sınırlarının dışındaki Müslümanlara bakışı da değişmeye başladı. Kendisine İslam ülkelerinden gelen yardım taleplerine cevap vermeye çalıştı. Hindistan gibi çok sayıda Müslümanın yaşadığı bölgeleri işgal eden İngiltere gibi ülkelere doğrudan olmasa da dolaylı olarak kendi sınırları dışındaki İslam kartını devreye sokabileceğinin işaretlerini vermeye başladı. Elbette bu tutumu emperyal güçlerde tedirginliklerin oluşmasına neden oldu. Tüm bunlara ek olarak 19. yüzyılda iletişim ve ulaşım imkânlarının artması ile İslam coğrafyasında belli bir kamuoyu da oluşmaya başladı. Bu süreç özellikle farklı ülke ve bölgelerde yaşayan Müslüman aydınlar arasında "ittihat-ı İslam" (İslam birliği) fikrinin gelişmesine de katkı sağladı. Gerek Osmanlı içinde gerekse diğer Müslüman ülkelerde bu tezi işleyen yayınlar yayılmaya başladı. Bu vesileyle de ittihat-ı İslam'ı savunanların sayısı gittikçe artmaya başladı. Osmanlı'da bu fikrin ilk savunucuları Yeni Osmanlı aydın grubu içinde Namık Kemal gibi entelektüellerdi. Osmanlı dışında ise bu fikri destekleyen isimlerden birisi Cemâleddin Efgani gibi şahıslardı. İttihat-ı İslam fikri yayıldıkça Osmanlı'nın İslam dünyası içindeki "popülaritesi" artmaya başlamıştır. Zira Osmanlı diğer İslam ülkelerine göre göreceli gelişmişliği, uyguladığı reformları ve yaptığı altyapı çalışmaları ile örnek olmaya başladı. Osmanlı merkezli yardım kuruluşu olan Kızılay tüm İslam dünyasında yaygınlaşarak bir umut kapısı haline geldi. Osmanlı tarafından Almanlara yaptırılan Bağdat Demir Yolu Osmanlı modernleşmesinin sembolü haline geldi. Osmanlı tüm dünyadaki Müslümanlar için o kadar ilgi ve çekim merkezi haline gelmişti ki 1911 yılında Osmanlı toprağı olan Trablusgarp'ın İtalyanlar tarafından işgal edilmesi ile Madagaskar'dan Çin'e kadar Müslümanların yaşadığı tüm coğrafyalarda İtalyan ürünleri Müslümanlar tarafından boykot edilmişti. Fakat örneğin İttihat-ı İslam fikrinin gelişip yayılmasından önce, 1839 yılında Osmanlıya bağlı Cezayir'in Fransızlar tarafından işgal edilmesi Müslümanlar tarafından herhangi bir tepki görmemişti. Bu gelişmeler ışığında dönemin Osmanlı sultanı II. Abdülhamid yaptığı yazışmalarda halifelik unvanını daha açıktan kullanmaya başlamıştı. Osmanlı aydınları ve devleti nezdinde hüsnü kabul gören bu fikrin yansıması olarak Osmanlılar Birinci Dünya Savaşına girerken tüm dünya Müslümanlarına cihat çağrısı yapmış ve bu çağrı Osmanlı dışındaki Müslüman coğrafyalarında da derin yankı bulmuştu. Hatta Hindistan Müslümanları Osmanlı'ya maddi yardımlar da göndermişlerdi.

Gelinen noktada sorulması gereken soru şudur: Bugün Müslüman ülkelerin bir araya gelmesi mümkün müdür? Mümkün ise bu bir araya gelişte AB benzeri dünya dengelerini etkileyecek ve yaptırım gücü olabilecek bir yapı ortaya çıkabilir mi?

Teorik olarak mümkün

Yukarıda özetlenen tarihsel süreçten yola çıkarsak teorik olarak Müslüman devletlerin bir araya gelerek bir birlik kurmaları mümkündür. Müslüman halklar arasında sosyolojik olarak duygusal bir bağın olduğunu varsayabiliriz. İslam'a yönelik yapılan saldırılara verilen ortak tepkiden, Filistin gibi Müslümanların ortak sorunu gibi algılanan meselelere karşı duyulan ortak katkıdan bunu anlayabiliyoruz. Fakat pratikte bunun gerçekleşmesi imkânsız olmasa da oldukça zordur.

Böyle bir birliğin önünde en önemli engellerden biri Şia-Sünni çatışmasıdır. Zira hem Şiiler hem de Sünniler ayrı teolojik alt yapılara sahiptir. Örneğin, Şiilik çerçevesinde bugün Yemen, Suudi Arabistan, Afganistan gibi Müslüman ülkelerde bu ayrım ciddi bir iç kriz potansiyeli taşımaktadır. Müslümanların kendi arasındaki bu teolojik ayrımlar Müslüman devletlerin dış politika tercihlerine de yansımış durumdadır. Türkiye'nin ve İran'ın Rusya ile olan ilişkilerine baktığımızda bunu çok daha açık bir şekilde görebiliriz. Örneğin, Türkiye'nin her ne kadar son zamanlarda daha sıcak seyretse de Rusya ile hep gergin bir ilişkisi olmuştur. Fakat İran, Çarlık Rusya'sı dönemi hariç, Sovyet döneminden itibaren Rusya ile çok daha derin ilişkilere sahip olmuştur. Aynı şekilde Türkiye'nin Batı bloğu ile ilişkileri çok derinken, İran'ın ve hatta çoğu Arap ülkesinin Batı bloğuyla ilişkileri ya çok zayıf ya da çok problemlidir. Dolayısı ile uzun süreçlerde oluşmuş bu farklı tercihler dış politikada Müslüman ülkelerin birbiri ile çelişen politikalar ortaya koymasına neden olmaktadır.

Bir başka önemli engel, İslam dünyasında Türkiye, Malezya, Endonezya gibi demokrasi ile yönetilen bazı ülkelerin dışında, kahir ekseriyetinde ya diktatörler ya da demokratik meşruiyeti olmayan hanedanların bu ülkelerin başında bulunmasıdır. Demokratik olarak yönetilmeyen ülkelerin yöneticileri demokratik ülkelerdeki yönetim tarzını kurmuş oldukları rejimlere bir tehdit olarak algılamaktadırlar. Arap baharında bunun örneklerini Mısır-Türkiye, Suudi Arabistan-Türkiye örneklerinde görmüş bulunduk. Dolayısı ile böylesine temel konularda bile ciddi fikir ayrılıklarının olması şu aşamada Müslüman coğrafyada bir birlik inşası için dikkat çeken engellerdir. Bu iki başat engelin dışında şüphesiz böyle bir birlikteliğin önünde etnik milliyetçilik gibi başka engeller de bulunmaktadır.

Fakat tüm bunlara rağmen zor ve zahmetli bir süreç olacağı kesin olan böyle bir birliktelik uzun vadede mümkün olabilir. AB bunun en iyi örneğidir. Tarih boyunca birbiri ile uzun süreçli savaşlar yapmış olan Avrupa ülkeleri en son 20. yüzyılda iki dünya savaşı çerçevesinde birbiri ile savaşmalarına rağmen, bu savaşlardan aldıkları dersler ile 1952 yılında temellerini atılan AB'yi inşa etmişler ve bu birlik bugün ABD'nin ve Çin'in yanında üçüncü bir süper güç olma yolundadır. AB başarısının temelinde birçok faktör olmasına rağmen en önemli birkaç nedeni sıralamak İslam dünyası için de ilham kaynağı olabilir.

AB'nin başarısının en önemli nedenlerinden bir tanesi tarihi düşman olan ve Avrupa'nın en büyük iki ülkesi Fransa ve Almanya'nın geçmişi unutarak el sıkışıp böyle bir proje için bir araya gelmesidir. AB bu yüzden Almanya ve Fransa ekseni üzerine oturmaktadır.

Bir başka başarı nedeni ise AB'nin içinde Fransa ve Almanya'nın dominantlığına rağmen kurulan yapıda oluşturulan kurallar ile bu iki ülkenin dominantlığının kontrol altına alınmasıdır.

Ayrıca AB altı ülke ile başlamış ve süreci zamana yaymıştır. Başka bir ifadeyle AB birden 27 ülkelik bir birlik olarak kurulmamıştır. AB uyguladığı siyasi ve ekonomik modeller ile bir cazibe olmayı başarmış ve Avrupa'daki tüm ülkeler bu modele gönüllü ve AB kurallarını kabul ederek girmişlerdir.

Sonuç olarak İslam dünyasının birleşme arzusu var ise AB'den bu anlamda çıkaracağı çok ders bulunmaktadır. Böyle bir birlikteliğin ilk adımını Almanya ve Fransa örneğinde olduğu gibi, İslam dünyasının iki önemli ülkesi Türkiye ve İran atabilir. Bunun için de her iki ülke de tarihsel ve mezhepsel bagajlarından kurtularak yeni bir sürecin önünü açmalıdır. Aksi takdirde İslam dünyasının hali önümüzdeki yüz yılda da bugüne kadarki halinden pek farklı olmayabilir.

[email protected]