Prof. Dr. Mazhar Bağlı/ Akademisyen, Yazar
Muhalifler/mücahiter Suriye'deki Baas iktidarını devirince, Esad rejiminin işkence ve katliamlarının boyutları bir kez daha gözler önüne serildi. Nazi faşizmini aratmayan hunharca katliamlar ve insanlık dışı onlarca muamele. Tecavüzlerin ve katliamların bir rutine dönüştüğü yeryüzü cehenneminin kapıları açıldı adeta.
Müslümanların kendi topraklarında, kendi ülkelerinde ve kendi evlerinde, eşlerinin, çocuklarının ve ebeveynlerinin gözleri önünde uğradıkları zulüm arşı inletti. "Mazlumun ahı devirir şahı" demiş atalarımız ve öyle de oldu.
Şam düşünce hem içerideki işkence ve insanlık dışı muameleler hem de ülke dışına kaçan mazlumların yaşadıkları acılar ve Suriye'de yaşanan katliamdan kurtulmak için ülkelerini terk edenlerin durumu ve akıbeti, yaşadıkları acılar ve kötü muamele tekrar gündeme geldi. Esat'ı desteklemekle bir insanlık suçu işleyen ülkemizin solcularını ayrıca yazmak isterim ama şimdilik şu kadarını ifade edeyim: Bizim ülkedeki solcular enternasyonal olduğunu söylerler ama özde faşisttirler, hümanizm iddiasında bulunurlar ama gönüllerindeki kahramanlar dünyanın en zalim diktatörleridir, hukuktan bahsederler ama kafalarındaki ideal yapı terörizmdir, toplumsal eşitlikten bahsederler ama her zaman kendilerini üst sınıfta görürler. Suriye'de insanlığa karşı işlenen suçlara ortak olmaktan dolayı herhangi bir pişmanlık veya mahcubiyet duymayacak kadar da insanlıktan çıkmışlar.
Cehennemden kaçtılar
Rejimin devirmesinden sonra gün yüzüne çıkan manzaraya bakılırsa şimdiye kadar insanlığın şahit olmadığı kadar büyük bir vahşet yaşanmış. İnsanların kendi ülkelerinden kaçışının "keyif çatmak için" olmadığı, kalmaları halinde her gün ölümü bile arzulayacak ve onu dahi bulamayacakları bir cehennemde yaşamaya mahkum edildikleri anlaşılıyor. Bu cehennemden kaçanlara ülkesini ve gönlünü açan dünyadaki tek lider sn. Recep Tayyip Erdoğan oldu. Onun bu duruşu, kendi başına ele alınması ve tarihe not düşülmesi gereken bir konudur ve bu duruş kendi başına bir yazıda ele alınmalıdır.
Suriye'den kaçan mültecilerin yaşadığı acıların sembol isimlerden birisi de hatırlanacağı gibi kaçak yollardan Avrupa'ya gitmeye çalışırken alabora olan bir tekneden denize düşüp boğularak ölen ve cansız bedeni Bodrum kıyılarına vuran Alan Kürdi'ydi. Bir hatırlatma yapmak isterim ki Türkiye kamuoyunda çocuğun adı bazen Aylan olarak yazılır, doğrusu ise Alan'dır. Memé Alan destanında geçer.
Plajda güneşlenen tuzu kuruların çok yakınında sahile vuran çocuğun minik bedeni insanlığın tarihine bir kara leke olarak düştü. Bodrum'da sahile vuran Alan bebeğin cansız bedeni ehli vicdan olan insanların yüreğini kanattı. İnsanlığını yitirmemiş olanların yüreğini dağlayan o fotoğraf karesi hepimizi derinden sarstı. Denilebilir ki biz hariç dünyanın pek çok yerinde mültecilere olan olumsuz bakışı bile değiştirdi. Alan Kurdi'nin gazeteci Nilüfer Demir tarafından çekilen o meşhur fotoğrafı Time dergisi tarafından yılın fotoğrafları listesinde yer aldı. Zira o görüntü aynı zamanda Suriyeli göçmenlerin dramının da bir fotoğrafıydı adeta ve bu büyük acıya dikkat çekmek için de sn. Cumhurbaşkanımız, Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda o kareyi bütün dünyaya göstererek akan kanın durdurulması için çağrıda bulunmuştu.
Alan bebeğin Bodrum sahiline vuran naaşını oradan alıp Kobani'ye bizzat ben götürdüğüm için konu benim için çok daha duygusaldır ve özel bir anlama da sahiptir. Büyük amcamın birinci dünya harbinde Fransızlarla çarpışırken Kobani yakınlarında şehit olup oraya defnedilmiş olmasından ve Suriye'ye komşu olmanın ve orada yaşayan akrabalarımın varlığından çok daha fazlası var benim için.
Ben daha yeni seçilmiş bir milletvekili iken Cumhurbaşkanı sözcüsü sn. İbrahim Kalın beni aradı. Alan bebek ile birlikte boğularak ölen vefat edenlerin cenazeleri, faciadan kurtulabilen tek kişi olan baba Abdullah Kürdi'nin isteği üzerine doğup büyüdüğü Kobani'deki köylerine, defnedilmesini istediğini ve onun bu talebini yerine getirmek için de benim görevlendirildiğimi söyledi.
Propaganda malzemesi yaptılar
Tabii çözüm sürecinin "akan kan dursun diye açtığı koridordan" içeri girip herkesi tehdit eden ve her yeri terörize eden PKK'nın sivil siyaset kanadı hemen bu olayı da sahiplenip ideolojik fikirlerinin propaganda malzemesine dönüştürmek için harekete geçmişti. O masum ölü beden üzerinden oluşan duyarlılığı terörizm için bir meşruiyet aracına dönüştürmeye çalışıyordu. Onların zulmünden kaçıp gelen ve boğularak ölen üç yaşındaki bir çocuğun naaşını "Rojava Devriminin" sembolü haline getirmek için tüm güçleriyle seferber olmuşlardı.
Bodrum'a gittiğimde Vali Bey, ailenin orada olmasına rıza göstermediği başka kişilerin de oraya geldiğini ve edindiği istihbari bilgilere göre de bunların cenaze merasimini sabote etmeyi hedeflediklerini söyledi. Ben de sn Vali'ye "Merak etmeyin ben bu konunun yabancısı değilim. Muhatabımı çok iyi tanıyorum" dedim.
Ailenin istememesine rağmen gönderilen KCK komiserlerinin de içinde olduğu uçakla cenazeleri Ankara aktarmalı bir uçakla Şanlıurfa'ya oradan da Suruç'a götürdüm. Şanlıurfa'ya vardığımda yetkililerin yanında onlardan çok daha kalabalık bir heyet Şanlıurfa Havaalanında bizi bekliyordu. HDP'li vekiller ile CHP'li vekiller cenazeyi kaçırmak istercesine koşturdular. O cansız bedenler ve yüreği dağlanmış bir babanın acısı üzerinden ideolojik ve siyasi bir propaganda yapmanın iticiliğinin ve mide bulandırıcılığının oluşturduğu atmosferin nasıl büyük bir yük olduğunu görmeden bilmezsiniz.
Ama hamdolsun ki aile onların bu çabalarını boşa çıkaran bir duruş sergiledi. Gerek valilik gerekse de güvenlik güçlerinin son derece dikkatli ve titiz bir şekilde organize etmesiyle cenazeler Suruç'a oradan da Kobani'ye bağlı Abdullah Kürdi'nin köyüne götürüldüler.
En son cenazeler defnedilmek üzere mezarlığa götürülürken HDP vekillerinden bir kadın, son bir hamle yapıp ısrarla ve tehditvari bir üslupla bunların "şehitliğe" defnedilmesi gerektiğini söyledi. Ailenin, cenaze sahiplerinin itirazına rağmen bu hakkı kendisinde görüyordu. Fütursuzca talimatlar vermeye devam ediyordu. Ama babanın kararlı duruşu ve akrabaların desteği ile cenazeler "şehitliğe" değil köy mezarlığına defnedildiler.
İtiraf etmeliyim ki bu tekil olay benim için son derece büyük ve devasa birkaç konuyu özetleyen kıymetli ve örnek bir deneyimdir. Bu konu üzerinden bir Suriye okuması bir PKK analizi ve aynı zamanda da bir Türkiye gerçeğini görmek mümkündür.
Esed'in vaatleri...
2011 yılında Suriye'de iç çatışmalar başladığında Alan Kürdi'nin babası Şam'da yaşıyordu. Çatışmaların başlamasıyla endişesi artan baba, Esad yönetiminin sözde Kürtlere ama özde PKK'ya ikram ettiği özerk bölge için sevinmişti. Daha rahat ve güvenli bir diyar inşa ediyoruz propagandasına kanıp sevindi ve bizim de artık bir vatanımız var deyip oradaki evini, işini ve barkını bırakıp Kobani'ye geldi. Zaten kendisi de aslen oralı ve ailesinin büyük bir bölümü de burada yaşıyordu.
Yıllarca oradaki Kürtleri "insan" yerine koymayan Esad birden merhamete gelmiş ve onların yaşadığı bölgeye özerklik ile birlikte aynı zamanda kimlik çıkarmayı da vaat etmişti.
Kobani'ye geldiğinde vaat edilen kimliklerin örgütün yerel komutanları üzerinden verildiğini ve bunun için de bir bedel ödemesi gerektiğini gördü. Bu bedeli ödemeye gözü kesmedi, üstelik eli kanlı çete DEAŞ teröristlerinin de saldırıları giderek yoğunlaşmaya başladı ve o da bu cehennemden kurtulmak için kaçıp Türkiye'ye sığındı. Zaten Rojava sözde özerk yönetimi de her gün ya emirlere itaat edersiniz ya da defolup gidersiniz deyip duruyordu.
PKK'nın her gün yaldızlı cümlelerle propagandasını yaptığı ve bir ütopya olarak lanse ettiği özerk yönetimin egemen olduğu Kobani bir cehennemdi onun için. Zira Abdullah Kürdi köyüne gelip hayalini kurduğu düzenli hayata kavuştuğunu düşündüğü esnada örgüt başına musallat olmuş ve karşılayamayacağı talepleri silah zoruyla istemişti.
Bölge halkı PKK'yı istemedi
Örgütün ideolojisini benimsemeyene adeta yağmurlu havada su bile yok diyen PKK, araçlara yakıt almayı bile örgüte üyelik şartına bağlayınca insanların başka çaresi kalmıyordu. Örgüte haraç vermeye, çocuklarını alıp götürmeye ve geleneklerinden vazgeçmeye direnen her Kürt örgüt için meşru bir hedef haline gelince de hiç kimse PKK'nın egemen olduğu bir yönetimde kalmak istemedi ve Suriye'deki Kürtlerin kahir ekseriyeti Abdullah Kürdi gibi o zaman gelip Türkiye'ye sığındılar. Sayıları yaklaşık üç milyon olan Suriye Kürtlerinin neredeyse bir milyonu Türkiye'de bir milyonu da IKBY ile diğer Avrupa ülkelerindedir bugün.
Abdullah Kürdi, ailesiyle birlikte Türkiye'ye geldiğinde buradaki yabancıların "misafir" statüsünde olduğunu fark edince acaba daha kalıcı bir vatan bulabilir miyim umudu ve hayaliyle önce Avrupa'ya ve oradan da Kanada'ya göçmeyi planlar. Zira bir kardeşi zaten Kanada'dadır.
Kendi birikimini ve ailesinden aldığı borçla karşıya geçmek için yüklü bir para ödeyen ailenin umut yolculuğu büyük bir dramla son buldu. Alan bebek, ağabeyi, annesi ve babasının bindiği bot azgın dalgalarda alabora oldu, bütün aile fertleri babanın gözlerinin önünde ve elinden kayarak suya gömüldü. Babanın çaresiz çırpınışları onları kurtarmaya yetmedi. Adam hayat arkadaşını ve ciğerparelerini kurtaramadı. Bir ömür boyu sönmeyecek bir kor ateş düştü yüreğine. Bana demişti ki "Ruhumun neşe kaynağıydılar. Her an ben de boğuluyor gibi oluyorum".
Rejimin devrilmesi binlerce hatta milyonlarca Abdullah Kürdi'ye Suriye topraklarında tekrar nefes aldıracak umarım. Suriye'de bugün artık yeni bir dönem başladı. İki konuda çok önemli gelişmeler olacağını ön görmek için kahin olmaya hacet yok. Birisi PKK'nın burada tutunması artık kolay değildir. Oradaki Kürt sosyolojisi, örgütün siyasi ve ideolojik yapısına kolayca kendi iç dinamikleri ile eklemlenecek bir yapıda değildir. Ancak silah zoruyla taraftar toplayabilirler. Hiç kimse buradaki PKK sempatizanlarına bakarak oradaki yapıyı mukayeseli bir okumaya tabi tutmasın. Buradaki sosyolojiyi şekillendiren örgütsel ideolojik alt yapı orada yok. Seküler-Kemalist ideolojiyi benimseyen bir Kürt'ün PKK ideolojisini benimsemesi çok daha kolaydır ve bundan dolayı da DEM ile CHP ittifakı sosyolojik olarak çok rahat karşılık buluyor. Ama geleneksel ilişkilere sıkı bir şekilde bağlı olan Suriye Kürtlerinin gönüllülük esasına dayalı olarak örgütün romantik sosyalizmine, yani aile karşıtlığıyla övünen ve din düşmanlığıyla gururlanan fantastik ideolojisini benimsemesi çok zor. Örgütün silaha dayalı tahakkümü azalınca ellerinde bulundurdukları her bir yerleşim birimini bir bir kaybedeceklerini hep birlikte göreceğiz. PKK'nın özellikle buralarda bir destan olarak lanse ettiği ve uğruna Türkiye'deki çözüm sürecini kana buladığı "Kutsal Rojava Devrimi(!)"nin büyük bir fiyasko olduğu çok yakın bir zamanda görülecektir. PKK'nın Suriye'deki Kürtlerle sosyolojik ve kültürel bir bağı yok, Demokratik Suriye Güçleri dediği yapının yereldeki hiçbir yetkilisi ve görevlisi oradaki insanlardan değildir. Çünkü zorbalığı ancak yabancı birisinin eliyle yapabiliyorlar.
ABD'ye güveniyorlar ama...
PKK'nın kendisini başka bir katil sürüsü olan DEAŞ çetesinin ve terörünün alternatifi ve karşıtı olarak gösterip var etmesinin miadı da doldu artık. Ez cümle PKK'yı Suriye'de var eden tek güç ve meşruiyet kaynağı silah ve silahın sahibi ABD'dir. Bu coğrafyada herhangi bir aktör veya durum ABD'yi onları satmaya ikna ettiği gün çil yavrusu gibi dağılacaklar ve bana göre de ABD'nin onları satmasına ramak kaldı.
Frantz Omar Fanon, sömürgecilerle savaşırken onların yöntemini ve sosyal sınıfsal sistemini taklit eden her hareketin sonuçta sömürgeci bir emperyal aktöre ve güce dönüşeceğini söyler. Kürtlerin hukukuna riayet etmiyor iddiasıyla mücadele ettiği sömürgeci güçleri kopyalayan PKK mı Suriye'deki Kürtleri özgürleştirecek? PKK'nın kontrolündeki tüm yerlerde Baasçılık egemendir, sadece etnik adı farklıdır. Suriye'nin Özgürlüğüne kendisini adayan mücahit Suriyeliler, PKK Baasçılığını da devirecekler.