28 Şubat ve devletin hikayesi

Egemenliğin halkın iradesinde ve âli menfaatinde cisimleşmesi için salt bir teknik veya kurallar bütünü anlamında demokrasinin yeterli gelmediğini belki daha uzun süre tecrübe etmeye devam edeceğiz.

26 Şubat 2022 Cumartesi 07:00
Açık Görüş Haberleri

Ali K. Metin / Şair, Yazar



28 Şubat postmodern darbesini sadece "ideolojik" reaksiyona ve dogmatizme endeksleyerek değerlendirmenin kafi gelip gelmeyeceğine şüpheyle bakmak yanlış olmaz sanıyorum. Türk devlet geleneğinden günümüze kadar intikal eden hususiyetleri göz ardı ederek yapılan analizler, olayı güncel siyasetin ve toplumsal ayrışmaların ürettiği egemenlik krizlerine irca etmekle kalmayıp sınıfsal bağlamından tamamen muaf hale getirebiliyor. Oysa her siyasal problemde olduğu gibi burada da olayın ideolojik boyutuyla sosyo-ekonomik ve sınıfsal boyutunun iç içe geçmiş olabileceğini en azından dikkatimizde tutmakta fayda görüyoruz. Bugün, ideolojik söylemlerin salt ideolojik taleplerden ibaret olmadığını bilecek kadar yüklü bir tecrübeye ve literatürel birikime sahibiz artık. 28 Şubat'ı da bu gözle değerlendirmeye manimiz olamayacağı gibi, Kemal Tahir'in Notlar'ından ve özellikle Çağlar Keyder'in Türkiye'de Devlet ve Sınıflar adlı çalışmasından yola çıkarak Türkiye'deki "sınıfsal" yapıların devlet aklı ve organizmasından beslenme, devleti kendisine bir isnat noktası haline getirme gayretiyle maruf olduklarını söyleyebiliyoruz. Bununla beraber, var olan "sınıfsal" davranışların somut emareler vermekten ziyade dürtüsel nitelikte olduğu, zahiri unsurlar içinde kendisini göstermeyecek kadar gizli tutulma mecburiyetiyle dizginlendiği şüphesiz. Çağlar Keyder, bürokrasinin darbeler yoluyla ipleri eline alma ihtiyacının temelinde yatan sosyo-ekonomik faktörleri tabiri caizse "emekleme" halindeki sınıfsal yapıyla ilişkilendirerek bunun zandan ibret bir iddia sanılmaması konusunda elimize önemli tutamaklar vermiştir.

Ebed müddet anlatısı

Sınıfsal saiklerin tayin edici niteliklerini anlamak için az çok genetik diyebileceğimiz sürekliklere dair farkındalıklara sahip olmak şart. Dolayısıyla devlet organizmasının ve aklının antropolojik hikayesini (evrimini) bilmek, süreklilik gösteren unsurlarla değişenleri tarihsel bir perspektiften ayırt ederek hikayeyi günümüze kadar getirmek icap eder. Bunu yaparken tarihi veya geleneği "metafizik" bir güce dönüştürmeme ferasetini de elbette göstermek gerekir. O yüzden tarihselci okumaların yapısalcı ve dahası yapı-sökümcü okumalarla muhasebe edilerek gerek "devletin hikayesi"ne gerekse 28 Şubat olayına doğru ve gerçekçi bir ışık tutmak adına yeni pencereler açabileceğimizi düşünüyorum. Var olan devlet algısına ve/veya realitesine bağlı olarak iktidar ve siyaset stratejilerimizin biçim kazanıyor olması ise bu meselenin ayrı bir başlık altıda ele alınmayı gerektiren en can alıcı ve reel boyutunu teşkil etmektedir.

Şurası hepimizin sanıyorum teyit edeceği bir gerçek: Devletin varlığı ve gücü Türkler için tarih boyunca bir hayatiyet (varoluş) meselesi olmuş, hana/hükümdara itaat "ebed müddet" anlayışıyla talim edilmiştir. Bu çerçevede "ya devlet başa ya kuzgun leşe" tabiri devleti handiyse kutsallaştıran zihniyetin bir tür toplumsal virdi olmuştur. Gerçi buradaki kutsallaştırmadan kastımız metaforik bir anlama matuf olup esasen karşılıklı çıkar ilişkisine dayalı dünyevi bir içerikle mukayyettir: Koruyucu ve kollayıcı bir güç konumundaki devleti, tebaa için bir beka koşulu olarak meşrulaştırmakla kalmaz, aynı zamanda uğruna her türlü fedakarlığın yapılacağı "yüce" bir değer olarak imler. Dolayısıyla tebaanın bekası devletin bekasıyla koşullu bir boyut kazanır. Tam da bu koşuldan/koşullanmadan mütevellit, tebaanın devleti birinci öncelik haline getirmesi mukadder hale gelir.

Mülk veya egemenlik meselesi

Buraya kadar haklı olarak gayet tabii sayacağımız hatta evrensel nitelikte olduğunu söyleyebileceğimiz bu kabil bir devlet-tebaa ilişkisinin günümüze kadar farklı formlara bürünerek süregeldiğini biliyoruz. Tebaa kavramı yerini millete bırakarak devlet anlayışında şüphesiz çok radikal dönüşümler gerçekleşmiştir. Ancak söz konusu dönüşümün hangi derinlikte ve hangi biçimlerde vuku bulduğunu derinlemesine tefrik edebilmemiz için devlet-tebaa ilişkisini güdüleyen en temel motiflerden birine daha burada dikkatimizi celp etmek gerekmektedir. Bu da devletin (otoritenin) hakimiyet alanını hanedanlığın/hükümdarın mülkü olarak addeden anlayışa şahitlik etmemizle olacaktır. Devleti dolayısıyla vatan topraklarını hanedanın mülkü sayan bu anlayış biçimi, bildiğimiz üzere mülk sahipleri arasında pek çok çatışmaya ve kanlı uygulamalara yol açtığı gibi Türklerin 16 adet devlet yıkıp devlet kurmalarının da başlıca sebepleri arasında yer alır. Cem Sultan vakası bunun tarihimizdeki sembolik diyebileceğimiz örneklerinden sadece biridir. Nitekim taht kavgaları dediğimiz şey mülkiyet hakkı ve taleplerine istinaden devletin sahibi olmaktan başka bir anlam taşımaz. Kemal Tahir'in deyişiyle Osmanlı bir "aile devleti" olmanın getirdiği zaaflarla sürekli cebelleşmek zorunda kalmış, mülkü büyütmeyi belki de tek yaşama şansı diye görmüştür.

Şeyh Edebali'nin ifadesi olarak bildiğimiz meşhur "insanı yaşat ki devlet yaşasın" sözünün bugün siyasetin aktörleri tarafından her fırsatta dile getirilmesi, bahsettiğimiz tarihsel gerçekliğin adeta ironik bir dışavurumu sayılabilir. Devletin daha açıkçası Osmanlı'nın hükümranlığı asıl hedef olarak sabitlendiği halde, mezkur ifadenin bir ters çevirmeyle insanı merkeze alan bir anlama kaydırılması siyaseten meşru ve doğrudur elbet. Ancak tarihsel bir çarpıtmayla malul olduğu da açık gerçektir. Diğer taraftan, tarihsel gerçeklik sabit, durağan bir olgu şeklinde görülemez. Devletin Osmanlı hanedanlığının mülkü olma özelliği "şeklen" devam etmekle beraber zaman içinde "mutlak" olmaktan çıkmış, ulema ve kapıkulu ile belli dengeler içinde paylaşılır hale gelmiştir. Osmanlı'nın son yüzyılından itibaren ayan yani tüccar sınıfı yeni ortaklardan biri olarak yavaş yavaş devreye girmeye başlamıştır. İmparatorluktan ulus-devlete geçme sürecinde "egemenlik" olgusu artık sosyo-ekonomik olduğu kadar ideolojik bir değişim içindedir. Nihayetinde sultanlığın kaldırılması bu sürecin son faslı olmuş, devlet mülkü hanedanlık haklarından tamamen azat edilmiştir. Böylece değişmekte olan egemenlik paradigması iyice netleşerek halk, devlet mülkünün meşru ve yegane tek sahibi olarak yeni hukuki statüsünü kazanır.

Değişimin yetersizlikleri

Ne var ki hanedanlığın egemenliği tarihsel olarak nasıl şekli bir hal almışsa, halkın egemenliği de daha başından itibaren şekli bir veçheye sahiptir. Halkın tebaa olmaktan çıkıp "vatandaş" konumuna gelmesi elbette devrimsel bir değişimdir. Ancak bu devlet mülkü üzerindeki muhtelif egemenlik örüntülerinin varlığını ortadan kaldırmıyor, kaldırmaz. Devlet organik bir varlık olarak kendi tarihsel evrimini yaşamakta, askeri, sosyo-ekonomik, kültürel ve ideolojik güç odaklarının etki ve kontrol alanına "açık" olmaya devam etmektedir. Bu odakların sınıfsal bir potansiyele sahip olsalar bile böyle bir temayül ve bilinçle hareket edip etmedikleri oldukça tartışmalı gözüküyor. Fakat devlet dediğimiz egemenlik aygıtının bizatihi kendi sınıfsal zeminini ve realitesini oluşturduğunu yine Çağlar Keyder'in analizlerine dayanarak söyleme imkanına sahibiz. Devlet, 1500'lerden itibaren Osmanlı'da olduğu gibi güç odaklarının müşterek çıkarları doğrultusunda organize olma kabiliyetini gösterdiği nispette sınıfsal bir karakter sergilemektedir. İdeolojinin burada ayrıştırıcı/netleştirici bir katalizör olduğunu göz ardı etmesek bile, ideolojik saiklerle egemenlik saikleri arasındaki gizil ve kompleks ilişkilerden kaynaklanan belirsizlikleri yabana atmamak gerekir. İktidar ve sınıf olgusunu yapı-çözümcü yaklaşımlarla analiz etmek bunun için büyük önem taşıyor.

Devletin tarihini, Osmanlı sonrasında egemenlik mülkünü kaybetmek istemeyen odaklarla halk iradesi arasındaki çatışma üzerinden okumaya açık bir demokrasi tecrübesine sahibiz. Bu okumayı sadece ideolojik saikler etrafında yapmak, devlet aygıtının antropolojik evrimine bigane kalmakla eşdeğer bir safdillik olacaktır. Sınıfsal talepleri, en genel anlamıyla sosyal ve ekonomik çıkarları devlet gücüyle pekiştirme ve entegre etme çabaları siyasi arenada uygun semptomlarını veriyor. Bugün yaşamakta olduğumuz siyasi kutuplaşmayı da bir tarafıyla egemen sınıfa dahil olma kavgasının bir tezahürü diye ifade etmemiz kanımca yanlış olmaz. Bunun için ideolojilerin oluşturduğu yanılsamalara ve siyasi retoriklere gerçekçi bir şüpheyle bakmak elzem olmaktadır.

Mitleştirilen devlet aklı

Cumhuriyet döneminde devlet, Kemal Tahir'in ifadesiyle "memur ve aydın sınıfın devleti" olmakla beraber, demokrasi faktörü sınıfsal konformizmi en azından müşkül bir duruma sokarak işleri epey daha karmaşık, epey daha dolaylı biçim ve yöntemlere doğru kanalize etmiştir. Devletin kutsalı haline getirilen "resmi ideoloji", şu veya bu ölçüde egemenlik konumuna sahip sınıflar için koruyucu bir aparat olarak olabildiğince işlevsel kılınmaya çalışılmıştır. Oluşturulan hiyerarşik amaçlı anayasal kurumlar ve üst kurullar marifetiyle millet iradesi egemen unsurlara tabi hale getirilmiş, devlet milletin üstünde bir çeşit metafizik bir güç olmaya devam etmiştir. Devletle özdeşleş(tiril)en güçler, kendilerini devletin gerçek sahibi olarak lanse etme hak ve salahiyetini kendilerinde görecek kadar pervasız olabilmişlerdir. Dünyadaki değişim rüzgarları resmi ideolojinin miadının dolmakta olduğunu haber verirken bile "devlet aklı" gibi mitler ve metaforlarla millet iradesinin önüne set koyma istek ve ihtiyacı ortadan kalkmış değildir.

Cumhurbaşkanı pozisyonundaki Süleyman Demirel'in "devlet icabına göre hareket eder, rutinin dışına da çıkabilir" şeklideki beyanları esasen devlete atfedilen hamilik rolünün izharından başka bir anlam taşımamaktadır. Genelkurmay Başkanlığının Milli Savunma Bakanlığına bağlanması konusundaki yasa önerisini reddeden Cumhurbaşkanı Demirel'in, "devlet aklı" argümanının perde arkasında egemen sınıfın refleksleriyle mukayyet bir figür olarak arzı endam etmesi, devlet-millet çatışmasının/bölünmesinin tam anlamıyla tipik bir ifadesidir. Bunun Demirel'in şahsıyla sınırlı kalmayıp oluşturulan cumhurbaşkanı-başbakan hiyerarşisinde kurumsallaşmış olduğunu da ayrıca zaten görüyoruz. Devletin yüksek menfaatleri adına hareket ettiğini varsaydığımız cumhurbaşkanlığı makamı, asli öncelik olarak devleti halka önceleyen "egemenlik" anlayışının tarih boyunca handiyse değişmeyen niteliğini/özünü dışa vurmaktadır.

Demokrasi oyunu

28 Şubat güçleri, kullandıkları ideolojik enstrümanlara rağmen giderek aşınmakta olan egemenlik aygıtının muhafazası ve restorasyonunu kendilerine asıl mesele edinmişlerdir diyebiliriz. İdeolojinin bu süreçlerde egemenlik reflekslerinden izole edilemeyecek zihinsel bir taşıyıcıdan ibaret hale gelmesi işten bile değildir. Resmi ideoloji biraz da bu reflekslerin tarihi ve konjonktürel bir hasılası olarak teşekkül etmiş gibidir. Bununla beraber, son on-onbeş yıllık "devlet - iktidar" tarihimiz, devletin hamisi/sahibi olma iddiası içindeki "egemen" unsurların çaresizliğe mi yoksa başkalaşmaya mı maruz kaldıklarını sormadan geçemeyeceğimiz bir mercek altına alınmayı gerektiriyor. Siyasetin fendi karşısında egemenlik aygıtına yön veren fabrika ayarlarının (resmi ideolojinin) kısmen geçersiz kılınarak kojonktürel bir güncellemenin yapılmış olmasından kayda değer bir ihtimal diye bahsetmek bugün için pekala mümkün. Buysa resmi ideolojinin egemenlik saikleriyle şekillendiğine ilişkin bize önemli bir veri teşkil edebilir gözüküyor.

Ne var ki, ne devletin ideolojik açıdan dönüştürülmesi ne de kuvvetler ayrılığını oluşturan mekanizmalar dahil seçilmiş iradenin üstündeki hiyerarşik unsurların tasfiye edilmesi, egemenlik aygıtını sınıfsal dinamiklerden korunaklı kılmak için yeterli olabilir. Siyaseti kuşatma potansiyeliyle kendisini gösteren sınıfsal ve/veya sosyo-ekonomik güçler, muhtelif iktidar stratejileriyle devlete nüfuz etme becerisini her fırsatta gösterebilecektir. Popülizm bunun belki de en kullanışlı araçlarından biridir. Ancak sürecin her şeye rağmen iki taraflı işleyeceği aşikar: Demokrasi realitesi, bir taraftan da egemenlik aygıtının sınıfsal ve stabil bir yapı içinde kalmasına kolay kolay imkan vermeyecek, dahası var olan stabil unsurları yavaş yavaş çözülmeye uğratacaktır. Aynı zamanda farklı popülizmler devreye sokularak demokrasi bir egemenlik oyununa dönüştürebilecektir. Egemenliğin mobilizasyonuyla kendisini gösterecek bu dinamik ve çatışmalı süreç içinde halkın yeri ve hükmü ne olacaktır dediğimizde ise, bunun cevabını vermemiz doğrusu pek öyle kolay görünmüyor. Egemenliğin halkın iradesinde ve ali menfaatinde cisimleşmesi için salt bir teknik veya kurallar bütünü anlamında demokrasinin yeterli gelmediğini belki daha uzun süre tecrübe etmeye devam edeceğiz.

alikmetin@gmail.com