Yunanistan'da Libya paniği
ABONE OL
Tarihsel süreç içerisinde önce Avrupa’da, sonra da Amerika’da Türkiye karşıtı keskin önyargıların perçinleştiği ve zamanla bu yargıların Türkiye’yi ilgilendiren meselelerde kendini hissettirdiği bilinmektedir. Bugün Türkiye’nin Batı ile olan ilişkilerine Ermeni ve Kıbrıs meselesi üzerinden tarafgir bir şekilde yaklaşılmasının arka planında tarihi Türk karşıtlığının izlerini sürmek mümkündür. Amerika’da Osmanlı Devleti’ne ve Türkiye Cumhuriyeti’ne yönelik olumsuz algıların inşasında, 1820’li yıllarda Osmanlı topraklarına gelen ve burada Ermenilerle sıkı ilişkiler kurmayı başaran Protestan Misyonerlerin tarihi bir rol oynadığı arşiv belgeleriyle ve bilimsel araştırmalarla sabittir. Benzer şekilde, Avrupa’nın entelektüel dünyasında büyük heyecan ve coşku uyandıran Helenizm ve Antik Yunan hayranlığının Avrupa’nın tarafsız bir biçimde Türk-Yunan ilişkilerine yaklaşımını engelleyici bir etki yarattığı, inkâr edilemez bir hakikattir. Türkiye’nin Doğu Akdeniz, Ege, Avrupa Birliği, Türk ve Arap dünyasıyla münasebetlerinde Türkiye’ye karşı ezber retoriklerin kendini tekrar etmesinde Ermeni ve Yunan lobisinin propaganda faaliyetlerinin itici gücü yadsınamaz bir gerçektir. Türkiye’nin kendi bölgesinde ulusal çıkarları doğrultusunda politikalar yürütmesini sürekli “Osmanlı İmparatorluğu’nun yeniden canlandırılması” şeklinde Batı kamuoyunda tartışmaya açılmasına karşılık, Yunanistan’ın yayılmacı siyasetini, “Bizans İmparatorluğu’nun yeniden ihyası” şeklinde yorumlamamak asıl niyeti açık yetmeye yetmektedir. Gerçekçi olunursa ne Türkiye’nin ne Yunanistan’ın bu yönde bir hedefi vardır. Buna rağmen bazı çevreler, Türkiye’ye karşı bu argümanı ileri sürerek uluslararası kamuoyu baskısı yoluyla Türk dış politikasını kendi çıkarları doğrultusunda dizayn etmeye çabalamaktadır.

Özgül ağırlık

Çok açıktır ki Akdeniz coğrafyasının siyasi tarih içerisinde kendine özgül bir ağırlığı vardır. Doğu ile Batı arasındaki uluslararası ticaret yolunun Akdeniz’den geçmesi ve zengin petrol ve doğalgaz kaynaklarının bu coğrafyada bulunması gibi faktörler, Akdeniz’i uluslararası politikanın ana gündem maddeleri arasında tutmaktadır. Bu yüzden küresel güçler, Akdeniz’de meydana gelen her olayı yakından izlemekten ve kendi çıkarları bakımından tetkik etmekten geri durmamaktadır. Cebelitarık Boğazı’nın kuzey yakasından İskenderun Körfezi’ne kadar uzanan kıyı şeridi boyunca küresel aktörlerin taraf olmadığı herhangi bir sorundan bahsetmek henüz mümkün değildir. Kuşkusuz bu refleks, Akdeniz’de şekillenecek yeni güç kompozisyonunun, küresel güç dengesini doğrudan etkileme gücünden ileri gelmektedir ve bu noktada Türkiye’nin dikkate değer bir potansiyeli vardır.

Batılı ülkelerin Doğu Akdeniz ve Libya krizine yaklaşımları, Türkiye’yi kendi hayal ettikleri ve kurguladıkları tarihi pencereden yorumlama ısrarına dayanmaktadır. Oysa Türkiye’nin “Yeni bir Osmanlı” refleksiyle hareket etmediğini sadece reelpolitik gerçekliğe uygun bir tarzda hareket ettiğini çok iyi bilmelerine rağmen Ankara’yı “imparatorluk hayali peşinde koşmakla” itham etmeleri, siyasi acziyetlerine işaret etmektedir. Kaldı ki demokrasinin ve aydınlanmanın beşiği olmakla övünen ülkelerin Libya’da askeri bir diktatörlük kurmak için çabalayan gayrimeşru General Hafter’i desteklemeleri ve Mısır’da Sisi darbesini alkışlamaları tartışmaya değer bir durumdur. Türkiye ile Libya arasında uluslararası hukuk çerçevesinde atılan her adımın “demokratik ülkeleri” ciddi biçimde rahatsız etmesine karşılık Libya’nın meşru hükümetini silah gücüyle devirmeye çalışan, sivilleri ve sivil altyapıları hedef alan darbeci bir zihniyete sessiz kalmaları, sömürgeci Avrupa fikrinin yeniden demokratik Avrupa’ya galebe çalmasıdır.

Türkiye aleyhine genişleme

Türkiye ile Birleşmiş Milletler tarafından tanınan Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti (UMH) 27 Kasım 2019 tarihinde uluslararası hukuk kurallarına uygun “Güvenlik ve Askeri İşbirliği Mutabakat Muhtırası” ile “Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılmasına İlişkin Mutabakat Muhtırası” adlı iki antlaşmaya imza atmış ve böylece iki ülke arasındaki deniz yetki alanlarının sınırları belirlenmişti.

Yunanistan, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY), Mısır, Fransa, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) söz konusu antlaşmaların “üçüncü ülkelerin egemenlik haklarına müdahale edemeyeceği” gerekçesiyle, antlaşmanın “uluslararası yasalara aykırı” olduğunu ilan ettiler. Hatta Yunanistan daha ileri giderek antlaşmalara bir tepki olarak Libya’nın Atina Büyükelçisi Muhammed Yunus Menfi’yi sınır dışı etme kararı aldı. Yunanistan Dışişleri Bakanı Nikos Dendias, Türkiye ile Libya arasında deniz sınırlarını belirleyen antlaşmanın Girit adasını yok saydığı gerekçesiyle hem uluslararası hukuka, hem de mantığa aykırı olduğunu yaptığı açıklamalarda defaten yineledi. Ancak Dendias’ın Yunan kıta sahanlığının Atina’ya 520 km. Antalya’ya ise 2,5 km. uzaklıktaki Meis adasından başlatılmasını mantıklı ve uluslararası hukuka uygun bulması oldukça ilginç bir bakış açısıdır.

Yunanistan tarihi incelendiğinde, yaklaşık 200 yıllık dönemin ilk yüzyılında kara ve denizlerde; son yüzyılında ise denizlerde ve havada, Türkiye aleyhine bir genişleme ve yayılma siyaseti takip ettiği görülür. İşin ilginç tarafı bu siyasetin, Anadolu ve Doğu Akdeniz’in büyük kısmının tarihsel, kültürel ve beşeri açıdan Yunanistan’a ait olduğu tezinden ilham almasıdır. Bu hastalıklı ve saplantılı tarihsel yaklaşımın, güncel olayların izahında kullanılmaya çalışılması ise bir o kadar şaşırtıcıdır. Güncel Doğu Akdeniz krizinin ana nedeni, Yunan kıta sahanlığının güneye doğru genişleyerek uzanması için Yunanistan’ın bir parçası olan Antalya’nın Kaş ilçesinin karşısındaki Meis adasından başlayacağına dair ilan edilen Yunan resmi tezidir. Kıyı uzunluğu Türk anakarası ile mukayese edilemeyecek ölçüde küçük olan adalara kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge oluşturulmasının talep edilmesi, buna karşılık Doğu Akdeniz’in en uzun kıyı şeridine sahip ülkesi Türkiye’ye, Akdeniz’de dar bir koridor layık görülmesi, Türkiye’nin itiraz ettiği temel konudur.

Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki kendisinin ve Kıbrıs Türklerinin egemenlik haklarını koruma konusunda attığı hukuki ve fiili adımlar, 2003 yılından itibaren büyük bir titizlikle yürütülen Yunanistan ve GKRY eksenli tüm öngörüleri ve planlamayı tersyüz etti.

Diplomatik tahakküm

Dikkat edilirse, Yunanistan ve GKRY’nin hesaplamaları Türkiye’nin coğrafi açıdan kuşatılmış, siyasi bakımdan da yalnızlaştırılmış tezine dayanıyordu. Buna göre Türkiye, bölgede Suriye meselesi ve PKK/PYD ile uğraşırken diğer taraftan uluslararası arenada Avrupa Birliği, Ermeni, Yunan ve Yahudi lobisinin ürettiği baskılarla boğuşacaktı. Böylece Doğu Akdeniz’deki gelişmelere kayıtsız kalacaktı. Yine, Doğu Akdeniz’de Türk Hükümeti’nin öncelikle çözmesi gereken tek sorun Kıbrıs olarak resmedilecek ve Ankara’nın tüm enerjisini bu meseleye harcaması için Türkiye yoğun bir diplomatik tahakküm altında tutulacaktı. Ancak bu hesapların hiçbiri gerçekleşmedi.

Kuşatma siyaseti

Mısır, BAE, Yunanistan, GKRY ve Fransa, Türkiye’nin izlediği politikaların Afrika ve Avrupa’nın istikrarına bir tehdit oluşturduğu yönünde çok yönlü bir propaganda faaliyeti yürütmektedir. Bu beş ülkenin Libya’da iç savaşın tetikleyicisi ve BM anlaşmalarına aykırı bir tutumla Libya’da askeri bir diktatörlük kurma amacı taşıyan General Hafter’e açık bir biçimde askeri ve nakdi yardım sağlamasına karşın Doğu Akdeniz’deki tırmanan gerilimden sadece Türkiye’yi mesul tutmaları mantık ve hukuk kurallarına aykırıdır. Adı geçen ülkelerin, Libya Ordusu’nun Hafter’in 2014 yılından bu yana elinde tuttuğu kritik öneme sahip Vatiyye Askeri Hava Üssü’nü ele geçirmesi üzerine daha da telaşlandıkları görülmektedir. Şüphesiz bu başarıda Türkiye’nin verdiği askeri desteğin önemi büyüktür. Meşru Libya Hükümeti Başbakanı Fayiz es Serrac’ın 25 Mart’ta başlattığı “Barış Fırtınası” adı verilen operasyonun başlamasıyla Hafter’in sahada aldığı peş peşe yenilgiler, Trablus’un batı kıyısındaki kentlerin kontrolünü kaybetmesine yol açtı. Barış Fırtınası’nın başarılı sonuçlar vermesi üzerine Türkiye’nin yakın gelecekte Libya’ya hâkim olacağı söylentileri, Batı basınında görünür olmaya başladı. Türkiye’nin askeri desteği sonrasında Afrika’nın jeopolitik bakımdan kıymetli ülkesi Libya’da iç savaş dengelerinin değiştiği doğrudur. Türkiye’nin Libya’daki varlığı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararıyla onaylanmış bulunan Libya Siyasi Anlaşması tarafından oluşturulan Ulusal Mutabakat Hükümeti’nin yasal iznine dayanmaktadır. Libya’daki krizi, askeri yöntemlerle çözüme kavuşturulmasını savunan Hafter destekçisi ülkelerin aksine Türkiye, ülkedeki krizin siyasi diyalog yoluyla çözülmesine taraftardır. Kaldı ki Libya’da sivil bir idarenin öncülüğünde tek bir siyasi otoritenin tesis edilmesi ve ülkenin kaynaklarının Libyalıların refahı için kullanılması Türkiye’nin desteklediği bir politikadır.

Yukarıda bahsekonu edilen beş ülke, Türkiye’nin Vatiyye Askeri Üssü’nü, Türk üssüne çevireceğinden endişe duymaktadır. Yunan kamuoyunun Vatiyye’nin Türk üssü olması halinde Yunanistan’ın güneyden kuşatılmış olacağını dillendirmeye başlaması, söz konusu söylentinin kaynağını işaret etmektedir. Bu yaklaşıma göre Türkiye, Vatiyye üzerinden Girit başta olmak üzere tüm Yunanistan’ı kontrol altına tutabilecektir. Hâlbuki Türkiye, Yunanistan gibi “kuşatma” siyasetini kendisine düstur edinmiş bir ülke değildir. Bu bağlamda Yunan askeri ve siyasi makamlarının Türkiye ile savaşmaya hazır olduklarına dair mesajları sürekli kamuoyunda paylaşmaları, siyasi çaresizliğin bir yansımasıdır. Bu makamlardan beklenen kendi halklarını Türklerle savaşa değil, barışa hazırlamalarıdır. Tarihi ihtiraslarını bir kenara bırakıp Türkiye ile işbirliği yoluna başvurmaları, özlenen ve arzulanan bir tavırdır. Türkiye’nin Libya’daki varlığı ne askeri, ne de siyasi açıdan hiçbir zaman Yunanistan’a tehdit oluşturmayacağı çok açıktır. Atina hükümetlerinin en büyük hatası her daim bölgede Türkiye ile işbirliğinden kaçınmalarıdır. Böylesi bir işbirliğinin bölgede barış ve istikrarın tesisine azami katkı sağlayacağına şüphe yoktur.

Enerji güvenliği

Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı’nın (TPAO), Türkiye ile Libya arasında imzalanan mutabakat antlaşması uyarınca, belirlenen deniz sahalarında ve Libya’da petrol arayacak olması, Avrupa’nın enerji güvenliğine bir tehdit şeklinde tefsir edilmesi maksadı ziyadesiyle aşan bir yorumdur. Bu görüşün taraftarlarına göre Ankara’nın Libya üzerinde etkisinin artması, yakın gelecekte Türkiye’nin Avrupa’nın petrol ve doğalgaz tedarikini kontrol altına almasına yol açabilir. Oysa Türkiye’nin Libya’da petrol kaynaklarını kontrol altında tutmak gibi bir amacı olsaydı, kuşkusuz, petrol bölgelerini denetiminde tutan Hafter’e destek verirdi. Böylesi hayali bir tehdidin varlığına inanan kesimlerin iki olasılık üzerinde yoğunlaştığı anlaşılmaktadır. Bunlardan birincisi, Libya’nın doğu ve batı olarak ikiye bölünmesini sağlayarak Libya’nın petrol sahalarının Hafter’in hâkimiyetinde kalmasını garantiye almaktır. İkincisi ise, Hafter’in yerine sivil ama Türkiye karşıtı siyasi bir karakteri destekleyerek Meşru Libya Hükümeti Başbakanı Fayiz es Serrac’ın karşısına çıkarmaktır. Görüldüğü üzere ne Libya’nın toprak bütünlüğü ne de Libyalıların refahı, Libya’da ve Doğu Akdeniz’de çıkarları zedelenen ülkelerin umurundadır.

[email protected]