Cüneyd Altıparmak/ Hukukçu
Başlık, Kin filminde Harun Komiser'in çaylak bir polise söylediği sözdür. Eleştirdiğimiz bu bakış açısı, kolluğun bakış açısı olmaktan uzaklaştı ama yerini daha ağır bir tabloya bıraktı. Artık masumiyetimizi ispat eden mahkeme kararlarına rağmen "masum değiliz, hiç birimiz"... Bugün bu konuya "giriş" mahiyetinde değinmek istiyorum, zira bu konuyu daha çok ele alacağa benziyoruz bu sayfalarda...
Film olsa gülüp geçeriz ama değil...
Son dönemlerde sosyal medyada önümüze düşen bir video var. Pek çoğumuza denk gelmiştir. "Üçlü Pürüz" filminden o meşhur sahne. Haktan'ın kararı veren mahkemeye "Bu düşünülmüş hali mi, bu nasıl gereği düşünüldü? Bir daha düşünün, böyle olmaz!" diyerek isyan ettiği o komik sahne! Bir film olunca gülüp geçiyoruz, hoşumuza gidiyor belki. Ancak yargılamalar için gerçek hayatta sosyal medyanın "halleri" sebebiyle durum ciddi bir boyutta. Geldiğimiz duruma bakarsak, yargının kararı ile beraat etsek, haklı çıksak bile sosyal medyanın "gereğini düşünerek" verdiği kararı bozamıyoruz, değiştiremiyoruz. İşin aslını mahkemeye anlatmak yetmiyor artık, biz bir de ayrıca "kitlelere haklılığımızı" izah etmek zorundayız!
Linç kültürünün aracı sosyal medya...
Başlıktakinin tersine bir kural var hukukta. "İspat edilinceye kadar herkes masumdur". Bu ortamda siz kendinizi bu kurala uygun biçimde "güvende hissediyor musunuz?" Sosyal medya kimseyi "masum" bırakmadı. Artık "yargılamaya rağmen" haklılığınızın tescil edilmeme tehdidi var. Bunun en bariz örneği "Elmalı Davası" olarak bilinen olaydır. Ya da denize yağ boşalttığı iddiası için ceza alan ve sosyal medyadaki görüntülere, yapılan yorumlara dayanamayarak kalp krizi geçiren kişinin durumunu hatırlayalım. Suçlu olmadığı, öldükten sonra anlaşılan o kişiyi! Meselenin dünya çapındaki en bilinen örneği ise Johnny Depp ile Amber Heard davasıdır sanırım.
Sosyal medya jürisine teslimiz
Sosyal medyanın inşa ettiği "sanal gerçeklik" üzerinden kamplaşıyoruz. Yargımız "başarısız" olarak algılanıyor. Ve nice sorunlu alan doğuyor böylece. Bu durumu "tekzip", "doğrulama" veya "teyitle" çözmek mümkün değil, meseleyi ciddi biçimde konuşmak zorundayız artık... Aksi taktirde "dönülmez akşamın ufku" çok yakın. Sosyal medyanın herkesi muhabir, yorumcu yapmasıyla, "bir bilen" olarak atamasıyla kalmadı süreç. İlerledi ve evrildi. Artık birtakım fenomenlerin ceza mahkemesi başkanı, yakınındakilerin savcı, geri kalan kullanıcıların ise jüri olduğu bir "yargılama düzeni" ile muhatabız. Amerikanvari yargı sisteminin toplumsal ölçekte icra edilmesi de denilebilir. Kişinin suçlu olup olmadığını takdir etme sadece yargının elinde değil artık!
Bu durum karşından sosyal medya jürisinin verdiği ve fenomenlerinin onayladığı kararın ardından gelen "gerçek" yargı takdirinin "boşa çıkması" söz konusu. En büyük sorun bu. Bunun iki keskin ve yakın örneği var. Dilan ve Dilruba meselesi. Hukukçu olanların ne olup bittiğini anlaması kolay. Belirli bir bilgi düzeyini elde etmiş isimler ise durumu hemen kavrayabiliyor. Fakat "sıradan vatandaş" gibi düşününce birçok çarpıklık var gibi görünüyor. Temelde iki soru dolaşıyor şimdilerde toplumda: Birincisi "hakkında bu kadar iddia varken Dilan nasıl çıkar?" İkincisi ise "Dilruba'nın sözlerinin fikir özgürlüğü olarak değerlendirilmesi gerekmez mi?" ... Her ikisi açısından söylenecek çok şey var ama meseleye "rasyonel" ve "kategorik" bakarak tartışmak gerekiyor. Zira bunları önlemek için "yapısal dönüşüme" ihtiyaç var.
Sorunu doğuran üç mesele
Türkiye'de özellikle üç konu sosyal medya kanalı ile adliye tutumu ile vatandaş algısını karşı karşıya getiriyor... "Sokak röportajları", "kamera kayıtlarının (veya diğer görüntülerin) sosyal medyada paylaşılması", "yorumcuların aşırı yaklaşımları" ... Bu konuda bir yasaklama yapmak mümkün olmadığı gibi, "gri" bir alan olduğu için "orantısız" müdahaleye zemin hazırlama olasılığı doğurabileceği için katı bir tedbirin hem doğru olmadığını hem de dijital gelişmeler ile mümkün olmadığını belirtmeliyim.
Sorunun kaynağını bilmek de yetmiyor. Doğru tanımlamak zorundayız. Burada etki altında tutulan "yargının bağımsızlığı". Bu odakta kararın etki altına alınma olasılığı var. Tutuklanacak kişinin sosyal medya baskısı sebebiyle tutuklanmaması. Tedbir gerekmeyen biri için "infial uyanmasın" diye "mecburen" bir tedbirin seçilmesi. Bunun yanında verilen kararın toplumsal anlamını yitirmesi ve kararın "meşruiyetinin kaybolması" gibi durumlar sorunlu alanlar.
Katalizör medya
Sosyal medya sonrası gördüğümüz bir durum ise en ufak ve rutin bir adli olayın sosyal medyaya "düşmesi anından" itibaren "magazinleştirilmesi". Magazin programlarında yargıyı konuşmaktan tutalım da "bir hukukçu ile konuştum" cümlesi ile başlayan yorumcu sözleri konuyu zemininden kaydırıyor. Şu an da konuştuğumuz şey sadece yargının verdiği kararlar üzerinden ilerliyor. Ceza alıp almadığı veya hakkında hangi tedbirin uygulandığını merak ediyoruz ve konuşuyoruz. Dilan Polat dosyasında şunları bile gördük "dosyayı bilmiyorum ama bunca olaydan sonra tutuklanmaları doğal"...
Tutuklanınca haklı mı olunuyor?
Kimse sokak röportajlarında yapılan "hakareti" konuşmuyor. Mesele "ahlak" boyutunu tartışma duyarlığından kaymış, gitmiş... Davranışın eleştiri sınırını aşıp aşağılama içerip içermediği kimsenin derdi değil... Kimse "böyle muhalefet dili olmaz demiyor", "ya da iktidar olmak daha sabırlı olmayı gerektirir" biçimde eleştiri yapmıyor. Kişisel bir tespitimdir. Katılmayanlar olabilir. Özellikle Gezi olaylarından sonra başlayan galiz küfürleri "eleştiri hakkı" çerçevesine sokmak isteyen bir kitle var. Pek tabii bu ağır eleştirilere verilen "kişisel tepkiler de" sınır aşıyor çoğu zaman. Ama bunları konuşmak yerine konuştuğumuz tek şey var. Yani herkesin aşağılama ve hakaret sonrasında söylediği tek cümle var "tutuklanmış, bu orantısız, zaten tahammülleri yok ve baskıcılar". Haksız olduğuna dair bir tespit yok, bilakis aşağılayan tutuklanmışsa bir anda "mağdur ve haklı" kabul ediliyor. Bu noktaya çok dikkat etmek gerekiyor. Zira salt bu yönde kalan tartışma gerekli ama yetersiz bir tartışma alanı. Medya da meselenin bu yönünü odağa koyunca sorun köpürdükçe köpürüyor. Toplumsal fay hatları harekete geçiyor...
Adliyede işler nasıl yürür bilmek zorundayız
Adliye sanılanın aksine "insanı" yargılayan ama olabildiğince "mekanik" olmak zorunda olan bir sistemdir. Hukuktan bahsetmiyorum, yargının işleyişine dairdir kastım. Adliye, evrak ve dosya üzerinden bakar hayata. Eleştirilebilir ancak bu tüm dünyada böyledir. UYAP ile dijitalleşmiş olsa da hâkim ve savcı önündeki dosya içeriğine göre karar verir, değerlendirme yapar. Hele dosyalardan kaynaklı iş yükü sebebiyle hiçbir hâkim veya savcının "sosyal medya" başta olmak üzere benzeri mecralara bakması mümkün değildir. Savcı suç şüphesi ile soruşturmaya başladığı andan itibaren "bizzat" delil toplamaz. Bunu kolluk eliyle yapar. Talimat verir ve polis konuyla ilgili süreci işletir. Hâkim ise dosya içindeki verilere bakar.
Sanırım, adliye işleyişini daha çok anlatmak zorundayız. Aslında dosya yüküne bakılınca herkesin bir biçimde adliye ile bağlantısı var. Ama bu tüm süreçlerin özellikle ceza dosyalarının işleyiş biçiminin nasıl olduğuna dair kimsenin tam ve anlamlı bilgisi yok. Bunun için "internet okur yazarlığı" konusundaki eğitimlerin benzeri bir çalışma yapmak gerekiyor. Hukuk bilgisini tabana yaymak uzun vadeli ve en anlamlı çözüm. Bunun için yaygın biçimde "hukuk okur yazarlığı" dersine ihtiyaç var. Zira tahliyenin beraat, tutuklamanın ceza olmadığının; gözaltının geçici tedbir oluşunun, teknik konularda hâkimin gelen bilirkişi raporuna göre karar vermesi gerektiğinin, sosyal medya görüntüsünün bazen dosyaya girmediği için hâkimin önündeki evraklara göre karar verdiğinin... tekrar ve tekrar anlatılması gerekiyor.
Mevzuat olarak elimizde ne var?
Elimizde temelde dört husus var. Birincisi içeriklerin engellenmesi ve derhal kaldırılması. Bu konuyu Instagram'ın kapatılması sürecinde çokça konuştuk. Bunu yapabilmek için "kişisel" değil "daha büyük ve kamusal" durumlar olmalı. İkinci konu ise "özel hayata dokunan" bir durum olunca ortaya çıkıyor. Bunun için yargılama söz konusu oluyor malum. Ancak iki konunun da ortak özelliği şu: Alınan kararı bir de sosyal medya şirketlerine beğendirmek zorundasınız. Atı alan Üsküdar'ı geçmiş oluyor çoğu zaman. Diğer iki husus ise suç bağlamında. Yargı görevi yapanı, bilirkişiyi veya tanığı etkilemeye teşebbüs (TCK m. 277) ve adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs (TCK m..288) suçları. Bu konularda da cezalar veriliyor ama "zarar doğduktan sonra". Bizim sanırım önleyici ve öğretici mecralara yönelmemiz şart...
Hukuki bilgiyi yaygınlaştırmayı söyledik. Siyasetin kurması gereken dilden de bahsettik. Ancak daha somut birkaç öneri sunabilirim. İlkin bu manipülasyon hızının önüne "gerçek bilginin daha hızlı ve etkin tedavüle sokulması" ile geçebiliriz. Bunun için adliyelerin konuşması gerekiyor. Topluma dönük olaylarda özellikle. Hakimlerin ve savcıların bir kısmının sosyal medya kullanımının zorunlu olması ise ayrı bir gereklilik. Siber kolluğun tüm dosyalara resen delil ikame edebilmesinin önünü açmak gerekiyor. Hakimlerin de "açık kaynak olan" bir bilgiyi dosyaya resen almasını düzenleme şart. Bir engel yok ama bir gereklilik olarak formüle etmek tartışmaları bitirecektir. Ve son olarak "sosyal medya kullanma ehliyetini" konuşmak zorundayız. Yaygın bir farkındalığa ihtiyaç var.
@cuneyd6parmak