Doğunun kanatları ile uçmak

Kültür ve Turizm Bakan yardımcısı Ahmet Misbah Demircan'ın riyasetinde yürütülen "Doğunun Kanatları" adlı program, kamunun, ülkedeki tüm sosyolojik grupların sahip oldukları kültürel mirası sahiplenmesinin açık bir örneği.

8 Mayıs 2022 Pazar 07:00
Açık Görüş Haberleri

Prof. Dr. Mazhar Bağlı / KTO Karatay Üniversitesi



Antik dünyanın en dikkat çekici kültür havzalarından birisi Anadolu coğrafyasıdır. Diğer bütün medeniyet ve kültür merkezlerinden farkı, ezelden beri çeşitliliği içinde barındırıyor olmasıdır. Özellikle Anadolu- Mezopotamya hattı, diğer uygarlıklardan çok daha canlı ve farklıdır. Birden fazla peygamberin bıraktığı miraslar, birbiri ile iç içe ve uyum içinde varlığını devam ettirebilmiştir. Aynı zamanda farklı etnik yapılar da kendi özgün varlıkları ile hayatını sürdürmüşlerdir. Denilebilir ki Anadolu'yu cazip kılan en dikkat çekici özelliği de budur: Farklılıkları birbirine ezdirmeden ve birbirine benzetmeden bir arada yaşatmak. Her bir kültür için koruyucu bir şemsiye görevi görmek. Ki bundan dolayı da bugün hala bu coğrafyada eski dünyanın bütün medeniyetlerinin izlerine hala rastlanmaktadır. Yerleşik olandan göçebe olana, kadim olandan yeni olana kadar her bir kültürün izini sürebilirsiniz. Tarihin bahşettiği bu küresel ayrıcalıktan rahatsız olan Batılıların, bu durumun sağladığı tüm imkanları tek bir kavrama, "jeopolitik konum"a hapsederek sabote ettiklerini görüyoruz nitekim.

O ruhu diriltmek mümkün

Ötekiyi kendi varlığının en kıymetli referansı olarak gören bir medeniyetin kuracağı birlikteliğin gücünü tartışmak abesle iştigaldir. Osmanlı-İslam medeniyeti, ötekiyi kendi varlığının ontolojik önşartı olarak gören bir düşünceyi, siyasi/politik bir projeyi dönüştürerek yükselmişti. Bu sihirli formülü bozan entrikacı İttihatçılar bir daha düzen tutturamadılar. Dahası onların ektiği nifak tohumları filizlendi ve kocaman bir kültür, hazine değerindeki devasa bir miras tamamen yok oldu. Bu kültürün eski haliyle yeniden diriltilmesi imkansız ama aynı mantığı tekrar günümüze uyarlamak pekala mümkündür. Eski yaşam pratikleri geri getirilemez ama o dönemin ruhunu yeniden diriltilmek sanıldığı kadar da zor değildir. Bunun için yapılması gereken ret edilen mirasa sahip çıkmak ve o dönemdeki birliktelik ruhunu oluşturan mantaliteyi tekrar hayatın merkezine oturtmaktır.

Burada hem halka hem de kamuya düşen önemli görevler vardır. Devlet, sahip olduğu ideolojik aygıtlar ile bu siyasi mirasa sahip çıkacak ve özellikle de eğitim kurumları aracılığı ile yeni nesillere geçmişi hatırlatacak insanlar da hayatının merkezine o kültürel kodların istihraç edildiği değerleri ve inançları yerleştirip kayıp hafızayı yeniden canlandıracaklar. Bunu talimatla ve hiyerarşik bir düzen içinde değil, hayatın olağan akışında yapacaklar.

İşte tam da bu düşündüğüm duruma denk gelen ve etki gücüne de bizzat şahit olduğum bir etkinlikten bahsetmek istiyorum, Kültür ve Turizm Bakan yardımcısı Sn. Ahmet Misbah Demircan,'ın riyasetinde yürütülen "Doğunun Kanatları" adlı program, kamunun, ülkedeki tüm sosyolojik grupların sahip oldukları kültürel mirası sahiplenmesinin açık bir örneğiydi. Kadim coğrafyamızda irfan ve hikmet geleneğimizin oluşmasının öncülerinden Molla Ahmed-i Cezeri, Faki-yi Teyran ve Ahmed-i Hani'nin eserlerini ve düşüncelerini konu alan ve adına da "Doğunun Kanatları" dedikleri muazzam bir etkinlik Diyarbakır'da gerçekleştirildi. Bu etkinlik medeniyetimizin ruhunu diriltme konusunda atılan çok önemli bir adımdır. Her ne kadar program fiili olarak sadece bir "sempozyum" çerçevesinde gerçekleşse de işin içerdiği anlam çok daha farklıdır. Zira bu program aynı zamanda bu coğrafyaya içkin olan bir kültürün, bir düşüncenin ve bir sosyolojinin inkar edilmesinin artık nihayete erdirildiğinin de bir göstergesiydi.

Dört kapı, kırk makan

İtiraf etmem gerekirse benim için son derece heyecan verici bir projeydi. Şiire ve edebiyata özel bir merakı olan birisi olarak bu büyük şairlerin ve ediplerin konuşulduğu her ortam benim için doyumsuzdur. Yapılan çalışma ne bürokratik işleyişin akıl almaz mekaniğine hapsedilmişti ne de hamasi politik nutuklara altlık edilmişti. Sözgelimi açılışta Sn. Demircan sufizmdeki dört kapıdan ve kırk makamdan bahsetti. Bu Kürt alimlerin, hangi fikirleri ile ebediyete kadar yolumuzu aydınlatan birer referans şahsiyet olduklarına işaret etti. Melle Cezeri'den kasideler, Faqi-yi Teyran'dan şiirler ve Ahmed-i Hani'den dört dilde yazılmış beyitler okundu.

Kürt realitesi

Bu program esasında yıllarca hamasi bir nutkun parlak cümlesi olan "Kürt realitesini" tanımanın nasıl olması gerektiğini de açıkça bize göstermektedir. Zaten işin özü de bu değil midir? Bölge insanının sahip olduğu tüm toplumsal, kültürel ve tarihsel değerlerin devlet tarafından sahiplenilmesi ve desteklenmesi değil midir esas sorun? Kürtlerin kendi özgün varlıklarıyla kamu/devlet tarafından sahiplenilmeleri tüm sorunları çözecek olan en kritik adım değil midir? Zira Kürtler, hem ulusalcı ideolojinin entrikacı maceraperestleri hem de eli kanlı çete tarafından bu coğrafyada en çok hırpalananlardır. Tek parti onların dillerini, kıyafetlerini ve eğitim kurumlarını yasakladı. Ama onlar bunların hepsine direnebildiler. Fakat Kürtlerin hakları için mücadele ettiğini iddia eden tek partinin gayri meşru veledi olan PKK'nın ifsad edici gücüne kimse karşı koyamadı. Onlardan gözüken maskesiyle Kürtlerin sahip oldukları tüm kutsalları ellerinden aldı ve her bir Kürt'ü kendi öz vatanında birer parya haline getirdi. Ulusalcıların, ittihatçıların seksen yılda yapamadığını PKK 10-15 yılda yaptı. Bütün baskılara ve yasaklamalara rağmen halkın kültürel olarak, inanç olarak beslendiği kaynaklar canlıydı ta ki bu "mikrop" bütün bir coğrafyaya yayılana ve neredeyse herkese bulaşana kadar. Bu eli kanlı örgüt çok kısa bir sürede Kürtlerin hayat pınarlarını kuruttu. Aşiretleri, medreseleri, aileyi, geleneği, inancı yok etti, kısaca milletin kolunu kanadı kırdı ve sonra da onları kendi kontrolüne alıp emperyal güç odaklarının birer piyonu (halkın deyimi ile mayın eşeği) haline getirdi. Belki birileri konuyu abarttığımı düşünebilir ama bizzat biliyorum ki bugün bu ululara sahip çıkmak aynı zamanda ABD'nın şeytani projelerini sonlandırmak demektir. Bugün bu alimleri tanımak aynı zamanda Batılıların kibrini ayaklar altına almak demektir. Bu alimlerin çizdiği yolda yürümek aynı zamanda İran'ın acem oyunlarını boşa çıkarmak demektir. Bu alimlerin yazdıklarını öğrenmek, evreni ait olduğu asıl bağlamında okumak demektir. Bu Allah dostu hikmet ehli alimlerle gönülden bir bağ kurmak aynı zamanda aileyi baş tacı etmek demektir...

Hatırlatmak isterim ki I. Dünya Harbi'nde Osmanlı coğrafyasında İngiliz ve Fransız işgaline karşı direnen sosyolojinin beslendiği ana kaynak aşiretlerdi. Cumhuriyetten sonra geleneksel İslam'ın emperyalizme karşı olan duruşunu "ehven-i şer" söylemi ile meşrulaştıran sahtekarların maskesini düşüren medreselerdi, sahip olduğumuz mirasın dünyaya altın bir çağ yaşattığını bize fısıldayanlar Müslüman mucitlerdi, İran'ın İslam inancını Pers faşizmine payanda etmesine ve bu kültürün derinliklerine "nifak" tohumları ekmesine engel olanlar "ehli sünnet" alimleriydi, özellikle de Nakşi mutasavvıflardı. İşte bu üç isim, yukarda bahsettiğim şuurun oluşmasına öncülük eden yıldızlar gibidirler. Üstelik yazdıkları ile sadece kalem erbabına değil, ümmi olan halka da rehberlik ettiler. Nitekim onlar hem aşireti hem medreseyi hem de tasavvufu temsil eden zatlardır. Halk arasında, bölgenin kuş uçmaz kervan geçmez denilen en ücra köşelerinde dahi bunlardan bir beyit, bir hikaye bir anekdot anlatana mutlaka rastlarsınız.

Benim babam bize hep der ki; Şeyh Ahmed-i Hani kitabında yazmış ki bir milletin yücelmesini ve birlik olmasını sağlayan iki büyük haslet vardır, bunlardan birisi cesaret birisi de sehavettir. Onun bu yazdıklarını okuyanlar dönüp ona sormuşlar ve demişler ki bu hasletlerin ikisi de Kürtlerde mevcut peki niçin hem birlik değiller hem de yücelemiyorlar. O da demiş ki haset tüm iyilikleri yutar.

Faqiy-i Teyran'ın sadece suya şiir yazmadığını, aynı zamanda onunla sohbet ettiğini ve suyun da onu dinlemek için durduğunu İhsan Süreyya Hocama büyük annesi söylemiş. Benim medresede kendisinden ders aldığım Seydam Molla Derviş derdi ki beni Molla'nın Divanı ile ilk tanıştıran kaldığım medresenin bulunduğu köydeki bir çobandı. Bir gün bana dedi ki "Ey faki sen dünyadaki en büyük edebiyat pınarlarından birisinin bizim Cizreli Mele'nin kitabı olduğunu biliyor musun? Ben de hayır bilmiyorum dedim. O da demiş ki Divan bilmeyen alim mi olur, sen nasıl alim olacaksın?"

Türkiye Cumhuriyeti Kültür ve Turizm Bakanlığının eliyle bu alimlerin bahse konu edilmesi işte tam da bahsettiğim kamunun bu kültürü sahiplenmesi açısından çok önemli bir adımdır. Kültür Bakanlığının, bu benim de kültürel mirasımdır demesi sessiz bir devrimdir. Program davetlisi olarak gittiğim Diyarbakır'da bu hissiyata bizzat dokundum. Sn. Gülşen Orhan'ın bu ustalardan beyitler okurken sesindeki titreklik ve heyecan, programa ev sahipliği yapan Diyarbakır Valisi sn. Münir Karaalioğlu'nun güven telkin eden tavrıyla projeyi sahiplenmesi, kadim dostum Abdurrahman Kurt'un programa katılmak için bilet bulamamasının hüznü ve elbette Sn. Ahmet Misbah Demircan'ın yüklendiği sorumluluğun bilinciyle konuyu titizlikle yürütmesindeki dikkat, bu sahiplenmenin olağan mecrasına oturtulmasının bereketiydi. Zaten bütün mesele bu alandaki sorunları olağan bir işleyişle ve hayatın doğal akışında çözecek bir yol haritası belirleyebilmektir. Keza bu mesele öyle sanıldığı gibi devrim niteliğinde işler yapmakla çözülmez. Aksine kendi rutininde ve hayatın olağan işleyişinde ve fakat son derece sahih bir kalp ile sahiplenerek ve de buna uygun bir sorumluluk ve titizlikle çalışarak bu sorun çözülecektir. Çünkü olağanüstü sosyolojik bir sorun yok karşımızda. Konuyu olağanüstü bir alana mahkum eden taraflar işin olağan dışı bir zeminde olmasından hep nemalananlardır. Bu sorunu ne kadar olağanüstü bir hale getirirsek çözümünden de o kadar uzaklaşmış oluruz. Kürt meselesi olağanüstü programlar ve adımlarla değil bu ve bunun gibi olağan "hallerle" çözülecektir.

Karşılıklı güven

Kürtlerin hayatındaki bu referans şahsiyetlerin kamu eliyle anılması ne devlet için bir taviz veya lütuf ne de tüm sorunları bitiren sihirli bir formüldür. Hayatın olağan akışından bir kesit, insanların yüreğine dokunan sade bir gülümseme ve karşılıklı güven duygusunu işleyen ince bir nakıştır. Sadeliğin gücü ile buradan yankılanan sese ta yurt dışından karşılık verenler oldu. Şimdiye kadar bu konuda yapılan işlerden hep siyasi bir sonuç bekleniyordu ama bu kez duygusal bir çıktı hasıl oldu. Atılan adımlardan doğan tüm siyasi çıktıları boğacak bir etki gücüne sahip olan "Kürt Siyasi Hareketi" bu çalışmanın sonucunda meydana gelen duygusal etkinin karşısında çaresizce çırpındı durdu. Bilinmelidir ki siyasi ayak oyunlarıyla, kara propaganda ile ve kanlı eylemlerle bu örgütle rekabet edilemez. Bu örgüt ile ancak ve ancak merhamet üzerinden, annelerin şefkati aracılığıyla ve halkın hissiyatından geçen bir duygu ile rekabet edilebilir. Kırk yıldır yürütülen mücadelenin hiçbir boyutu Diyarbakır Anneleri kadar örgütü sarsmadı. Çünkü terör örgütünün direnç geliştiremeyeceği tek alan burasıdır, halkın kültürel ve tarihsel mirasıdır, dilidir, inancıdır ve adetleriyle gelenekleridir.

mazharbagli@gmail.com