Mustafa Ekici / Yazar
"Gerçek kurgudan daha acayiptir. Çünkü kurgu olabilirlikleri gözetmek durumundadır. Gerçeğin öyle bir zorunluluğu yoktur oysa."
Mark Twain
Mark Twain’in bu muhteşem sözünü Alev Alatlı’nın Dünya Nöbeti adlı serisinden anımsıyorum. Sözün ihtişamı, gerçeğin katı dünyasından kurgunun yaratıcı, kuşatıcı ve neredeyse sonsuz sayıda seçenekle bezeli dünyasına çağrısından. Politika ile ama özellikle de uluslararası politika ile uğraşanların mesleki başarısı, insana neredeyse kıpırdama imkânı bırakmayan gerçeğin kült/solid, tekçi dünyası ile kurgunun çoklu, esnek dünyası arasında bir denge kurarak gerçeğin içinde kilitli mahkumlara yepyeni ufuklar, yepyeni dünyalar sunabilmesinde yatıyor.
Geriye sadece tortu kalır
Toplumları gündelik hadislerden yola çıkarak tanımlamak hatadır. Toplumlar gündelik hadiselerden daha karmaşık, daha sağlam ve kalıcı varlıklardır. Şüphesiz mitoloji, din, tahayyül ve bütün bu muazzam varlığı ete kemiğe büründüren dil, mevsimler gibi süreğen biçimde gelip geçen nesiller arasında harika ve canlı bir yaşam zemini kurarak bunu davranışa, ahlaka, değere dönüştürerek yeniden ve yeniden üreten kültürle toplumlar gündelik hadiselerden çok daha kapsamlı varlıklardır. Ağır hadiseler, sarsıcı olaylar yaşanır, kısa veya uzun bir süre etki altına alır toplumları ve küçük bir tortu bırakarak silinip gider. Tarih içinde biriktirdiği muazzam mirasına yaslanarak yoluna devam eder toplum. Türkçe söz varlığında bunu betimleyen muhteşem bir söz var: Ölen ölür kalan sağlar bizimdir. Ve toplumları tarih içinde kurucu aktör haline getiren işte bu birikimler, bu birikimlerle gündeliğe karşı takındığı tutum, değere dair inançlı duruştur.
Buradan sözü son günlerde gündeme düşen Ermenistan Azerbaycan çatışmasına getirmek istiyorum. Yeni nesiller belki tarihten yansıyan çarpık resimlerle meseleye farklı bakabilirler. Ancak yukarda belirtildiği gibi meseleye katı ve can acıtan gerçekleri değil olasılıkları, olabilirlikleri temel alarak yaklaşmak her zaman ufuk açıcıdır. 1917 Bolşevik devriminin yarattığı boşlukta kurulan Kafkasya devletlerinden biri de Ermenistan Cumhuriyeti’ydi. Ermenistan, Gürcistan ve Azerbaycan’ın kurulması merkezinde Türkiye’nin olduğu bir Milleti Müttehide vizyonuna işarettir. Ermenistan Cumhuriyeti’ni tanıyan ilk devlet, Osmanlı Devleti olmuştur.
4 Haziran 1918 tarihinde Ermenistan Cumhuriyeti ile Osmanlı Devleti arasında imzalanan protokolle taraflar birbirlerinin mevcudiyetini ve toprak bütünlüğünü tanıdılar. Ardından İstanbul’a resmi bir heyet gönderen Ermenistan Osmanlı ile sıcak ilişkilerin kurulması konusunda oldukça gayretli davranmıştır. Karşılık olarak Osmanlı da Gürcistan ve Azerbaycan’dan daha da önce Erivan’a Ferik Mehmet Ali Paşa’yı askeri ve siyasi temsilci olarak atamıştır. Öte yandan Ermeniler adına irade koyan başka odaklar da vardı şüphesiz, Ermenistan kurulurken aynı zaman diliminde Osmanlıya karşı Rus ve Fransız saflarında savaşan Ermeniler de vardı. Bu ittihada taraf olanlar ile ihanet içinde olanlar da kendi aralarında kıyasıya bir mücadele içindelerdi. Benzer bir tablo bugün Kürt milliyetçisi çevrelerde gözlenmektedir.
Yine çok değerli olduğunu düşündüğüm bir iki detaya değinmek lazım; büyük devletlerin tanımadığı Ermenistan Hükümeti üyeleri Ermenistan Cumhuriyeti ilan edilmiş olduğu halde Erivan’a güvenlik sebebi ile intikal edemiyor ve Tiflis’te bulunuyorlardı. Ermeni Hükümeti’nin Erivan’a intikali 17 Haziran 1918 tarihinde iki Alman subayı ile Vehip Paşa’nın görevlendirdiği bir Osmanlı subayı eşliğinde üzerinde Osmanlı bayrağı dalgalanan araçlarla gerçekleşmiştir. 1 Ağustos 1918’de Ermenistan Cumhuriyeti Meclisi açıldığında sadece Osmanlı temsilcileri, Ermenistan’ı tanıyan ülke temsilcisi olarak açılışta hazır bulunmuşlardır.
‘Husumet bitmiştir’
21 Haziran 1918’de Hayrenik gazetesi, Kafkasya Ermenistan Cumhuriyeti temsilcileri ile yaptığı mülakatta ‘Türkiye sayesinde elde edilen hüviyetimiz ancak Türkiye’nin sağlam desteğiyle payidar olabilir. Türkiye ile dostça geçinmek istiyoruz. Rusların Türkiye aleyhine Ermenileri kışkırtması yanlıştır ve bu kışkırtmaları hükümet olarak dikkate almayacağız, Ermeni-Türk husumeti bitmiştir. Hatta dostluğu filizlenmektedir’ gibi dikkat çekici ifadelere yer vermişti. 6 Eylül 1918’de Sultan Vahdettin, Cuma selamlığında Aharonian başkanlığındaki Ermenistan heyetini kabul etti. Ermenistan heyeti, Osmanlı Devleti’nin Ermenistan’ın bağımsızlığını tanıyan ilk ülke olmasını hiçbir zaman unutmayacaklarını vurguladıktan sonra iyi ve dostluğa dayalı ilişkiler kurma arzularını dile getirdiler. Sultan da aynı şekilde memnuniyetini ifade ederek Ermenistan’ın yalnız gelişmesini değil bağımsızlığını daima koruyabilecek güçte olmasını dilediğini belirtmişti. Ermenistan Hükümeti, İstanbul’daki temsilcilerle yazışmalarını Osmanlı temsilcileri üzerinden yapmakta sakınca görmüyordu. Erivan’dan gönderilen telgraflar, Osmanlı memurları aracılığıyla İstanbul’daki Ermenistan heyetine ulaştırılıyordu. Hatta Osmanlı Hükümeti, ulaşım ve iletişim imkânlarının yetersizliği nedeniyle uzun bir süre Erivan ile bağlantı kuramadıklarını ve tahsisatlarını alamadıklarını ifade ederek borç isteyen Ermenistan Cumhuriyeti temsilcilerine üç bin lira tahsis etmişti. (*)
Kurucu akıl
Bütün bu anlatı bir kurucu akla işaret ediyor. Osmanlı’nın Ermenilere dair bir gelecek vizyonuna delalet ediyor. Büyük Batılı güçlerin devreye girmesinden hemen sonra kaynatılan fitne kazanına en çabuk atlayanlar, şüphesiz geriye doğru abartılı bir mazlumluk tarihi de yazarak Ermeni havsalasını esir alacak olan Ermeni ileri gelenleri oldu. Nitekim esasında yüzyılı aşkın bir süreden beri Ermenileri bir ülkede yaşamaya değil, bir mezarlıkta yas tutmaya mahkûm etmişlerdir. Evet Ermenistan, içinde insanların başı dik ve huzurla yaşadıkları bir devlet değil, süreğen biçimde canlı tutulan bir yas ve bununla köpürtülen bir kin ile zehirlenen devasa bir mezarlıktır aslında. İsrail bundan farklı değil. Ya da kurucu bir vizyona dayanmayan diğer ülkeler.
Mesela Yunanistan’ın nasıl bir tezi var Türkiye için? Daha geniş alalım, Türkler, Araplar, Müslümanlar için... İsrail’in kendi eli ile inşa ettiği gettosundan çıkabilecek özgüveni var mı? Araplar, Filistinliler, Müslümanlar, Hristiyanlar vs. için nasıl bir vizyona sahip? İçine çekilmeye çalışıldıkları kanlı yolların sonunda mesela Kürt milliyetçisi çevrelerin Türkler, Araplar vs. için nasıl bir tezleri var? Ya da her ağzını açtığında ‘Türk’e Türk’ten başka dost yoktur’ diyen çevreler Rumlar, Ermeniler, Kürtler vs. için nasıl bir gelecek vizyonuna sahip? Ya da yüzyıl evvel yaşanan talihsizliklerle inşa ettikleri ‘1915 mezarlığında’ yüzyılı aşkın bir süredir ağır bir yas ve bunun yarattığı sağalmaz kinlerle, korkularla boğuşan Ermeni çevrelerin Azerbaycanlılar, Kürtler, Türkler, Müslümanlar için ucunda insani bir ufuk taşıyan tezleri var mı?
Kin üzerine kurulu tezler
Büyük İsrail, Büyük Ermenistan, Büyük Yunanistan, Büyük Kürdistan gibi tezlerin hiçbiri kurucu bir ruh taşımıyor. Hepsi de başkalarına tariz, taciz, düşmanlık ve kin üzere kurulmuş tezlerdir. Maksimalist yaklaşımlarla varılacak bir yer yoktur. Van’ı, Erzurum’u, Elazığ’ı hatta, yetmez Fransız’ın çizdiği izlekten giderek Adana’yı, Mersin’i Ermenistan diye işaretlersen varacağın yer sadece büyük güçlerin elinde kullanışlı bir piyon olmaktır. Nitekim olan da budur.
Yenilmişlik acısı
Kafkasya’da ve Anadolu’da Rus ve onlara lejyon yazılan Ermenilerin yapıp ettikleri mezalimi anlatmak bu yazının boyutunu aşan bir mevzudur. Lakin geriye doğru inşa ettikleri ve son dönemde Yahudi Holokost endüstrisinin izinden giderek iyice köpürttükleri 1915 anlatısı sadece bir özgüven eksikliği, bir yenilmişlik acısının genizde kalan acılığıdır.
Oysa aynı tarihlerde Osmanlı İslam milletinin koyduğu vizyona bakalım, yukarıda kısacık örnekledim, ama yeni nesillere muhakkak aktarmamız gereken detaylar var, bunlardan hiç şüphesiz en önemlisi Kafkas İslam Ordusu’dur. Bugün Azerbaycan diye bir yer varsa işte en büyük pay bu mübarek isimle müsemma Kafkas İslam Ordusu’nundur. Enver’i, Nuri’yi, Halil’i ve diğer kahramanları, maharetle milletimizin hafızasından silinmek istenen milletimizin bu cesur evlatlarını döne döne anlatmamız lazım. 15 Eylül 1918’de Rusları büyük bir hezimete uğratan Kafkas İslam Ordusu yüzyıldan uzun bir zaman işgal altında tutulan Bakü’ye girdi. 10 binden az bir kuvvetle, üstelik resmi bile olmayan, bir anlamda saklı bir milis kuvvet olarak kısa zamanda örgütlenen bu mübarek ordu sadece Azerilerin değil bütün Kafkas Müslümanlarının umudu olmuştu. Nitekim Azerbaycan devletinin kuruluşunu ilan etmesi ile İslam milletinin diğer evlatları da benzer yolu takip edeceklerdi. Azerbaycan Gazetesi bakın o yılı nasıl tasvir ediyor: ‘Geçen 1918 Yılı Azerbaycan Türk ve İslamlarının tarihinde en rengârenk, karışık ve muğlak bir sahife işgal edecektir. Zira hemin yılda Azerbaycan Türkleri bir müddet mütemadi hayat ile memat arasında kalıp aharda hayattan na-ümit olurken birden hayat güneşi onların yüzüne güldü. Rezil ve ahlaksız düşmanların taht-ı tazyikinde paymal oldukları vakit, Azerbaycanlılar öz hem-cinsleri olan Osmanlı Türkleri tarafından büyük bir muavenet görüp, onların fedakârlığı sayesinde sahil-i necata çattılar.’ (1 Ocak 1919)
Ermenistan haritasının Batılı güçler, Ruslar ve İran’ın Türkiye’yi Asya’daki Müslüman milletlerden koparmak, oralardaki kaynaklardan uzak tutmak ve İslam milletinin bu onurlu evlatlarının güç birliğine engel olmak amaçlarına matuf olduğu apaçıktır. Nahcivan’ı Azerbaycan’dan ayrı tutmak, Hocalı’da kadın, çocuk, yaşlı sivillere rezil katliam dayatmak Ermeni’ye ne kazandırmıştır? Bütün dünyanın işgal olarak tanımladığı Karabağ’ı arsızca işgalde tutmaya devam etmek sürdürülebilir değil. Ermenistan 3 milyondan küçük nüfusu, tamamen diasporaya bağımlı batık ekonomisi, yas, kin ve korku ile sürekli zehirlenen ve dışarıya kapanan halkı ile gerçekten bağımsız bir devlet midir? Fransa’nın, Rusya’nın ve diğer herhangi kötü niyetli bir gücün dayatmalarına ne kadar ve hangi kudretle direnebilir? Binlerce yıllık ortak tarih, komşuluk ve içinde yaşadığı şartlar aslında Ermenistan’ın önüne muazzam fırsatlar sunmaktadır.
Osmanlı’nın koyduğu vizyon
Türkiye’nin son yıllarda yürütmekte olduğu politikalar bölgesel ve küresel sonuçlar doğuracak önemli politikalardır. Önce Suriye ve Irak sahasında icra edilen operasyonlar, ardından Doğu Akdeniz, Libya ve Ege’de icra edilen operasyonlar ve şimdi Azerbaycan’a verilen güçlü destek. Muhakkak devamı da gelecek olan bütün bu politikaların stratejik bir vizyona tabi olduğu açık. Bu stratejik vizyonun da nevzuhur olmadığını yakın tarihimizde kısa bir araştırma apaçık ortaya koyacaktır. Sadece misakı milli değil, misakı milliye kaynaklık eden ve 23 Haziran 1919’da Paris Barış Konferansı’nda okunan muhtıra gibi iki temel belge devlet aklının bir izlek içinde hareket ettiğini gösterir. Bugün olan bitenler, yüz yıl evvel Osmanlı’nın kurucu vizyonuna ihanet edenlerin yıktıkları sistemin yarattığı ağır faturalardır. Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan, Osmanlı’nın koyduğu vizyon ile yeniden bir ortak kader ve tarih anlayışı ile dışarıdan dayatılan rezil planlara arkalarını dönerek geleceğe bakacaklardır. Bugün olmasa yarın olacaktır bu. Balkanlarda da Ortadoğu’da da Afrika’da da tek insani çözüm budur. Diğer bütün plan ve projeler sömürgeci amaçlar güden, kötü niyetli planlardır ve miatları dolmuştur. Bu hasta ruhlu sömürgeciliği ne yüksek topuk giyerek uzun görünmeye çabalayan Macron, ne artık bir ‘hasta adama’ dönmüş olan Amerika, ne küresel güç boşluğundan yola çıkan ve yıkıcı bir askeri güç olmaktan başka hiçbir vizyona sahip olamayan Rusya ve ne de değerden yoksun vahşi kapitalist vizyonu ile Çin yeniden diriltemeyecektir.
Vastan (Gevaş) merkezinde, Abbasi halifesi Muktedir’in kral Gagik’e taç bahşederek kurulmasına destek verdiği Ermeni Vaspurakan Prensliği, Akdamar adasında bugün de ayakta olan ve ibadete açılan muazzam bir kilise inşa eder. Surp Haç kilisesi müstesna bir mimariye sahiptir. Prenslik ve dönemin dini otoriteleri kilisenin dış cephelerine sembolik değere sahip, çoğu İncil’den ve Ermeni tarihinden onlarca figür yerleştirirler. Bunlardan biri çok farklı ve ilgi çekicidir. Kilisenin doğu cephesinde Halife’nin bağdaş kurmuş bir figürünü halifeye bir tür bağlılık ve onurlandırma olarak yerleştirirler. Bu davranışın her iki tarafça takdir edilen anlamı Ermenilerin bu milletin bir parçası olduğunun hem de kutsiyet kazandırılarak tescilidir. Bir elinde haç diğer elinde kaleşnikof tutan ve İsa’nın sevgi mesajını yaymakla görevli bu ucube din adamının resmi ile Surp Haç kilisesini inşa eden Ermeni ontolojisini yeniden düşünmemiz gerekir. Girişte de ifade edildiği gibi gerçeğin esir alıcı katılığından biraz sıyrılıp, biraz uzaklaşıp olabilirliklere, olasılıklara, imkanlara odaklanmak hepimize çok farklı perspektifler sunacaktır. Ermeni halkına batılılar ve Rusların dayattığı bu esaret yine bahsettiğim perspektif ile çözülebilecektir.
Son söz yüz yıl evvelden sesleyen Azerbaycanlı bir Müslümanın olsun:
‘Türkiye ile Azerbaycan her biriyle iyi danışmalıdır. Bütün İslam akvamı birlik olmalıyız. El ele çalışmalıyız.’
Ali Merdan Topçubaşıyef
7 Aralık 1918
mustafaekici@hotmail.com
(*) Osmanlı Devleti ile Ermenistan Cumhuriyeti Arasındaki İlişkiler (1918-1920)
Abdurrahman Bozkurt