Koray Şerbetçi / Tarihçi, Yazar
Bu günlerde korona virüsü sebebiyle hem ülkemizin hem de dünyanın hiç gündemden düşmeyen meselesi hastalık. Covid-19 adlı bu illet, kendisine aşırı güvenen modern insanın tüm alışkanlıklarını birkaç ayda alt üst etti ve tabiri yerindeyse modern hayatı gafil avladı. İnsanlık, tarihte pek çok felakete muhatap oldu. Bu felaketler karşısında âdeta dalgalı denizlerde bata çıka ilerleyen bir gemi gibi günümüze ulaşmayı başardı. Bu sıkıntılı günlerin de aşılacağı muhakkak. Yaşananlar ise önümüzdeki on yıllarda tarihçilerin araştırmaları için verimli bir zaman dilimi olarak kalacaktır. Şimdi bu devrin tarihçisi olarak geçmişte bu topraklarda yaşanmış hastalık mücadelelerine bakarsak yüz yüze geldiğimiz sıkıntıların bize has bir felaket olmadığı, tüm zaman dilimleri içinde insanların da hastalıkların cenderesinden geçmiş olduğu anlayışını kazanmak bir nebze bugünkü mücadelemizde bizlere güç verecektir. Bu anlayışla Osmanlı’dan da önce, Selçuklu Türkiyesi’ne uzanalım.
Selçuklular ve su
Selçuklu Türkiye’sine ait kaynaklar Osmanlı dönemi ile kıyaslandığında çok cılız kalmaktadır. Hele sosyal tarih çalışması yapılmak istenirse bu cılızlık adeta bir kıtlığa dönüşmektedir. Fakat 14. asırda kaleme alınmış bir eser bu durumu biraz olsun hafifletmektedir. Ahmed Eflakî tarafından kaleme alınmış Menakıbü’l Arifin” adlı kitap temelde Mevlevî büyüklerinin menkıbelerini aktarmak amacıyla yazılmıştır. Gelgelelim kitapta menkıbeleri anlatılanların sosyal hayattaki eylemleri bilmeden de olsa bizim için birden bire Selçuklu Türkiye’sinin sosyal yaşamına ait bir kapı açmaktadır. İşte bu kapıdan baktığımızda da hastalıklarla ilgili de pek çok malzemeye ulaşabilmekteyiz. Öncelikle Müslüman bir toplum olan Selçuklu Türkiye’sinde ilk göze çarpan unsur, hastalıklarla mücadele konusunda dönemin Avrupa’sına göre avantajlı konumudur. Bu avantaj, Selçuklu toplumunda temizlik alışkanlıklarının yerleşik bir hal almış olmasından ileri gelmektedir. Bunu Menakıbü’l Arifin adlı eserde çok açık görebilmekteyiz. Vücut temizliğine çok önem veren Selçukluların en uğrak mekanlarından birisi de hamamlardır. Eserde sık sık hamamlardan bahsedilmesi buna bir kanıttır. Bunun yanında Selçukluların kaplıca ve ılıcaları da sık sık ziyaret etmesi hijyen konusunda ne denli bir seviyeye eriştiklerini bizlere anlatmaktadır. Bilhassa 14. asırda Avrupa’yı kasıp kavuracak olan vebaya karşı alınan tuhaf tedbirlerden birinin de yıkanmamak olduğu düşünülürse.
Elbette Selçuklu Türkiye’sinde insanların boğuştuğu hastalıkların başında veba ve cüzzam geliyordu. Bu iki hastalık âdeta bir kabus gibiydi. Bunun yanında veba ve cüzzam kadar korkutucu olmasa da; sıtma, görme azlığı, göbek kuluncu, felç, vücutta beyaz lekelere neden olan baras denilen bir hastalık, ağızdan köpük gelmesi, bebek ölümleri, şiddetli ishal de adı geçen eserde yer alan ve devrin insanlarının boğuştukları hastalıklardandı. Peki bu hastalıklar insanları nasıl etkiliyordu? Devrin hekimleri bunlara karşı neler yapıyorlardı? En başta bir kabus olduğundan bahsettiğimiz veba ve cüzzama karşı hekimlerin elinin dönemin tıp imkanları çerçevesinde çok güçlü olmadığını anlıyoruz. Öyle ki Sultan I. Mesud devrinde, Çukurova’ya yapılan bir askerî harekat sırasında ortaya çıkan veba salgını Selçuklu ordusunu zayıf bir duruma düşürmüş ve Sultan Mesud harekata son vererek süratle geri dönmek zorunda kalmıştı.
Veba ile ilgili olarak dikkat çeken bir olay da II. Kılıçarslan devrinde yaşanmıştı. Ebu’I-Ferec’in aktardığı bir rivayete göre, Alinas şehrinde veba baş gösterir. Türk halka “vebadan ilk önce kimin öldüğü sorulur. İlk ölen kişi tespit edilince bu şahsın mezarı açılır ve ölümünden dört ay geçmiş olmasına rağmen, cesedin çürümediği, gözlerinin kapanmadığı, ağzının açık olduğu, kafasını ve göğsünü saran kefenin yıpranmadığı, sağ kolunun yanına doğru uzandığı görülür. Bunun üzerine, mezarı açtırılan kişinin cesedinin ağzını kapatılır ve o günden sonra vebadan hiç kimse ölmez. Doğal olarak Süryani tarihçinin bu rivayetini doğrulamak zordur. Ama yapılandan hastalığa karşı dönemin insanlarının psikolojisini tespit etmek mümkündür. Zira bu garip uygulamada hedeflenen şey hastalığının kaynağını imha ederek hastalığı def etme düşüncesidir. Bu da veba kabusuna karşı insanların ne kadar çaresiz olduklarına bir işarettir.
Veba sadece Selçukluları değil düşmanlarını da vurmaktaydı. Bilhassa III. Haçlı ordusu Anadolu’dan geçerken birçok sıkıntı ile karşılaşmıştı. Açlık, susuzluk ve elbette “müthiş bir veba” istilacı ordunun belini bükmüştü. Yine Sultan I. Alaeddin Keykubad zamanında başkent Konya’da bir veba salgını baş göstermişti. Eflakî’nin Menakıbü’l Arifin adlı kitabında bahsettiği üzere Hz. Mevlana’nın babası Bahaeddin Veled’i sultana kötüleyen Taberistanlı Kadı Bahaeddin ile bütün maiyeti vebadan ölmüştü. Kadı Bahaeddin’in, yedi gün burnundan kan gelerek ölmesi, Konya’da görülen salgının “hıyarcıklı veba” olduğuna işaret etmektedir. Tabii bahsettiğimiz eser, bu salgında devletin ne gibi tedbirler aldığından, hastalığın yayılmasını önlemek için ne gibi yollara başvurulduğundan bahsetmiyor. Fakat dönemin Konya hastanelerinin gayet faal oldukları göz önüne alınırsa, Selçuklu hekimlerinin tedavi ile meşgul oldukları anlaşılabilir.
Dört sıvının denge hali
Cüzzam tedavisinde ise hasta olan kişilerin kaplıcalara yönlendirildiği görülür. Ama bunların gerçekten cüzzam mı olduğu yoksa ciddi deri hastalıklarına da cüzzam mı denildiği meçhuldür. Fakat cüzzamlı hastalar sadece hamama ve kaplıcalara yönlendirilmezler. Önce kan aldırılması ve ardından hamam yahut kaplıcaya gidilmesi gerekir. Neden mi? Çünkü dönemin tıp bilimi sağlık kavramını ahlat-ı erbaa denilen ve vücutta bulunan dört sıvının denge hali olarak tanımlar. Bu doğrultuda hastalık da doğal olarak bu dört sıvının dengesinin bozulma halidir. Hekimlerin hastaları sağlığına kavuşturmasında birinci vazifesi bu sıvıların dengesinin sağlanmasıdır. Bu nedenle kirlendiğine inanılan kanın akıtılması Orta Çağ’da sık rastlanan bir tedavi yöntemidir.
Selçuklu Türkiye’sinde sağlık kurumlarına için farklı isimler verilirdi. En bilinen isim dârü’ş-şifa idi. Bundan başka; şifahane, maristan, bimaristan, darüssıhha, darülafiye de kullanılan isimlerdendi.
Türkiye Selçukluları döneminde Anadolu’da kurulan hastaneler köklü bir geleneğe dayanıyordu. Bu geleneğin temelini Nizamül Mülk atmıştı. Selçuklular tarafından kurulan ilk Selçuklu hastanesi ve tıp medresesi, vezir Nizamülmülk tarafından Nişabur’da inşa edilmişti. Bu hamle başta hanedan olmak üzere, onlardan esinlenen yüksek bürokratları ve komutanları âdeta birbirleriyle yarışırcasına bir hastane kurma gayretine sokmuştu. İşte bu hayırlı yarış Anadolu’ya da taşınmış ve bir Selçuklu geleneği olarak devam ettirilmişti. Bugün bizim bilebildiğimiz Selçuklu Türkiye’sinin ünlü hastaneleri şunlardır:
Kayseri’de Gevher Nesibe Dârü’ş-şifası ve Gıyasiyye Tıp Mektebi, Sivas’ta Keykâvus Dârü’ş-şifası, Konya Dârü’ş-şifaları, Divriği’de Behram Şah’ın kızı Turan Melik hastanesi, Çankırı’da Selçuklu Emirlerinden Atabey Ferruh Dârü’ş-şifası, Kastamonu’da Ali Pervane’nin Dârü’ş-şifası, Tokat’ta Pervane Bey’in Dârü’ş-şifası.
Emzirme yurdu
Ama sağlık kurumlarına verilen önem darü’ş-şifalarla sınırlı değildi. Selçuklular hastalıklarla mücadelede destekleyici başka sağlık kurumları da kurmuşlardı. İmaretler, Darülacezeler, Kör evleri, Cüzzamlılar yurdu ve Çocuk emzirme yurdu bu tür kurumların başlıcalarıdır. Bu kurumlar doğal olarak sağlam bir sağlıkçı kadrosunu da barındırmaktaydı. Ahali, hastalık durumlarında bu kurumlarda görev yapan hekimlere güvenerek ve rahatça başvurabiliyorlardı. Bu rahatlığın temelinde hekimlerin donanımı kadar sosyal hizmet anlayışı da yatmaktaydı. Çünkü Selçuklu hastanelerine başvuran hastaların ilaçları da buralarda yapılırdı ve hastalara parasız olarak verilirdi. Selçuklu sağlık kurumları vakıf tarzında yapılardı. Bu nedenle onların günümüze ulaşan vakfiyelerinden anlaşıldığına göre bu hastanelerde başhekim, hekim, cerrah, kehhal (göz doktoru) ve eczacı gibi personel çalışmaktaydı. İşin daha önemli yanı sağlık kurumlarının devletçe desteklenmesiydi. Çünkü Türkiye Selçuklu Devleti civar ülkelerle sağlam bir ticaret faaliyeti yürütüyordu. Bu ticarî canlılığı korumak adına Anadolu’da ortaya çıkacak salgın hastalıkların önlemesi de devletin temel görevleri arasında sayılıyordu. Bu hassasiyet dolayısıyla Selçuklu hekimleri hem savaş zamanın hem de barış zamanında halkın sağlık ihtiyaçları ile yakından ilgilenmek zorundaydılar. Müslüman bir toplumun hükümdarı olan Türkiye Selçuklu sultanları da ilahî emanet saydıkları tebaalarının temel ihtiyaçlarını karşılamak hem de ülkede ticaret hayatını canlı tutmak için, Anadolu genelinde sağlık kuruluşlarına gerekli önemi vermişlerdi. Sözün özü, insan olma ortak paydasıyla Orta Çağ insanı ile modern zamanların insanlarının hastalıklarla yüz yüze gelmesi hiç değişmeyen bir olgudur. Bunun yanında Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin koronavirüs salgınındaki dünyaya örnek olan başarılı mücadelesinin sırrını biraz da Anadolu’nun dört bir yanını darü’ş-şifalarla donatan ve halkına ücretsiz sağlık hizmeti veren Selçuklu Devleti’nin geleneğini sürdürmesinde görürsek sanırım çok da abartmamış oluruz.
korayserbetci@gmail.com