Bir meta-paradigma olarak gelenek

Gelenek meselesi ele alınırken birbirleriyle eşdeğer zannedilen şu iki kavramın ayrıştırılması metodolojik ve literal bakımdan mutlak bir zorunluluk olarak göz ardı edilmemelidir; biri “İslam geleneği”, diğeri “geleneksel İslam”.

6 Kasım 2020 Cuma 19:01
Açık Görüş Haberleri

Mehmet Akif Çeç / Yazar



Alem-i İslam’ın son iki asırdır modernitenin meydan okumaları karşısında sahih ve güçlü bir cevap ve çözüm üretemeyişinin yani entelektüel tıkanıklığının en temel sebebinin geleneğe dair yaklaşımlardaki kafa karışıklığından kaynaklandığını iddialı bir tespit olarak öncelikle ortaya koymuş olalım. Batı’nın/modernitenin meydan okumaları karşısında, Batı eleştirisi ya da Batı tasviri yapmaktan öte geçemeyen “yerli” intelijansiyamızın bile; bu meydan okumalara verilecek en güçlü cevabın ve Müslümanları izzete taşıyacak yegane çözümün sahih ve özgün bir meta-paradigma olan İslam geleneğinin yeniden inşası ile mümkün olduğunun hala yeterince farkına varabilmiş olduğunu söyleyebilmek oldukça zordur.

Yanlış gelenek anlayışları

Modernistlerin geleneğe olumsuz yaklaşımlarının, modernist olmalarının bir gereği olarak kendi içinde tutarlı bir yanının olmasına karşın, modernist olmayan ya da moderniteye ve modernist söyleme eleştirel ve hatta karşıt konumda olan bazı Müslüman entelektüellerin de “gelenek” kavramına temkinli, çekimser, mesafeli ve eleştirel yaklaşımı tercih etmeleri asıl yadırgatıcı, tutarsız ve hatta paradoksal bir tutumu ifade etmektedir. Bu çekimserliğin oluşmasında muhtemel iki ana sebebin etkili olduğu üzerinde durulabilir: Birincisi; özellikle modernistlerin ürettiği “gelenek” algısı çerçevesinde; hurafelerin, mevzu rivayetlerin, menkıbelerin, apokrifanın ve de örf, adet, töre ve göreneklerde karşılaşılan olumsuzlukların toplamının gelenek başlığı altında ele alınmasının doğurduğu olumsuz anlam ve imajdan kaynaklanan çekince. İkincisi ise; gelenek kavramının adeta “gelenekselci/Guenoncu ekol”ün tekelinde olması ve dolayısıyla geleneğe, onların yüklediği anlam çerçevesinden bakılmak zorunda kalınması sebebiyle, geleneğin ezeli hikmetle (sofia perennis), dinlerin ve kadim geleneklerin aşkın birliği teorisiyle ve ezoterik bir içerikle anlaşılma şeklinin sahih İslam düşüncesi ile bağdaştırılamamasından ve dolayısıyla gelenekselcilerle aynı safta görünmekten kaçınılmasından kaynaklanan çekince. Modernistlerin bu kavramı kirletmiş olmaları ve gelenekselcilerin de bu kavramı hem etimolojik, hem de literal anlamı itibarıyla tam karşılığı olan “sünne(t)” kavramının çerçevesinden farklı ve netameli bir boyutta ele almaları, bu kavrama karşı bir mesafe oluşmasına da sebebiyet vermiştir.

İslam geleneği-geleneksel İslam

Dolayısıyla gelenek meselesi ele alınırken birbirleriyle eşdeğer zannedilen şu iki kavramın ayrıştırılması metodolojik ve literal bakımdan mutlak bir zorunluluk olarak göz ardı edilmemelidir; biri “İslam geleneği”, diğeri “geleneksel İslam”. İslam ümmetinin bindörtyüz yıllık paradigmal bütünlük, tutarlılık ve sürekliliğini temsil eden “İslam geleneği”nin, bazı sosyal bilimcilerin “halk İslamı-volk/folk İslam” gibi kavramsallaştırmalarla da ifade ettikleri “geleneksel İslam”la eşdeğer ve eşanlamlı okunmasının yani geleneksel İslam’ın İslam geleneğinin yerine de kullanılmasının; esasen İslam geleneğine dair pek çok yanlış temellendirmelerin yapılarak yanlış çıkarımların elde edilmesine ve İslam geleneğinin geleneksel İslam üzerinden yargılanıp mahkum edilmesine bir altlık oluşturduğunun altını çizelim. Bu bağlamda, misal olması bakımından iki önemli mütefekkirin bu meseleye yaklaşımları üzerinde kısaca durmakta yarar var:

Aliya ve İsmet Özel’de gelenek

Aliya İzzetbegoviç’in de, İsmet Özel’in de Batı’ya ve moderniteye köklü eleştiriler getirmelerine karşın aynı eleştirel yaklaşımı muhafazakarlık, hurafe, âdet, töre gibi sözcüklerle ifade ettikleri “geleneksel İslam”la eş anlamlı olarak okudukları geleneğe de yöneltmeleri ve bunlar üzerinden geleneği mahkum etmeleri her ikisinin de bu konudaki açmazlarını oluşturmaktadır aynı zamanda. İsmet Özel’in, iki asra yaklaşan İslamcılık düşüncesi içinde, hakim anlayış olan eklektik (Müslüman kalarak modernleşme) yaklaşıma Türkiye’de ilk köklü teorik eleştiriyi getirerek Batı’yı, tekniği de dahil topyekun reddeden kişi olmasına karşın, yerine ne konulacağı konusunda sistemli ve bütüncül bir çözüm ortaya koyamayışının, çözüm konusunda tıkanmasının en önemli sebeplerinin başında, İslam geleneğine mesafeli yaklaşımı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz, ki zaten somut bir çözüm ortaya koyma noktasında yetersiz kaldığını kendisi de açıkça itiraf etmektedir. 

Özel de, Aliya gibi çözüm olarak Kur’an ve sünnete yönelmeyi önerirken, bu iki temel kaynağın hangi paradigmal ilkelerle, nasıl anlaşılacağı hususunu es geçmekte, dolayısıyla ondört asırdır zaten Kur’an ve sünnet üzerine inşa edilmiş olan meta-paradigmayı/geleneği aradan çıkartarak Kur’an ve sünnetle adeta yeni/yeniden bir ilişki kurmayı teklif etmiş olmaktadır ki, böyle bir ilişki ancak özne-nesne ilişkisine dayalı bireysel, öznel, bilimsel, rasyonel bir ilişki olabilir ve bu durumda da modernistlerle bir nevi aynı tezi savunur duruma düşmektedir. Esasen modernistlerin dinin en sahih anlaşılma biçimi olan geleneği dışlayarak yerine önerdikleri “Kur’an’a (ve kısmen sünnete) dönüş” teklifleri de zaten, bu iki kaynağın, kendi rasyonalist akletme kapasitelerine göre, yeni ve nev-zuhur bir yorumlanma şeklinden başkası değildir. Aliya’nın da moderniteye/Batı medeniyetine köklü eleştiriler getirmesine rağmen, çözüm söylemi olarak teklif ettiği “İslami yeniden doğuş”un (rönesans) bizatihi modern bir retorik oluşu ve getirdiği yaklaşımların ağırlıklı olarak modernist İslamcıların (Efgani-Abduh- F. Rahman) çizgisine yakın bir yerde durması yani çözümü kabaca geleneği red ve “Kur’an’a dönüş” formülasyonu üzerine inşa etmesi onun için de ciddi bir açmazdır. Burada Aliya’nın da, İsmet Özel’in de ve başkaca bazı entelektüellerin de geleneği, geleneksel İslam’la eşdeğer okumaktan kaynaklı bir yanılgıya düştüklerini; modernistlerin ve gelenekselci ekolün ürettiği gelenek algısı üzerinden bir gelenek karşıtlığı geliştirdiklerini, dolayısıyla geleneği doğru konumlandıramadıklarını bir kez daha vurgulamak gerekir.

Yeniden üretilen bir rehber

Geleneksel İslam denilen sosyolojik/antropolojik/fenomenolojik olgudan tamamen farklı olarak gelenek; esasen Kur’an’ı sünnet ekseninde bir anlama biçimi olup; sünnet-i seniyye üzerine inşa edilen zihnin, aklın, epistemolojik perspektifin, icma ve içtihad yoluyla aynı bütünlük ve tutarlılıkla, kendini sürekli yeniden üreterek (tecdid) tevarüs ettirmesiyle süregelen yol gösterici, rehber bir meta-paradigmadır. Moderniteye karşı çıktığı halde çözüm sadedinde “İslam geleneği”ni ikame edemeyen Müslüman entelektüeller maalesef eleştiriden öte gidememekte; bütüncül ve sistemsel bir teori/öneri ortaya koymaktan uzak kalmaktadır. Zira “gelenek” kavramını merkeze yerleştirmeden İslam düşüncesinin önünü açabilmenin ve İslam düşüncesinde sahih ve özgün çözüm, model, tasavvur ve teori üretebilmenin imkanı yoktur. Özellikle modernistlerin zannettiği gibi özgün çözüm ve modeller gelenekten uzaklaştıkça değil, aksine geleneğin içinde kaldıkça üretilebilir; yani nev-zuhur olmak özgün olmak demek değildir. Karşılaşılan meseleler, tek tek, birbirinden bağımsız, kopuk, lokal, tikel bir yaklaşımla ele alınıp çözülemez; çözülmeye çalışıldığında da ciddi tutarlılık problemlerinin ortaya çıkması kaçınılmazdır, bu sebeple ancak bütüncül bir bakış/paradigma içinde sahih ve özgün çözümler ortaya koymak mümkün olabilir. İşte ondört asırdır sabiteleri doğru anlama yöntemi ve bu sabiteler üzerine inşa edilen bir meta- paradigma olarak gelenek, bize bu bütüncül, tutarlı bakışı sağlar. Modern dönemde, gelenekle araya giren kesinti sebebiyle Müslümanlar sahih İslami paradigmadan mahrum kaldıkları için modernitenin meydan okumaları ve önlerine koyduğu meseleler karşısında sistemli, bütüncül, köklü, sahih çözümler üretebilme kabiliyetini de yitirmişler; sentezci, eklektik, palyatif, apolojetik çözümleri gerçek çözüm zannetme yanılgısına düşmüşler; dolayısıyla adeta kendi elleriyle kendilerini çözümsüzlüğe mahkum hale getirmişlerdir.

Gelenek monist değildir

Bir yanda İslam düşüncesi adına “medeniyet” kavramını reddedenler olduğu gibi, öte yanda, medeniyet kavramını dilinden düşürmediği halde gelenek kavramını hiç ağzına almayanların da derin bir paradoks içinde olduğu bir gerçek. Esasen bunların medeniyeti de doğru anlamadıkları, medeniyeti yol, köprü, inşaat gibi architectural, maddi faaliyetlere indirgedikleri çok açık. Oysa bilgiye, bilime, tekniğe, sanata, siyasete, iktisadiyata, sosyolojiye, insana, varlığa, canlıya, eşyaya, doğaya, aleme nasıl bakılması gerektiğine dair üzerinde ittifak edilmiş (icma) üst ilkeler, tümel prensipler kısacası sahih bir paradigma/gelenek olmadan bir medeniyet inşa edebilme imkanı da yoktur. Dolayısıyla bir mega ve meta-paradigma olarak gelenek kendi bünyesindeki alt paradigmalar için de belirleyici tümel bir çerçevedir aynı zamanda. Bu sebeple İslam geleneği; meşruiyet üreten, sınırlayan, çerçeveleyen, ayıklayan, ekleyen, yenileyen, tanımlayan, belirleyen bir üst otoritedir. Geleneği İslam tarihi ve İslam ümmetinden çekip attığınızda, geriye elinizde ne İslam, ne tarih, ne de ümmet kalacaktır. Geleneğin, çerçeve çizen bir “üst otorite” olmasından hareketle onun tıpkı modernite gibi tekçi/monist, dolayısıyla despotik ve dayatmacı bir paradigma/yapı olduğu düşünülmemelidir. Zira geleneğin çerçeve ya da meşruiyet alanı, İbn Teymiyye’den İbn Arabi’ye kadar farklı renk ve tonları içine alacak kadar geniş bir yelpazeyi oluşturmaktadır. Elbette gelenek, kendi paradigmal çizgisi ile uyuşmayan tüm apokrifa ve heterodoksiyi, yabancı/harici unsurları, marjinal-çizgi dışı cereyanları bünyesinden ayıklayarak, kenara alacaktır; bu onun en doğal refleksidir; fakat bunu yaparken, toplum düzenini tehdit etmediği müddetçe, modernitede ve başkaca medeniyetlerde olduğu gibi ötekinin yaşama/varolma hakkını elinden alma yönüne gitmemiş; tarih boyunca her türlü uç görüşler bir şekilde İslam alemi içinde varlığını sürdürebilmiştir; geleneğin onları bünyeye kabul etmemesi de doğal ve anlaşılır bir durumdur ve esasen kabul etmesini beklemek sorunlu bir yaklaşımdır. Geleneğin bünyesi içindeki geniş yelpazenin ortak özelliği; meselelere İslam aklı, İslam zihni, İslami epistemoloji ve metodoloji çerçevesinden, İslami paradigma içinden bir bakışa sahip olması, yani din’le, vahiyle, rivayetlerle, metinlerle içerden (harici ve oryantalist olmayan) bir aidiyet ilişkisi içinde olması, o bütünün bir parçası olmasıdır. Zaten itikadi ve ameli mezhepler, ekoller, içtihadlar da bu anlayışın bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Fakat, Kur’an’la ilişkisini bu meta-paradigmadan kopuk ve başka/yabancı/harici bir paradigma, akıl, epistemoloji üzerinden yürütmeye çalışanların, sahih ve İslami bilgiyi, çözümleri üretebilmesi, dolayısıyla bir medeniyet perspektifine sahip olabilmesi imkanı yoktur. Bir meta-paradigma olarak geleneğin yol göstericiliği, rehberliği olmadan, Müslümanlar olarak sahih bir dini hayatı, kolektif bilinci, bütüncül bakışı, geniş bir yelpaze üzerinde konsensüse dayalı bir dini anlayışı inşa edemeyiz. Bugün, modern uygarlığın meydan okumaları karşısındaki çaresizliğimiz, teslimiyetçiliğimiz ya da özgün bir medeniyet teklifi ortaya koyamayışımızın sebepleri her şeyden önce sahih geleneğimizle olan irtibatımızın kesintiye uğramış olmasında aranmalıdır. Modernitenin iki asırdır süren tahripkar meydan okumalarına karşı alem-i İslam’ın güçlü bir direnç ortaya koyabilmesi ve yeniden büyük bir medeniyet olarak tarih sahnesine çıkabilmesi, öncelikle sahih İslam geleneğinin yeniden inşa ve ikame edilmesine bağlıdır.

Taha Abdurrahman

Modernlik ile gelenek arasında, modernliğin çatışmacı ve reddiyeci doğasından kaynaklı olarak bir dikotomik ilişki sözkonusu olsa da; aynı dikotomik ilişki, modernistlerin iddia ettikleri gibi gelenek ve yenilik kavramları için mutlak geçerli değildir. Her ne kadar modern kavramı “yeni/lik”le ilişkili bir kavram olsa da bu ilişki Batı düşüncesi ve tarihsel tecrübesi içinde, kendi felsefi anlamı ile sınırlıdır. “Modernite” başka bir dile/literatüre ancak kendi kavramsal içeriği ile tercüme edilebilir, salt “yenilik/yenileşme” olarak tercüme edilemez, aksi halde yeni ve yenilik sözcükleri modernlikle sınırlandırılmış ve eşitlenmiş olacaktır. Modernliğin temsil ettiği yeniliğin mutlak “iyi” olarak olumlayıcı anlamda ele alınması modernliğin kendi ürettiği bir algı yanılsamasıdır. Dolayısıyla yeni olan her şey doğrudan modernlikle ilişkili ve mutlak iyi ve olumlu demek değildir.

Muhafazakar zihin

Her gelenek ve medeniyetin olduğu gibi İslam geleneğinin de kendine özgü bir yeni/lik anlayışı söz konusudur ve bu anlamda gelenek ve yenilik birbirine karşıt ve alternatif kavramlar olmadığı gibi, gelenek de yeniliğe ve değişime tamamen kapalı, tutucu, muhafazakar bir yapı/zihniyet demek değildir. Elbette geleneğin, hiçbir surette modernite ile eşdeğer-eşanlamlı bir yenilik ve değişim anlayışı söz konusu olmadığı gibi; kendi paradigmal alanı içinde, kendine özgü bir yenilik (tecdid) ve değişim (teğayyür-tehavvül) anlayışı vardır. Taha Abdurrahman’ın, modernistlerden tamamen farklı bir çerçevede önerdiği yenilik/yenilenme modelini, İslamcılık düşüncesi içinde gerçekten özel bir yere oturtmak mümkün olmakla birlikte; sistemini, geleneğin değil de yeniliğin üzerine temellendirmesi bize göre o modelin temel problemini oluşturmaktadır. Abdurrahman, her ne kadar eklektik olarak geleneğe yaslanmayı önermekte ise de, geleneği bir meta- paradigma olarak merkezi konuma yerleştirmemekte, kalkış noktasını yenilik/yenilenme oluşturmakta yani gelenekten önce yeniliğin inşasını esas almaktadır. Oysa yenilenme bir esas/asıl değil usüldür ve esas (asale) olan paradigma/gelenektir. Abdurrahman’ın, yenilik/yenilenme için “tecdid“yerine, Arapça’da modernite/modernlik kavramının karşılığı olarak da kullanılan “hadâse” sözcüğünü seçmesi, yenilenmeyi, geleneğin bir parçası olan tecdid’ten daha farklı boyutta ele alması sebebiyledir. Yenilenmeyi adeta olmazsa olmaz bir tarih yasası, sünnetullahın bir parçası ve tarihe yön veren devrimci/devinimci bir “ruh” gibi anlamakta, dolayısıyla, “ruhu’l-hadâse” kavramıyla, Batı’ya özgü verili “modernliğin ruhu”ndan değil; ilkesel anlamda bir “yenilenmenin ruhu”ndan söz etmekte ve hakiki yenilenmenin ruhu doğru kavrandığında İslam alemi ve insanlık için sahih bir medeniyet inşasının sözkonusu olacağını düşünmektedir. Üstad Abdurrahman, Batı modernliğinin sahih yenilenme ilkelerinden bir sapma olduğunu, Batı’nın bu ilkeleri kötüye kullanarak insanlığın aleyhine bir yenilik/modernlik modeli ortaya koyduğunu vurgulamakta ve batı modernliğini reddetmektedir. Kendisinin de itiraf ettiği gibi eksikliklerine rağmen, iyi niyetli ve samimi bir entelektüel cehd ürünü ve sahih ve özgün sayılabilecek bir model olan Taha Abdurrahman’ın yenilenmeciliği ile, onunla tamamen zıt bir noktada konumlandırılması gereken Fazlur Rahman’ın modernist-yenilenmeciliği arasında yakınlık ve akrabalık bağı kurmak en hafif tabirle ancak entelektüel körlük olarak ele alınabilir. Zira, Fazlur Rahman moderniteyi, modernitenin getirdiği yenilik ve değişimleri veri/referans almakta ve dini/dini anlayışı modernitenin getirdiği yeniliklerle uyumlu olacak şekilde yeniden yorumlamayı/düzenlemeyi/güncellemeyi önermektedir. Taha Abdurrahman ise, Batı modernliğini ve onun getirdiği yenilik ve değişimi meşru saymamakta; kendince tespit ettiği yenilenmenin temel (ilahi) ilkelerinden hareketle İslami bir yenilenmeyi teklif etmektedir. Dolayısıyla Abdurrahman’ın önerisi içerden, Fazlur Rahman’ın önerisi dışarıdan bir bakışı temsil etmektedir.

Gelenekçilik ve muhafazakarlık

Entellektüellerimizin, muhafazakarlık (conservatism) ile gelenekçilik kavramlarını birbirlerinin yerine ve eşdeğer kullanmaları da yine bu konularda pek çok karışıklığa yol açan durumlardan biridir. Modernist olmadıkları ve hatta moderniteye eleştirel baktıkları halde Özel de Aliya da gelenekçiliği muhafazakarlıkla eşanlamlı ve olumsuzlayıcı bir yaklaşımla ele almaktadır. İslami tecdidin önünde iki ideolojik engel olarak muhafazakarlık ve modernistliği gören Aliya, esasen bu tespitlerinde haklı olmakla birlikte; muhafazakarlığı gelenekçilikle eşanlamlı okuması, onun modernist tezlerden bağımsızlaşmasına da engel olmaktadır. En yalın haliyle ifade etmek gerekirse, gelenekçilik sahih İslam geleneğini; muhafazakarlık ise geleneksel islam’ı (örf, adet, görenek) savunur. Gelenekçilik, harici bir paradigma olan modernliğe temelden karşı iken; muhafazakarlık ise tıpkı modernistler gibi modernite ile eklektik bir ilişki kurma taraftarıdır; modern bilimsel ve teknolojik yeniliklere/değişimlere eleştirel değil gıpta ile bakar. Gelenekçilik; ne geçmişe dönmeyi savunan bir selefilik; ne de geçmişi bugüne taşımayı ve aynen korumayı önceleyen muhafazakarlıktır. Bugün kendini gelenekçi olarak takdim eden ve gelenekçiliği klasik bazı kaynakları, tezleri, yöntemleri, yaklaşımları aynen taklid ve tekrar etmek olarak anlayan kesimlerin gelenek ve gelenekçilik anlayışının da geleneğin ruhuna uygun bir anlayış olduğunu söyleyebilmek zordur. Bunların çoğunluğunun modernite karşısında nasıl bir tutum ve yol izlenmesi gerektiğine dair net ve somut bir fikriyatı, önerisi ve yol haritası dahi yoktur. Bu sebeple geleneğin ve gelenekçiliğin yeni baştan ele alınıp tanımlanması ve tanzim edilmesi gerekmektedir. Bunun için, İslam geleneğini yeniden inşa edecek “gelenekçi okul”un teşekkülü bir zorunluluktur. Yeniden geleneğin büyük alimlerini, mütefekkirlerini, entelektüellerini, müçtehidlerini yetiştirecek olan bu okul; bir meta-paradigma olarak İslam geleneğini ontolojisi, kozmolojisi, epistemolojisi ve metodolojisi ile yeniden inşa edecektir.

Burada kısa bir parantez açmak gerekirse; Aliya’nın, tecdidin önündeki iki engelden biri olarak gördüğü modernistler, bugün bizim anladığımız manada modernist İslamcılar değil; militan modernistler/Batıcılardır; zira Aliya’nın tecdid/yenilenme meselesine yaklaşımlarının çoğunun modernist İslamcıların tezlerine yakın olduğu bir gerçektir ve bundan dolayı da onları tecdidin önündeki engel olarak zikretmesi olası görünmemektedir. Oysa, birbirine tamamen aykırı iki farklı dünya görüşünü sentezlemeye/yamalamaya çalışan modernist İslamcıların, esasen sahih bir İslami tecdidin önündeki en önemli engellerden biri olduğunu da Üstad Aliya’ya ilave olarak biz söylemiş olalım.

Gelenekçilik ve gelenekselcilik

Gelenekçiliği, sıkça karıştırılan gelenekselci (traditionalist) okuldan da ayrıştırmakta fayda vardır. Nasıl ki gelenekçilik sahih İslam geleneğinin yeniden inşası iddiasına dayanıyorsa; gelenekselcilik de İslam’la ilgili boyutları itibarıyla ağırlıklı olarak geleneksel İslam anlayışının nostaljisine dayanmaktadır. Geleneksel olan her şeyi, geleneksel tüm kültür ve dinleri aynı kaynaktan gelen farklı hikmet yolları (ezeli hikmet/sofia perennis) gibi gören gelenekselci okul, geleneği batıni/ezoterik boyutta ele almaktadır. Modernite eleştirileri konusunda zihinlerimize ufuk açıcı katlılar sunmuş olsa da gelenekselci okul, din ve gelenek adına, modern rasyonalizme tepki ve karşı duruş olarak adeta irrasyonel (mistik/ezoterik) bir dünyanın özlemini duymaktadır. Geleneği, pre-modern döneme özgü bir dünyanın nostaljik tasviri gibi ele almaları da negatif anlamda ilerlemeci bir yaklaşım olarak değerlendirilebilir. Esasen her geriye gidiş/tersine dönüş hareketinin zihinsel arka-planında gizli bir ilerlemecilik düşüncesinin olduğunu yani geleneği ve zamanı modern bir zihinle ele aldıklarını söyleyebilmek mümkündür. Gelenekselciliğin bir gelecek projeksiyonu yoktur, geleneksel dönemlerin özlemiyle avunmak onlar için yeterli görünmektedir.

makifcec@gmail.com