Altın Çağ'ın varisleri bugün neyi sorgulamalı?

Mevcut küresel sistemin yapısal sorunlarına palyatif çözümler mi sunacağız yoksa bu sorunların çözüm adresi mi olacağız? En iyi teori bizzat yaşanarak gerçekleştirilendir. En iyi yenilgi deneyimlenip vazgeçilendir. Bu yönüyle önce sabitelerimizi bileceğiz. Yani “Batı dünyası aydınlanmasını bize borçlu” derken müflis tüccar gibi eski defterleri karıştırmak yerine o deftere yeni sayfalar eklemeye cesaret edeceğiz.

7 Aralık 2024 Cumartesi 13:02
Açık Görüş Haberleri

Engin Özekinci/ Yazar



Medeniyet...

Hepimizin sıkça bahsettiği ve kullandığı bir kavram.

Kiminin içerdiği derin anlamı bildiği ancak kiminin de öylesine kullandığı büyülü bir kavram.

Her şeyden önce medeniyet, bizi biz yapan değerler silsilesidir, tarih sahnesine çıktığımız andan itibaren şimdiye dek sahip olduğumuz kadim birikimlerimizdir.

Üstat Sezai Karakoç, medeniyete şöyle bir anlam yüklüyor:

"Medeniyet, bütün insanlığa hitap eden tarihsel bir olgudur. Medeniyet, insanın sadece fizyolojik ihtiyaçlarına cevap veren bir sistem değil, aynı zamanda manevi ve ahlaki, metafizik ve kültürel isteklerini de karşılama amacını taşır. İnsanı bütün cepheleriyle ele alır."

Evet, üstadın yanı sıra Ziya Gökalp ve Nurettin Topçu da medeniyet kavramına buna yakın bir anlam yükler.

İbn-i Haldun ise medeniyeti adeta yaşayan bir canlı gibi tarif eder ve organik bir varlık olan insanın, kültür ve medeniyeti aklıyla inşa ettiğini söyler.

Ve insanın inşası olan medeniyetlerin de tıpkı insanlar gibi doğduğunu, büyüyüp geliştiğini ve öldüğünü ifade eder. Ona göre medeniyetin ölmesi onun bir başkasına geçmesidir.

Bir arayışın yükü

Peki, ya bizim medeniyetimiz? Dilimize pelesenk ettiğimiz medeniyetimizin kodları nerede saklıdır, medeniyetimiz nereden besleniyor?

Kadim medeniyetimiz derken bir ölüyü mü anarız yoksa bir arayışın yükünü mü taşırız?

Tüm bu sorulara bir çırpıda sarih cevaplar sunamayacağımız aşikâr olsa da deneyebiliriz.

Bugün artık hepimiz Türkistan'la Endülüs'ü Medine ile Balkanları kardeş kılan İslam düşüncesinin ilimle; adaleti,merhameti, yiğitliği Anadolu'da mayaladığını, belirlenen değil belirleyen olma kabiliyetinde bir düşünce sistematiği oluşturduğunu biliyoruz.

Yorgun bir medeniyetin yerine ikame edilen bu yeni düşünce sistematiği ve değerler dizgesi heyecan verici olmakla beraber toplumun tüm tabakalarına tesir edecek, kılcallarına ulaşacak kadar da kuşatıcıydı.

Dahası kültürel karşılaşmalardan galip çıkan bu kodlar insanın fıtratıyla barışıktı, kendini yeniden üretme kabiliyeti ile de mümbitti. Ancak sonra tarihçilerin onlarca farklı gerekçeyle, yüzlerce analizle açıkladığı bir değişim oldu ve rüzgâr adeta tersine dönmeye başladı.

Doğu ve İslam coğrafyası, geçmişteki altın çağın esamesinin bile okunmadığı günlere geldi.

Geçmişte Doğu'nun bilim ve teknolojideki üstünlükleri karşısında Batı, Doğu'dan aldıklarının üzerine farklı ve yeni eklemeler yaparak bilim ve teknolojiyi özünden uzaklaştırarak yeniden Doğu toplumlarına transfer etmişti.

Altın Çağ'ın varisleri

Yani bugün Karanlık Çağ'dan çıkanlar, bilimsel anlamda "aydınlık" bir dönemin mensupları oldu. Altın Çağ'ın varisleri de karanlık bir çağın içinde kendilerine bir çıkış yolu aramaya başladı.

Bu tabloda Doğu toplumlarının elinde kalan ise "Neden geri kaldık?" sorusuna ikna edici bir cevap bulma arayışıdır.

Peki gerçekten ne olmuştu?

Bunun için öncelikle bu soruya verilen tüm cevapların kesiştiği alanda hareket etmek işe yarayabilir.

Doğu toplumlarının sanayide, bilimde, teknolojide geri kalmaları, hülasa kendilerine özgü bir modernleşme tecrübesi olmaması en yaygın olanıdır. Ve buna dair tüm cevaplar da sıkça dillendirilir.

Burada modernleşmeyi bir "kopuş" olarak tahayyül edebiliriz. Modernizm, modern öncesi dönemden üç temel alanda radikal bir şekilde kopuşu temsil ediyor.

Birincisi ontolojik kopuştur. Ontolojik kopuşla varlık Allah'tan ayrı düşünülmüş, ilahi olan dışlanmıştır.

İkincisi epistemolojik kopuştur. Bununla da ilahi bilgiden kopulmuş, insanın sınırlı tecrübi bilgisi putlaştırılmıştır.

Üçüncüsü ise ahlaki kopuştur. İlahi olan dışlandığı için ahlakın kaynağı olan yaratılış kodlarından da uzaklaşılmış, ahlak; hukuktan, bilgiden, siyasetten ve ekonomiden dışlanmıştır.

Böylece modern paradigmaya dayalı tüm fikir ve kurumlar tarihten, fıtrattan, ahlaktan, ruhtan, ilahi olandan uzaklaştırıldı. Bütün bunlar ya paranteze alındı ya da tümüyle denklemin dışına itildi. Bilgi ahlaktan, varlık yaratıcıdan, ahlak ilahi olandan ayrılınca insanı insan kılan bütün bağlar tamamen koptu.

Yapısal soykırım

Modernleşmenin Batı dışı toplumlara ne yaptığı sorusuna ise en kuşatıcı cevabı İslam Hukuku Profesörü Wael Hallaq verir. Hallaq, modernitenin ortaya koyduğu bütün değişimi "yapısal soykırım" olarak nitelendirir. Öyle bir yapısal soykırımdır ki bu; yüzyıllardır Batı emperyalizmi medeniyetimizin tüm müesseselerini hedef almaktadır. Hukuk ve ekonomik sistemimizi, düşünce sistemimizi ters yüz etmektedir.

Evet, geçmişte bu topraklar medeniyetin, ilmin, bilimin merkeziydi.

Nasıl ki bugün on binlerce insan eğitim hayatı için çeşitli ülkelere gidip en iyi eğitimi veren bilimsel kurumları tercih ediyorsa o dönemde de bu topraklar, medreseleri, kütüphaneleri, külliyeleri, dergâhları ile dünyanın dört bir yanından gelen ilim sevdalılarına ev sahipliği yapıyordu. Yani medeniyet ve medeniyetle gelen değerler neredeyse orası tercih ediliyor.

Nedeni ise medeniyetin olduğu yerin her alanda çekim merkezi olmasıdır. Eğitimde, ticarette, tıpta her alanda... Çünkü medeniyet, yaşam alanı bulduğu, nefes alabildiği her coğrafyayı ihya eder.

Ve ardından o çekim merkezi olan, medeniyetin kalbi olan topraklar maalesef diğer toplumlar tarafından birer hedef haline gelir. Tarihte bu hep böyle olmuştur. Neresi gelişmişse, neresi her alanda en iyi ise muhakkak orası bir şekilde hedef haline gelmiştir.

İşte bulunduğumuz bu coğrafya da tarih boyunca bu hedeften hep nasibini almıştır. Ve geçmişte bunun neticesinde bu topraklarda huzur, refah, güven, istikrar gitmiş ve muazzam gelişmişlik yerini maalesef gerilemeye bırakmıştır.

Nitekim medeniyet huzursuzluğu değil huzuru sever, istikrarsızlığı değil istikrarı sever, güvensizliği değil güveni sever. Aksi takdirde medeniyet kendisine huzurlu ve güvenli bir liman bulur, başka coğrafyalara göç eder. Yani bir medeniyet göçü başlar. Medeniyet göçü diyorum. Çünkü medeniyet, sürekli göç eden, tabiri caizse kendisine iyi bakan, kıymet veren, hakkını teslim edene gider, orada yaşar ve yaşatır.

Bu yüzden teşhis de belli, tedavi de belli.

Öncelikle modernite ile beraber yaşanan büyük kopuşa benzer bir kopuş yaşamalıyız.

Öze dönüş maksadı ile sadece eski günleri yad edip anakronik bir düzlemde slogan atmayacağız.

Mevcut küresel sistemin yapısal sorunlarına palyatif çözümler mi sunacağız yoksa bu sorunların çözüm adresi mi olacağız?

Zira en iyi teori bizzat yaşanarak gerçekleştirilendir. En iyi yenilgi deneyimlenip vazgeçilendir. Bu yönüyle önce sabitelerimizi bileceğiz. Yani "Batı dünyası aydınlanmasını bize borçlu" derken müflis tüccar gibi eski defterleri karıştırmak yerine o deftere yeni sayfalar eklemeye cesaret edeceğiz.

"Bugün bir medeniyetin sonunu mu yaşıyoruz yoksa yeni bir medeniyetin doğum sancılarını mı çekiyoruz?" sorusuna hakkıyla bir cevap arayacağız.

Sancılar çekmekten yorulmuş insanlığa bir kurtuluş olmasa da bir kopuş sunmakla yükümlüyüz. Çünkü tarih bize bu sorumluluğu yüklüyor.