Zor zamanda üretmek
ABONE OL

Prof. Dr. Aysun Bay Karabulut / Malatya Turgut Özal Üniversitesi Rektörü

İnsanlık tarihi krizler tarihidir. Eğer türümüzün dünya üzerindeki serüvenini bir grafiğe aktaracak olsaydık, bu grafiğin periyodik aralıklarla düzenli bir şekilde yükselip alçalan sistematik eğrilerden oluştuğunu görürdük. Savaşlar, doğal afetler, ekonomik krizler, salgın hastalıklar ve kıtlıklar... Bütün bunlar her zaman tarihimizin ve yaşamımızın bir parçası olmuş, türümüzün varoluşuna yön vermiş, sosyal hayatımızdan kültürel birikimimize, siyasî yaklaşımlarımızdan gündelik pratiklerimize kadar bize dair her şey üzerinde biçimlendirici rol oynamıştır.

Felaket sonsuza dek sürmez

Bununla birlikte tarihin hiçbir döneminde herhangi bir felaket "sonsuza dek" sürmemiş, belirli bir dönem devam eden krizler süreç içerisinde kırılarak sona ermiştir. Bir başka ifadeyle, krizler grafiğinin eğrisi aşağı indiği kadar, hatta ondan daha fazla yukarı çıkmıştır. Bunun anlamı, tarihimizin krizler tarihi olduğu kadar müreffeh dönemler tarihi de olduğudur. Herhangi bir kriz ile mücadele etmeye bunu not ederek başlamak gerekir.

Yeni bir kriz dönemi

Küresel ölçekte çok katmanlı bir sarsıntı yaratan pandeminin sonuna henüz gelmiş olmasak da, özellikle 2021 yılının ortalarından itibaren felaketin ağır ekonomik etkilerini her alanda yaşamaya başladık. Dünyanın en uzak köşelerine kadar ulaşan ve sözde ulusal sınırları buharlaştırarak yerküreyi küçük bir köye dönüştüren küresel sermaye ve ürün dolaşım ağının, üretim merkezlerinde yaşanacak yalnızca birkaç aylık bir kesinti ile birlikte nasıl korkunç bir krize yol açabileceğini yaşayarak gördük. Kapitalizmin "ortadan kaldırdığı" iddia edilen ulusal sınırlar birkaç hafta içinde yeniden belirginleşti, "kendilerine yetmekle kalmayıp dünyayı da domine ettikleri iddia edilen büyük güçler" komşularının sağlık malzemelerine el koymaya teşebbüs eden korsanlara dönüştüler.

Pandeminin ilk dönemlerindeki o ürkütücü karmaşa sona ermiş gibi görünmekle birlikte, belirli bir dönem atıl hale gelen üretim ve dolaşım mekanizmalarındaki aksaklıkların etkileri her geçen gün artarak kendisini göstermeyi sürdürüyor. Enflasyon, fiyat artışları ve finansal piyasalarda yaşanan takip edilmesi güç dalgalanmalarının özellikle Türkiye gibi birçok yönden küresel ekonomiye önemli oranda bağlı ülkelerde ürettiği sorunlar, mevcut ekonomi anlayışlarının sorgulanması yönündeki eğilimleri doğal olarak tetikliyor.

Kuşkusuz coğrafi konumu ve bölgesel iddialarına ilave olarak küresel güçlere karşı yürüttüğü açık ve örtülü mücadele dolayısıyla son iki yüzyıldır "ekonomi sopası" ile terbiye edilmek istenen Türkiye'nin ekonomik dönüşüm gerçekleştirme yönündeki eğilim ve arzusu yeni değil. Özellikle son yirmi yıldan beri dışa bağımlılığın azaltılmasının ve "salt finans ekonomisinin" ötesine geçmenin hedeflenmesiyle "yerli ve milli üretime" dönük kararlı adımların atılması ve Türk ekonomisine bu çerçevede bir hedef belirlenmesi önemlidir ve vurgulanmalıdır. Fakat son dönemlerde yaşanan ve Türkiye'nin rasyonel ekonomik göstergeleriyle uyumlu olmayan yapay finans krizinin Türk ekonomisinin tabir yerindeyse "üretim yoluyla millîleşme" yönelimini hızlandırdığını da vurgulamak gerekir. Nitekim Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan'ın ilan ettiği "üretim, istihdam ve ihracat" endeksli yeni ekonomi paketinin de bunu amaçladığı görülmektedir.

Cep telefonu mu, buğday mı?

Son yıllarda dolaşıma giren ve dillere pelesenk olan bazı gösterişli söylemler var: "Artık teknoloji çağındayız. Şu veya bu telefon markasının, dijital aygıt ya da otomobil şirketinin yıllık cirosu ülkemizin GSMH'sinden daha fazla. Dolayısıyla tarımsal üretimin yetersiz olduğunu düşünüp ah vah etmek yerine teknoloji üretimine odaklanmalıyız. Küresel bir otomobil ya da bilgisayar ürettiğimiz takdirde buradan elde edeceğimiz ekonomik gelirle diğer bütün ihtiyaçlarımızı da zaten fazlasıyla karşılarız. Buğday ya da zeytinyağı değil, cep telefonu ve otomobil üretimine odaklanmalıyız." Bu tür sözleri her yerde duyuyoruz. Akademik mahfillerde, kahvehanelerde, sokaklarda, televizyon ekranlarında, radyo istasyonlarında... Peki, bu türden iddiaları dillendirenler gerçekten de haklı mı?

Doğrusu artık teknoloji çağında olduğumuz ve küresel rekabet sisteminde güçlü ve istikrarlı bir yer edilebilmek için bu çağın gerektirdiği ekonomi ve üretim faaliyetlerini ciddiye almamız gerektiği noktasında herhalde kimsenin şüphesi yoktur. Nitekim Türkiye'nin son yıllarda giderek daha fazla yoğunlaşan savunma sanayii alanındaki yatırımlarına ilave olarak elektrikli yerli otomobil üretme girişimleri, nükleer enerji, uzay ve sağlık çalışmaları, söz konusu önemin tarafımızdan idrak edildiğini açık bir biçimde gösteriyor. Bu sürecin geri döndürülemez olduğu ve tıpkı okuma yazmayı öğrenen birinin daha sonra bunu unutmasının mümkün olmaması gibi Türkiye'nin bu alandaki farkındalığının yitirilecek bir şey olmadığı söylenebilir. Fakat yukarıda özetlenen iddiaların özellikle tarımsal üretim ile ilgili kısmının doğru olmadığını, ayrıca tehlikeli bir algıya yol açabileceğini de not etmek gerekir. Bunu pandemi döneminde yakından gördük ve hâlihazırda görmeye de devam ediyoruz.

Modern korsanlar

İnsanlık koronavirüs pandemisine hazırlıksız bir şekilde yakalandığında, öncelikli olarak çoktan beri aklından çıkmış olan salgın hastalıkların tıpkı tarihte olduğu gibi halen kendisi için ciddi bir tehlike haline gelebileceğini müşahede etmek zorunda kaldı. Ayrıca hiç hesaba katmadığı bazı doğal afetlerin kısa süre içerisinde küresel ekonomik sistemi ve ticari ürünlerin dolaşım ağını, fakat en çok da gıda ve sağlık piyasalarını altüst edebileceğini acı bir şekilde öğrendi. Kriz ortamında cep telefonu ya da nükleer enerjiden, elektronik araçlardan, pahalı otomobillerden veya ses hızına ulaşan uçaklardan daha fazla maske, ilaç, temizlik malzemesi, hastane, yatak ve gıdaya ihtiyaç duyacağını gördü. Ülkeler, krizin büyüklüğüne bağlı olarak yalnız kalabileceklerini, gündelik sağlık ve yaşam ihtiyaçlarını karşılamakta güçlük çekebileceklerini, hatta kendilerine ait olan bazı yaşam malzemelerinin "modern korsanlar" tarafından yağmalanmak istenebileceğini bile fark ettiler.

Kriz dönemlerinde neyin önemli ve değerli olacağını görmek aslında hiç de zor değil. Pandeminin yoğun olduğu ilk dönemlerde küresel sermayeye hükmeden, büyük teknoloji şirketleri ve hesapsız ekonomik kazanımları olan "büyük devletlerin" vatandaşlarını tedavi edebilecekleri hastane ve yatak bulamadıklarını, can havliyle ülkelerinden geçen maskelere el koyduklarını ya da yaşanan ilaç sıkıntısını hatırlayalım. Şimdi de bunları bir yana bırakıp son günlerdeki finansal karmaşanın ülkemizde hemen birkaç gün içerisinde neden olduğu sonuçları, kendimiz üretmediğimiz için fiyatları akıl almaz bir hızla artan ürünleri, kendimiz üretiyor olsak da anlaşılan "yeteri kadar üretmediğimiz" veya fırsatçılık yapıp stoklamaya başladığımız için ulaşılması iyiden iyiye zorlaşan şeyleri düşünelim. Ekmeği, yağı, çay ve kahveyi, süt ve yumurtayı, eti, hatta kâğıt ve sarf malzemelerini düşünelim. Ve hükümet tarafından finansal piyasalara yerinde bir müdahale yapılamamış olması durumunda sürecin nerelere ulaşabileceğini hayal edelim. Ne kadar da ürpertici değil mi? Evet, ama aynı zamanda neyin önemli ve değerli olduğunu, hiç kuşkusuz neyi, ne kadar ve ne zaman üretmek için işe girişmemiz gerektiğini anlayabilmemiz açısından da yerinde bir zihin egzersizi bu. O zaman tekrar soralım: Cep telefonu mu, buğday mı? Hangisi daha önemli? Cevabı çok açık değil mi? Önce buğday, sonra cep telefonu.

Kim üretecek?

En başından söyleyelim, herkes, tüketim ağı içerisinde yer alan herkes, aynı zamanda üretim ağı içerisinde de yer alacak. Taşıma su ekonomisinin belirli aralıklarla ve kaçınılmaz olarak kriz ürettiğini bir kez daha yaşayarak idrak ettiğimiz ve bu kısırdöngüden çıkarak uzun vadeli kalıcı bir ekonomik istikrar ortamı oluşturmanın tek yolunun "azami üretim" olduğunu tekrar anladığımız bu günlerde hiç vakit kaybetmeden herkesin elini taşın altına koyması gerekiyor. Ülkemizin nüfusu sürekli artıyor. Dolayısıyla her yıl belirli oranlarda artan bir üretim düzeni oluşturarak ürünümüzün bir bölümünü uluslararası ticaret ağlarına dâhil etme gerekliliğimiz de bunun bir parçası. Her türlü tahıl, sebze ve meyve ile büyükbaş ve küçükbaş hayvancılık ya da kümes hayvancılığı değil yalnız, aynı zamanda iğneden ipliğe, plastikten çeliğe, kâğıttan mürekkebe yahut inşaat ve sağlık malzemelerine kadar büyük küçük farkı gözetmeksizin üretebileceğimiz her şeyi üretmeli, üretemediğimiz şeyleri üretmek için de girişimlerde bulunmalıyız. Üretim düşüncesini bir çeşit "ideoloji" haline getirmeli, günün sonunda çocuklarımıza ekonomik açıdan çok daha güvenli bir sistem bırakmamızın ancak bu şekilde mümkün olabileceğini aklımızdan çıkarmamalıyız.

Topyekûn bir üretim sürecine girmemiz gereken bu süreç içerisinde en önemli görevin kurumlarımıza, özellikle de üniversitelerimize düştüğünü özellikle belirtmek isterim. En başta bulundukları bölgelerin üretim kapasiteleri doğrultusunda çalışmalarına hız kazandırmaları gereken üniversitelerimiz, bir yandan sistematik şekilde ve planlı bir artışla kendi üretimlerini gerçekleştirirken diğer yandan da vatandaşlarımızın üretim çalışmalarına rehberlik görevi üstlenmelidirler. Bulundukları bölgelerdeki çiftçilere tohum desteğinden ziraat ve hayvancılık bilgisine kadar her alanda katkı sağlamalarına ilave olarak akademik birikimleri ile sanayi üretimine de öncülük etmeli, bu alandaki bölgesel işbirliği imkânlarını da son raddesine dek zorlamalıdırlar. Malatya Turgut Özal Üniversitesi olarak biz bunu Malatya'da yapıyoruz ve bundan sonra da bütün akademik birikimimizle yapmaya devam edeceğiz.

Pandemi döneminde yoğun bir şekilde maske ve dezenfektan üretimi yapan Malatya Turgut Özal Üniversitemiz, kuruluşunun gerçekleştiği 2018 yılından beri gerek kayısı gerekse bölgenin ziraat ve hayvancılık potansiyeline ilişkin çalışmalarını aralıksız bir şekilde devam ettirmekle kalmıyor, aynı zamanda sanayi ve iş çevreleri ile her geçen gün daha yakın ilişkiler kurarak işbirliği imkânlarını geliştiriyor. Bu yazı vesilesiyle, geçtiğimiz günlerde katılım sağladığımız "Türkiye-Küba İş Forumu"nda altını çizdiğimiz yaklaşımımızı bir kez daha hatırlatalım: Türkiye'nin sosyal, ekonomik ve kültürel istikrarına ve ülkemizin geleceğine katkı sağlayacak her türlü faaliyet için her türlü paydaş ile işbirliğine kapımız sonuna kadar açıktır.

[email protected]