Zirveye neden Türkiye damga vurdu?
ABONE OL

NATO'nun 2022 Madrid Zirvesi, Avrupa-Atlantik güvenlik haritasının yeniden şekillendirilmesinin önünü açacak önemli bir dönüm noktası oldu. Bilindiği üzere bu zirvede, müttefikler İttifak'ın yeni algıladığı tehditler doğrultusunda NATO'nun sorumluluk alanını netleştirerek ne tür tedbirler alacaklarını belirlediler. Bu bakımdan Zirve tarihsel bir öneme sahip.

İki önemli mesaj

En son 2010 Lizbon Zirvesi'nde İttifak üyeleri tarafından bir ortak olarak görülen Rusya artık NATO müttefikleri için ciddi bir tehdit olarak ilan edildi. Çin de ciddi bir zorlayıcı aktör olarak Zirve sonuç bildirisinde yerini aldı. Bu yeni tehdit algılamasının bir uzantısı olarak 30 müttefik üye Madrid Zirve'sinde iki mesaj verdi: İlk mesaj, Ukrayna Savaşı ile bağlantılı olarak, İttifak'ın mevcut Rus saldırganlığı karşısında NATO'nun caydırıcılığını ciddi bir biçimde kuvvetlendirileceği mesajıydı. İkinci mesaj, kendilerini Moskova tehdidi altında hisseden Finlandiya ve İsveç gibi ülkelerin NATO üyeliklerinin desteklenmesiyle İttifak'ın 10. Maddesinin- ki açık kapı politikası yani NATO'nun yeni üyeler aracılığıyla genişlemesi anlamına da geliyor- Moskova tarafından asla engellenemeyeceği mesajıydı.

İttifak Politikalarında Yeni Dönem

Zirve öncesi dış basındaki değerlendirmelere göre, Türkiye'nin kendi meşru güvenliği ile ilgili olarak -Ankara'ya yönelik uygulanan askeri yaptırımlar ve terör desteğiyle ilgili meseleler- İki İskandinav ülkesinin üyeliğine karşı koymuş olduğu blokaj İttifak'ın Ukrayna Savaşı sonrası genişleme politikasının önündeki en ciddi engeldi. Ankara'nın meşru talepleri her ne kadar NATO'nun güvenliğin bölünmezliği ilkesinden kaynaklanıyorsa da Avrupa ve ABD menşeili yorumlar Türkiye'nin bu haklı itirazına bir süre pek sıcak bakmamayı tercih etti. Bu kesimler için, İsveç-Finlandiya ikilisinin güvenlik endişelerini hızlı bir genişleme yoluyla garanti altına almak, diğer bir NATO müttefiki Türkiye'nin PKK, PYD, FETÖ gibi güvenlik endişelerini göz ardı etmekten daha büyük bir aciliyete sahipti. Bu tür bir bakış açısının NATO'nun güvenliğin bölünmezliği ilkesine aykırı olduğu yönündeki Türkiye'nin itirazı, aslında İttifak açısından çok temel bir meseleye dokunduğundan bir süredir Brüksel yani NATO bürokrasisi tarafından da ciddi bir biçimde ele alınıyor, Türkiye'nin kararlılığı nedeniyle krizin bu NATO zirvesinde aşılıp aşılmayacağının bilinmediği ifade ediliyordu.

Türkiye'nin kararlılığı

Ankara, Mayıs ayından itibaren büyük bir kararlılıkla NATO'nun bir güvenlik örgütü olması sebebiyle bir müttefikin güvenliğinin diğerinin aleyhine gerçekleştirilemeyeceğinin altını çiziyordu. Nitekim Madrid Zirvesi'nden birkaç gün önce de Ankara'dan yapılan açıklamalarda, Türkiye'nin terör ve savunma sanayi yaptırımları konusundaki hassasiyetlerinin İttifak'a yeni üye olmak isteyen iki İskandinav ülkesi tarafından kabul edilmemesi halinde, bu ülkelerin üyeliğini kabul etmeyeceğini net olarak tekrar edildi. Dolayısıyla, NATO İttifak politikaları açısından son yılların en ciddi ve en görünür krizini yaşıyordu. Yukarıda Madrid 2022'de Müttefiklerin verdiği mesajlara bakarsak, bu krizin aşılamaması olasılığının Brüksel ve Müttefikler için ne anlam ifade ettiğini daha net anlarız. Sonuçta krize bağlı gerilim, Madrid Zirvesi'nden önce toplanan 4'lü mini zirveye ve sonuçta açıklanan üçlü Mutabakat Muhtırası'na yani İsveç, Finlandiya ve Türkiye bazı taahhütlerde anlaşıncaya kadar devam etti. Meselenin NATO çatısı altında Madrid Zirvesi'ne bağlı olarak bir anlaşma üzerinden halledilmesi ve Türkiye'nin güvenliğine yönelik taahhütlerin üye olmaya çalışan iki aday adayı ülke tarafından yazılı olarak kayda geçirilmesi bu noktada Türkiye için taşıdığı önem kadar İttifak'ın iç politikaları ve bundan sonraki müzakere zemini için de çok önemlidir. Bu nedenle Madrid 2022 Zirvesine – ki Stoltenberg tarafından dönüştürücü bir Zirve olarak tanımlandı- Türkiye'nin damga vurduğunu söyleyen yorumlara hak vermek gerekir.

Washington olayın neresinde?

Üçlü Mutabakat gibi bir sonuca ulaşılıp ulaşılmayacağı belirsizken örneğin krizin başında daha Mayıs ayında, bazı Avrupalılar soruna "kolay bir pazarlıkla" çözüm bulma derdindeydiler. Buna göre, ABD'nin Türkiye'nin talep ettiği F-16'ların modernizasyonu ve satışı meselesinde Türkiye lehine hareket etmesi halinde Ankara'nın İsveç-Finlandiya konusundaki taleplerinden vazgeçebileceği beklentisi dillendiriliyordu. Halbuki, Türkiye'nin aradığının meseleye "kolay bir çözüm" olmadığı anlaşılıyor. Ankara İttifak politikaları çerçevesinde bir kısa yoldan ziyade Türkiye'nin güvenliğine daha ciddi yaklaşılması merkezli bir bakış açısının peşindeydi. Elbette muhataplarının çok farklı bir güvenlik kültüründen gelen iki Kuzey Avrupa ülkesi olması belirsizliği artırıyor ama NATO bürokrasisine de bu iki Kuzey Avrupa ülkesinin stratejik kültürünün dönüştürülmesi üzerinden Soğuk Savaş sonrası dönem için önemli bir misyon veriyordu. Bu açıdan Ankara'nın açtığı yolun Washington tarafından da önemli görüldüğünü söyleyebiliriz. Hatırlanacaktır; Washington, krizin başlangıcında, müttefiklerine bu meselenin Ankara ve iki İskandinav ülke arasındaki bir mesele olduğunu ve onların çabalarıyla sonlandırılacağını ifade etmiş ve böylece müzakerelerin gidişatını da belirlemişti. Aslında, ABD yönetimi kendisi açısından bu meseleye en son noktada müdahil olarak Washington'un Ankara'yla mevcut sorunlarının bu müzakerelerin bir parçası olmasını böylece engellemek istemişti. Bu şekilde Üçlü Mutabakat ve NATO'nun verdiği mesajların gücünün birbirini tamamlama şansı doğmuştur.

Türkiye ve ABD'nin krizi bu şekilde ele almasının ikili ilişkilerdeki tıkanıklıkları aşmak konusunda kolaylaştırıcı olabileceğine de değiniliyor. Gerçekten de NATO Zirvesi sırasında ABD Başkanı Biden ile Cumhurbaşkanı Erdoğan arasında yapılan ikili görüşmelerde Biden'ın bu Üçlü Mutabakat anlaşmasından memnun olduğunu ifade ettikten sonra, ABD'nin Türkiye'ye olan desteğin devam edeceğini söyleyerek ikili ilişkileri ayrı bir yerde konumlandırması dikkat çekicidir. ABD Başkanı'nın bu sıcak açıklamalarıyla birlikte, Washington'un Ankara'nın F-16 talepleriyle ilgili beklentilerinin olumlu bir seyir izleyeceği yönünde yorumları bizleri ciddi bir beklentiye soktu. Umalım ki, Washington'da Kongre F-16 meselesinde Biden'ın verdiği sözleri boşa çıkartmaz ve bu açıdan bir ilerleme sağlanırsa İttifak politikaları ve ikili sorunları birbirinden ayrı tutarak NATO ruhunu güçlendirmeye yönelik Ankara, Washington ve Brüksel'in çabalarının değer kazanacağı gerçeğini göz ardı etmez.

Yeni Soğuk Savaş'ın ilanı

Bu Zirveyi önemli kılan bir başka husus, NATO'nun bundan sonraki on yıllık yol haritasını açıklayıcı kılmasıydı. Bizler, bu yol haritasını incelediğimizde İttifak'ın ideolojik olmayan bu Soğuk Savaş üslubuyla eski fabrika ayarlarına- bazı farklılıklarla beraber- döndüğünü görüyoruz. Aslında, İttifak bildirgesinde yer alan maddelerin satır aralarına baktığımızda, Doksanlarda işbirliğine yönelik güvenlik ve kriz yönetimini misyonlarını öne çıkaran NATO'nun var olmaya devam ettiğini görmekteyiz. Ama aynı NATO artık kuvvetlendirilmiş İttifak caydırıcılığını her türlü İttifak misyonunun üstüne çıkarmakta. Böylece NATO 1990'lı yılları bir yanılsama ile geçirdiğini de itiraf ediyor. Bilindiği gibi Doksanlı yıllarda, Rusya ve Çin'e öncelik veren angajman politikasının gerisinde, Batı'nın ve dolayısıyla NATO'nun Rusya'yı yenerek Soğuk Savaşın galibi olmaktan kaynaklanan bir aşırı özgüveni olduğu biliniyor. İttifak bu bağlamda askeri, ekonomik ve teknoloji alanlarındaki üstünlüğe dayanan özgüven refleksiyle hareket ederek sonuçta uygulamakta olduğu liberal kurumsal angajman siyasetinin bu iki revizyonist ülkenin dönüşümünü gerçekleştireceğine inanmaktaydı. O tarihlerde Soğuk Savaştan yenilmiş olarak çıkan eski rakip bir Rusya ile iktisaden henüz dikkat çekmeyen bir Çin faktörü bu yanılsamanın temel noktasıydı.

Yeni tehditler

1995'e kadar özellikle Rusya ile Barış için Ortaklık (BİO/PfP) ilişkisini bağlamında temas kuran ABD, bu özgüvenin bir yansıması olarak NATO'nun önceliğini anılan tarihten sonra İttifak'ın genişlemesine ve renkli devrimleri desteklemesine vermişti. Elbette bu kayış ile beraber Moskova ile ilişkiler bozulmaya başlamıştı ama Washington'un Rusya'nın revizyonist bir aktöre dönüşeceği senaryoları görmezden geldiğini de bugün daha net anlıyoruz. İlerleyen dönemlerde Rusya'nın yakın çevresinde iddialı ve saldırgan tutum izlemesi de zaten bir yandan Rusya'nın güvenlik endişelerinin zayıf bir aktör olarak nispeten gözardı edilmesi politikasının bir uzantısıdır, diğer yandan ABD Başkanlarının yapmış olduğu bazı jeopolitik hatalar sonucu açılan boşlukların Moskova tarafından bir fırsat olarak doldurulmasının bir sonucudur. Batı'nın birçok hatalı politikasına rağmen, tekrarlayalım Rusya'nın 2008'de Gürcistan'da Güney Osetya-Abhazya'yı işgal etmesi, sonra 2014'te Kırım'ı ilhakı ve en nihayet 24 Şubat 2022'de Ukrayna'ya saldırarak savaş başlatması asla meşru bir eylem değildir. Moskova'nın bu saldırgan davranışları uluslararası hukukun doğrudan çiğnenmesiyle sonuçlanmıştır. Rusya, Trans-Atlantik alanın sınırlarında revizyonist bir aktör olarak ortaya çıkmıştır ve bu nedenle de İttifak'ın "doğrudan en ciddi tehdit" tanımlamasına mazhar olmuştur. Soğuk Savaş döneminde ABD ve NATO kendine öncelikli tehdit olarak Rusya'yı hedef almışken Çin Halk Cumhuriyeti'ni de o dönem ideolojik algı çerçevesinde küçük bir tehdit olarak görmüştü. Bugün ise, İttifak her ne kadar Rusya'yı esas ciddi tehdit olarak ilan etmişse de Soğuk Savaş döneminden daha öncelikli bir Çin rekabeti ile karşı karşıya kaldığını da açıklamaktadır. Kimilerine göre bu açıklamalar, NATO'nun tehdit algılaması bağlamında öncelikli hareket alanını Avrupa-Atlantik'ten Asya-Pasifik'e -dolayısıyla Çin'e- doğru kaydıracağı günlere bir hazırlık. Aslına bakarsanız NATO'nun gelecek on yıl içerisinde Asya-Pasifik'te nasıl bir görünüm alacağı henüz tam olarak net değil, NATO hala bir Trans-Atlantik ittifakı ve İttifak'ın doğu kanadında Rusya'nın kara-hava-denizden sınırlandırılması artık nettir.

Türkiye'nin özem konumu

Halihazırda, İttifak Madrid Zirvesi'nde Rusya'yı doğu kanadında sınırlandırmak üzere 400 bin yakın asker konuşlandırma kararı almış ayrıca buralara askeri teçhizat konuşlandırmaya başlamıştır. NATO'nun bu yeni jeopolitik tehdit değerlendirmesi içinde, Türkiye'nin coğrafi konumu şüphesiz ciddi bir önem kazanmıştır. İttifak Madrid'de aldığı kararlarla Rusya'yı sınırlandırmak ve daha fazla yayılmasını engellemek için şimdi kuzeyde yeni İskandinav ülkelerin İttifak'a katılması sonucu yeni bir cephe geliştirilirken, Moskova'nın Karadeniz-Akdeniz ve Kafkaslar 'da sınırlandırılması gerçeğinde Türkiye göz ardı edilemeyecektir. Bakmayın, düne kadar Türkiye'nin terör konusundaki endişelerini göz ardı eden Batılı müttefiklerimiz Ankara'nın yeni Soğuk Savaş sonrası dönemde kazandığı yeni askeri ve savunma kabiliyetleriyle sınırlarının ötesinde sahada sergilemiş olduğu başarıların farkındadır. Eskiden beri, NATO'nun içinde ikinci büyük konvansiyonel güç olması, Boğazlar rejimi üzerindeki kontrolü gibi nedenle Rusya karşısında Türkiye'nin Batı güvenliğine çapalanmasına önem verilmiştir. Bugün Türkiye'nin söz konusu kendi güvenlik çıkarları olduğunda stratejik otonomi doğrultusunda davranabileceği de bilinmektedir. Bu nedenle Türkiye'nin Yeni Soğuk Savaş'ın taşları döşenirken İttifak politikalarını etkileme ve kendi özgün durumunu pekiştirme şansı ortaya çıkmıştır. Bu özgün durumu ve özel konumu Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın eski bir futbol oyuncusu olması hasebiyle yürüttüğü lider diplomasisine bağlayanlar da var. Türkiye'nin Finlandiya ve İsveç'in üyeliklerine yönelik itirazları sonucunda kazandıklarını ister lider diplomasinin ve Erdoğan'ın bu diplomasi içinde inşa ettiği caydırıcı güce, ister yapısal faktörlere bağlayalım, Türkiye'nin pozisyonunun Soğuk Savaş'ın başlangıcından daha farklı bir biçimde çizildiğini kabul etmeliyiz. Zaten bu nedenle Ankara aynı anda hem NATO ruhunu güçlendirici hamle yapabiliyor hem de Batı ve Rusya açısından bir denge politikası sürdürdüğünü ifade edebiliyor.

Somut kazanımlar

Türkiye'nin dörtlü görüşmeler öncesinde, Finlandiya ve İsveç'ten dört talebi vardı, bunlar; 1) adı geçen ülkelerin PKK, YPG, PYD, FETÖ gibi terör örgütlerine yaptıkları desteğin kesilmesi, 2) bu ülkeler tarafından iadesi istenen terör mensuplarının Ankara'ya teslimi, 3) Askeri ambargo ve yaptırımların kalkması, 4) yasal düzenlemeler. Şimdi, ortaya çıkan Üçlü Mutabakatta Finlandiya ve İsveç'in Ankara'nın dört talebini de kabul ettiği görülmekte. Bu durum, dış basının da vurguladığı gibi, Türk diplomasisi açısından tarihi bir zafer ve kazanımdır. Üçlü Mutabakat içinde, Türkiye'nin Soğuk Savaş dönemi ve sonrasında NATO'da dillendirdiği terör konusundaki talepleri bu sefer ve ilk kez yazılı olarak bir metne geçirilmiştir. Bu durum artık önemli bir referans noktasıdır, zira Batılılar tarafından düne kadar YPG/PYD ve FETÖ terör örgütü olarak kabul edilmezken bu belge ile artık terör örgütleri oldukları tescillenmiştir. Bu belge hem terör gruplarına hem de terör gruplarının NATO dışındaki destekçilerine yönelik doğrudan net bir mesajdır. Daha da önemlisi, bu belgenin referans alınması suretiyle Türkiye özellikle Irak ve Suriye'deki terörle mücadelesindeki haklılığını da artık dünya kamuoyunda daha rahat dillendirebilecektir. Bundan sonra gerek FETÖ gerekse de PKK ve YPG/PYD dahil uzantıları ile mücadelede Ankara'nın elinde Batılıların da onayladığı meşru bir belge vardır. AB ve NATO arasındaki ilişkinin kuvvetlendirilmesi esnasında Türkiye'nin "özel" konumunun değerlendirildiği günlerin gelebileceğiyle ilgili senaryolardan bahsedilirken bu belgenin önemi bir kere daha ortaya çıkmakta. AA'nın haberlerine göre bu durumun bazı çevrelerde şimdiden bir kaygı yarattığını görüyoruz. Örneğin, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi Dışişleri Bakanı Kasulidis Üçlü Mutabakattan duyduğu rahatsızlığı dillendirirken Türkiye'nin bu mutabakat neticesinde PESCO'ya (Yapılandırılmış Daimî İşbirliği Mekanizmasına) katılma olanağı sağlandığını sözlerine eklemiştir.

Şüpheciler kulak versin...

Yükselen yeni Soğuk Savaş koşullarında AB'nin Stratejik Pusulasının altını doldurması zor görünüyor. Bu nedenle, PESCO gibi mekanizmaları AB'nin esnek yorumlaması pekâlâ mümkün olabilir. Kıbrıs Rum Yönetimine ve diğer kaygılılara seslenelim: korkunun ecele faydası yok. Doğu kanadını geçtim NATO'nun Güney kanadında da yani Akdeniz'de de Türkiyesiz güvenliğin sağlanamayacağı ortada. Türkiye'nin stratejik otonomisi çerçevesinde geliştirildiği hareket alanı ve İttifak içerisindeki tecrübesi NATO ile ilişkisini kuvvetli bir biçimde tanımlamak zorunda olan AB için yeni bir anlam kazanabilir. Avrupa'nın esnekleşemeyeceğini düşünenler Soğuk Savaş'ı bambaşka bir ruhla sürdüren İsveç ve Finlandiya'nın geldiği yere baksın. Bu arada, Madrid dönüşü Üçlü Mutabakata şüpheyle yaklaşanlara en iyi cevabı Cumhurbaşkanımız Erdoğan 'eğer İsveç ve Finlandiya Mutabakatın koşullarını yerine getirmezse, bu ülkelerin NATO üyelik onayını parlamentoya getirmeyiz' diyerek vermiştir, bunu da unutmayalım. [email protected]