Zeybek’ten Reis’e Türkiye gemisi
ABONE OL

Amerikalı şair Walt Whitman (1812-1892), 20. yüzyılın “Amerikanoların yüzyılı” olacağını söylediğinde, bugünkü Amerika’yı düşlememişti. Onun düşlediği Amerika, Kuzey – Güney çarpışmasından çıkmış, demokrasi fikri etrafında kenetlenmiş birleşik bir Amerika’ydı. Bu nedenle de o, Amerika’yı birleştiren bir kişilik olarak gördüğü Abraham Lincoln’ün, iç savaşın nihayetlenmesinin hemen sonrasında bir suikastla öldürülmesinden derin bir üzüntü duydu ve O Captain! My Captain! adlı meşhur şiirini, onu ve davasını onurlandırmak için yazdı:

Oy reis, koca reis, alnımızın akıyla döndük seferden.

Savuşturup onca belâ, onca fırtınayı, sonunda murada erdin.

İşte liman, bak, çanlar çalıyor, bayram ediyor ahali,

Gördüler pupa yelken geliyor, gözüpek, gözü yeşil yelkenli.

Neyleyim, neyleyim ki ama...

Bu kan damlalarını nideyim?

Gayri uzanmış güverteye reis,

Soğumuş ellerini mi öpeyim?

Abraham Lincoln, Amerika’yı, bulunduğu kıtadan ibaret bir gemi olarak görmüyordu. Ona göre Amerika, iç savaştan çıkmış olmasına rağmen, kıtalararası seyrüsefer eden bir transatlantik olmalıydı. Mühim olan, bu geminin kaptanlığının anlamını kavramış bir kaptana sahip olmasıydı. Gemiye onun kaderi nasıl olsa sirayet edecekti. Şöyle diyordu Lincoln: “Birliğimizin bu eski ve yeni gemisinin limana sağ salim ulaşmasını temin için hepimiz el ele vermezsek, yarınki yolculuğunda ona kaptanlık eden bulunmayacak.”

Biyolojik hayat ve yığınlar

Öyle anlaşılıyor ki Lincoln’ün derdi, gemiye kaptanlık edecek olanın bulunup bulunmayacağıdır. Gemi, öyle ya da böyle vardır. Kaptan, ancak geminin mürettebatının el ele vermesiyle kaptanlık edebilir. Lincoln’ün mücadelesi ve ölümü, bunu doğrular niteliktedir. Amerika’dan ayrılmak isteyen güney eyaletleri, iç savaşta kuzeye yenilirler. Neticede Amerika, birliğini sağlamıştır. Lincoln, eşi ile birlikte gittiği Amerikalı Kuzenimiz adlı bir oyunda güney yanlısı bir aktörün suikastı sonucu ölür. Gemi birlik oluşmuştur ama kaptanı ölmüştür. Fakat gemi bir kez birlik olduktan sonra ona kaptan bulmak zor olmayacaktır. Amerika, bunun çok iyi farkındadır. Bu nedenle de o tarihten sonra hedef olarak gördüğü her ülkenin gemisi kaptansız kalsın, bir kaptan çıktıysa da işlevsiz bırakılabilsin, diye geminin birliğini bozacaktır. Hedefteki ülkelerin idealsiz, yörüngesiz, muhteris bürokratları vardır nasıl olsa. Onlar devreye sokulup gemide bir isyan, darbe tertip edilebilir pekâlâ. Siyaset bilimi literatürüne “şok doktrini” olarak geçecek soğuk savaş yöntemi, bundan başkası değildir. Rahmetli Adnan Menderes’in necip tabiatında Türk milletinin 27 Mayıs 1960’da tecrübe ettiği de budur: Türkiye gemisi, tarihî rolünü ifa edip dünyanın mazlum insanları için Nuh’un Gemisi olamasın, diye kayalara çarptırılmıştır.

Evet, Walt Whitman, Abraham Lincoln’ü Amerika’yı birleştiren yanlarından ötürü O Captain! My Captain! diye anar ve onun ölümüne ağıt yakar. Can Yücel’in, milletimizin içinden geçenlere aşinalığıyla dikkat çeken o güzelim Türkçesiyle: Oy Reis! Koca Reis! Türkiye’de, Türkiye Cumhuriyeti Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı sevenler ona, “Reis” diye hitap etmekteler. Whitman’ın söz konusu şiirini Türkçemize tercüme eden bir başka isim Memet Fuat, şiirde geçen “kaptan” kelimesini olduğu gibi almış, şiirin adına O Kaptan! Canım Kaptanım demiş. Tahmin edileceği üzere şiirin içeriğinde de bu iki kişiliğin, tercüme anlayışlarındaki farklılıkları aşan kavrayış farklılıkları var. Amacım şiiri ve tercümesini konuşmak değil… Amerikalılar için Amerika kıtası, yerinde duramayacak kadar büyük bir gemidir. Bu nedenle de içinde farklı cinsten, çeşitten, idrakten insanların olduğu bir gemi tahayyül ederler. Bu kavrayışa kolay gelmemişlerdir. İç savaş yaşamışlar, yetmemiş ten renklerinden ötürü Afrikalılara zulmetmişlerdir. Sonunda o büyük gemiyi oluşturan insanların, biyolojik hayat süren yığınlardan ibaret birer zavallı olmasını sağlayıp gemiyi yürütecek asıl unsurların, yani dünyada dirlik düzenlik koymayan vahşi küresel sermayenin, varlığını önemser hale gelmişlerdir. Öyle ki bugün için Amerika’da geminin kaptanının, tıpkı mürettebatın kalmadığı gibi bir önemi kalmamıştır. Amerika, başladığı yerde değildir… Abraham Lincoln’den Trump’a gelindiğini Whitman görse ne diyecek idiyse, Obama için de farklı bir şeyi söyleyemezdi kanımca. Amerika, halkını bir sürü olarak gören ve o gemiyi dünyanın mahvı pahasına yüzdüren bir yapıya sahiptir artık. Kaptanın varlığı önemsizdir. 20. yüzyıl Amerikanoların yüzyılı olmuştur ama 21. yüzyılda dünyada işlerin değişeceği açıktır. Olmasın, diye onlarca yıldır uğraşılan bir şey olmaktadır bugün: Tarihî kaderinden uzaklaştırılan ve “bir daha asla İslamî tefekküre dönemez” denen Türkiye, her zihniyetten insan için sığınılacak bir gemi olma özelliğine kavuşmaktadır. Bu bakımdan insanlığın hayrı için Türklerin yüzyılının başlamasının gereği vardır. Amerika’yı biyolojik hayat süren yığınlardan oluşmuş bir gemiden kıta olarak görüp ona “kaptan” diyenler ile Türkiye’yi, insanlara ne ise o olduklarının hakkını teslim edecek insanların yurdu olarak görüp de bu uğur için içlerinden çıkardıkları birine “reis” diyenlerin mücadelesi bir gün başlayacaktır. Mürettebat, tam da bu noktada önem arz ediyor. Tüm mesele, bu noktadan sonra, Türkiye gemisinin mürettebatının böylesi bir büyük Türkiye’nin tahayyülüne hazırlanmasıdır.

Türkiye tahayyülü

Şair Nâzım Hikmet, Türkiye’nin coğrafî konumuna bakarak, onun, Uzak Asya’dan gelip Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzandığını söyler. Türkiye’yi coğrafî bir konumdan ibaret gören anlayışın, Türkiye tahayyülünün buharlaşması anlamına gelen bir siyaseti yıllardır benimsediğini anlatmak tatsızdır. Türkiye, o kısrağın başından ibaret değildir. O kısrağın ayaklarının değdiği yerler kadar gitmek istediği yerler de vardır, olmalıdır da. Tarihin şahitliği bu noktada davayı sabit kılmaktadır: “Türkiye tahayyülü”nün yokluğu bugün dünya siyasetinin tüm dengesizliğinin nedenidir.  Amerikalılar, kıtalararası seyrüsefer eden gemilerine “kaptan” ararlar. Türkler, kıtalararası seyrüseferlerini sadece gemi yolculuğu olarak görmedikleri için kaptan değil “reis” seçerler. Onların karada da aldıkları, alacakları bir yol vardır. Can Yücel, doğru kelimeyi seçmiştir. Reis, denizlerde de karada da Türklerin tahayyülüne denk düşer. Maalesef onlarca yıldır “Türkiye tahayyülü”nden uzak, yörüngesiz bir halde dolaşıp durduk. Hatta böylesi bir tahayyülden uzak düştüğümüzü gösterirsek Batı’nın bizim peşimizi bırakacağını sanan siyasîlerimiz oldu. Türkiye, böyleleri yüzünden her on yılda bir üzerinde “şok doktrini” uygulan bir toplum haline geldi.

“Birleşik Amerika” fikri de ondan sonra onun yanı başında şekillenen “birleşik Avrupa” fikri de dikkat çekmeye çalıştığımız bir tahayyül ameliyesinin neticesinde hâsıl olmuştur. Hayal edenler, farklı farklı meşrepte insanlardır. Yöneldikleri gaye ortaktır. Türk entelektüelleri, şairleri, yazarları, akademisyenleri ve hatta gazetecileri, 1861-1865 yıllarında iç savaş yaşayan Amerika’nın karmaşası içinde “birleşik Amerika”nın düşünü görenler ile İkinci Paylaşım Savaşı cehenneminde “birleşik Avrupa”nın düşünü görenler kadar olamayacaksa, ne Türk milletinin ne de onun içinden çıkaracağı reislerin geminin yol alamamasında bir günahları yoktur. Tahayyülü gerçek kılan onun sorumluluğunu üstlenenlerdir. Avrupalı entelektüeller yüzlerce yıldır “birleşik Avrupa” hayaliyle yanıp tutuşurlar. Siyasîlerini bu yöne sevk ederler. Türkiyeli entelektüeller, şairler, yazarlar, devlet adamları, gazeteciler, akademisyenler acaba ne için yanıp tutuşmaktadırlar? 

İşte tam da bu nedenle Türkiye’de Necip Fazıl’a sık sık dönmek ve ona biricikliğini veren hususiyeti görmek gerekir. Necip Fazıl, yaşadığı zamanın gerektirdiği argümanları öyle hakkıyla kullandı ki Türkler, Kürtler, Araplar, bu büyük şairin gayesini layıkıyla anladılar. O, Adnan Menderes’i milletinin tarihî kaderini benimsediği için destekledi. Rahmetlinin vefatı ardından Zeybeğin Ölümü’nü yazdığında, Whitman’ın kavramaktan uzak olduğu bir tahayyülü dile getiriyordu:

Zeybeğimi birkaç kızan, vurdular

Çukurda üstüne taş doldurdular

Ya bir de kalkarsa diye kurdular

 

Zeybeğim Zeybeğim ne oldu sana

Allah deyip şöyle bir doğrulsana!

Lincoln’ü öldürenler, sadece onu öldürmüş oldular. Ancak Menderes’e kıyanlar, “kızan”lardı ve ola ki bir daha ayağa kalkar diye de üstünü taşla doldurmayı ihmal etmemişlerdi. Fakat Türkiye, Amerika’ya benzemiyordu. Amerika, alıklardan oluşan bir yük gemisi haline getirilmişti. Türkiye’nin gemisinde ise 15 Temmuz’da görüldüğü gibi her bir fert şaşırtıcı bir şekilde birer reise dönüşebiliyordu. Türkiye’nin tarih boyunca bütün gücü, mürettebatını, alık bir yığın olarak değil içinde reislik idesini taşıyan birer cevher olarak görmesiydi. Türkiye, halkını biyolojik yaşantı süren bir yığın olarak görmüyordu ve bu sayede halkı, millet olabiliyordu. Türk tarihî tecrübesi biliyordu ki idealsiz, yörüngesiz, muhteris kişiler çoğalabilirdi ama şuur sahibi bir millet, ancak bir süre kaderinden uzak düşebilirdi. İşte tam da bu nedenle nesilleri alıklaştıran değil onlara ideal sunan bir talim, terbiye verilmeliydi. 

Rüzgar kimden yana?

İkinci Paylaşım Savaşı’ndan beri dünyada siyaset, halkların alıklaştırılması esası üzerinden yürümekte. Amerikan halkı alıklaştırılmıştır. AB vatandaşları, ömürlerini keyifle süren turistlerden ibarettir. 1946’daki Marshall yardımının içerdiği şartlardan biri de Türkiye’de Amerikan tarzı yayın yapan dergilerin oluşturulmasıydı. Maalesef geçen zaman içinde Türkiye’de de ömrünün hazzını sürmek isteyenlerin sayısı hayli çoğaldı. Ama her şeye rağmen Zeybek’ten Reis’e Türkiye gemisi, hep “Allah!” deyip yoluna koyulmasını bildi. Amerika, Amerikalığını yapacak da Türkiye, Türkiyeliğini yapmayacak mıydı? Elbette yapacaktı. Türkiye gemisi, tarihî rolünü üstlenebilmek, evvelce üstlendiği sorumlulukları yenileyebilmek üzere kıyılarından kıvrılıp kendini engelleyen zihinsel sınırları aşarak rotasında yol almaya çalışıyor. Yaşadığı sarsıntılar bu yüzden. Ama zaman, yani rüzgar; Necip Fazıl, rahmetli Menderes ve daha nicesinin sevgiyle derdine düştüğü, yükü ağır bu Türkiye gemisinden yana…

@CelaliFedai