Abdülkadir Şen / Muş Alparslan Üni.
ABD özel kuvvetleri ve pek çok ülkeden oluşan koalisyon birlikleri, İran Devrim Muhafızları, Peşmerge ve düzenli Irak ordusuna ek olarak Haşdi Şabi ismiyle bilinen gayri nizami mezhepçi sekter güçler geçtiğimiz hafta itibariyle Musul operasyonunun başladığını duyurdu. On binlerce Şii milisten, 100 bini aşkın Irak ordusu askerinden, Peşmerge birliklerinden, 2 bine yakın PKK üyesinden ve çok sayıda ABD özel kuvvetlerinden oluşan devasa bir ordu Musul’u dört bir yandan kuşatmış durumda. Geçtiğimiz bir yıl boyunca Felluce, Ramadi, Anbar ve Beyci bölgelerinde Irak yönetimi ve İran Devrim Muhafızları ABD’den hava desteği alarak DEAŞ’a karşı şiddetli bir savaş yürüttü. Ancak bunun sadece DEAŞ’a yönelik bir savaş olduğunu söylemek oldukça güç. Zira Irak’taki savaş ABD’nin 2003 yılında Irak’ı işgal etmesinden bu yana, De-Baasifikasyon (Baas’tan arındırma) bahanesiyle, ülkede iktidar olan Sünnilerin devletin tüm kurumlarından -ordudan, askeriyeden ve polisten- arındırılması sonucu mezhebi bir hale bürünmüş durumda. Irak işgaliyle beraber 1,5 milyonu aşkın Sünni’nin 13 yıl içerisinde katledildiği acımasız bir tasfiye süreci başlamış, Ebu Garib ve Taci gibi ceza evlerinde tüm insanlığı utandıracak işkenceler yaşanmıştı. Bu dönemde Bağdat’tan tehcir edilen Sünni sayısının 3 milyonu aşkın olduğu pek çok rapora yansıdı. Sünnilere ait camiiler, medreseler, vakıflar zorla kamulaştırıldı ve dolayısıyla devlet aygıtı sekter olduğu için Şiileştirildi. Ordu ve askeriye Sünnilerden arındırılarak devlet tamamen Şii mezhepçiliğine dayalı sekter bir yapıya büründürüldü. Sünni halkın en üst düzey siyasi temsilcisi sayılan Tarık Haşimi Cumhurbaşkanı yardımcısı olmasına rağmen, İran yanlısı Nuri Maliki’nin hedefindeydi ve kısa süre içerisinde kendisi hakkında tutuklama kararı çıkartıldı. Tarık Haşimi bu süreçte Peşmerge’nin de desteğiyle Türkiye’ye sığınmayı başardı. Sünni halk 2003-2014 yılları arasında yaşanan tüm bu baskılara daha fazla dayanamadı ve 2014 yılı itibari ile “Sünni Patlaması” olarak bilinen topyekun olarak Irak yönetimine isyan etti. Aslında Sünni Patlaması olarak bilinen halk tabanlı bu isyan, Sünni aşiretlerin ve Sünni dini grupların da dâhil olduğu, yaşanan baskıcı- mezhepçi politikalara karşı bir isyan iken; DEAŞ daha önceden sahip olduğu bir takım askeri kabiliyetleri ve korkuyu bir silah olarak kullanarak, Sünni halkın bu özgürlük mücadelesini bir yönüyle sabote etti, kontrolü altına aldı ve uluslararası kamuoyu nezdinde marjinalleştirdi.
DEAŞ’tan öncesini hatırlayalım
Hikâyenin sonrası aslında herkese malum. Zaten asıl sorun da herkesin hazin Irak hikayesinin sadece DEAŞ sonrasını görmesinde, DEAŞ öncesinde DEAŞ’e rahmet okutacak mezhepçi politikaların aslında DEAŞ’in temel motivasyon kaynağı olduğunu ıskalamasında değil mi? Sonraki süreçte DEAŞ, Musul başta olmak üzere pek çok bölgede Şiilere ve diğer güçlere karşı bir intikam politikası izleyecek, bütün bunlar ülkeyi yeni bir çıkmaza ve yeni bir intikam döngüsüne sokacaktı. Kısa süre içerisinde uluslararası güçler çeşitli konferanslar ve toplantılar ile Musul sorununa çözüm bulmak için toplandı. Ancak çözüm, hastalığın kendisinden daha acıydı. Zira bazı ilaçlar hastalıktan daha büyük yan etkilere neden olabilir. Şimdilerde herkes Musul’un DEAŞ belasından nasıl kurtulacağını tartışırken, Musul operasyonunun tıpkı Tikrit’te, Felluce’de ve Anbar’da olduğu gibi yeni bir intikam ve öfke dalgasını beraberinde getireceğini, Sünni halka yönelik tam bir katliama neden olacağını gözden kaçırıyor. Bunun önümüzdeki bir kaç yıl içerisinde, ismi DEAŞ olmasa bile benzer örgütlerin motivasyon kaynağı olacağını göz ardı ediyor.
Türkiye ısrarla Başika kampında eğittiği Sünni güçlerinde Musul’a müdahale etmesi gerektiğini, İran gibi mezhepçi güçlerin ve Devrim Muhafızları’nın sahaya dâhil olmamasını, Musul’da ortak bir yönetimin tesis edilmesini talep ediyor. Sakın Türkiye’nin bu haklı talep ve önerilerine en büyük tepkinin Tahran ve Bağdat’tan geliyor olduğunu düşünmeyin. En büyük tepki bölgede mezhep savaşından fayda elde etmeyi amaçlayan ABD’den geliyor. Açıkçası ABD, son 15 yıldaki politikalarıyla, İslam dünyasında mezhebi fay hatlarını kırılgan hale getirdi. Mezhep çatışmasının ABD politikalarının bir sonucu olarak mı yaşanıyor olduğu yoksa zaten ABD politikalarının bir mezhep çatışmasını gerçekleştirmek üzere kurulu mu olduğu tartışma konusu elbette. Belki ikisi de birden yaşanıyor. Ama bu sorunun cevabı ne olursa olsun ABD’nin bölgedeki müdahalelerinin nasıl sonuçlara neden olacağını hesaplamadığını düşünmek naiflik olur.
ABD, 2001 yılında Afganistan’da Sünni bir iktidar olan Taliban yönetimini devirerek İran’ı en önemli düşmanından kurtarmıştı. Ardından hemen iki yıl içerisinde 2003 yılında Irak işgal edildi ve uzun yıllar İran ile savaşmış olan Saddam Hüseyin Irak’ı devrildi. Daha sonraki süreçte Irak’taki politikalar, Irak’ın tamamen İran’ın kontrolüne verilmesi yönünde gelişti.Tahran’dan ve Kum’dan Bağdat’a dönen Şii liderler, iktidarı bizzat ABD’nin sahadaki komutanlarından, başarılarına yönelik abartılı övgüler ve plaketlerle birlikte devraldı.
ABD’nin mezhep krizini derinleştirmeye yönelik politikaları sadece Irak, İran, Lübnan ve Afganistan’la da sınırlı değil. Aynı şekilde Yemen’de ABD Husilere göz yumdu ve Husilerle eskalasyon yaşayan Sünni güçleri zayıflattı. Öyle ki El-Kaide’ye karşıtlığı ile bilinen Sünni aşiretler bile Husilerle çatıştığında ABD insansız uçakları tarafından hedef alındı. Şimdilerde Husiler Yemen üzerinden attıkları seyir füzeleriyle Suudi Arabistan’ın içlerini, Mekke’yi ve Taif’i vuruyorlar. Bugün Mekke’yi vurmak üzere atılan bir roket, Suudi Hava Güçleri tarafından imha edildi.
Musul’da neler yaşanacak?
Bölge ciddi bir mezhep kriziyle karşı karşıya. Lübnan’da da benzer şekilde ABD Hizbullah’ın yükselişini önlemeye yönelik hiç bir girişimde bulunmadı. Hatta 2006 yılında Sünni Fethul İslam’a karşı; ABD, Hizbullah kontrolündeki Lübnan ordusunu silahlandırdı ve destekledi. ABD Suriye’de de Esed rejimine yönelik pratik-somut bir adım atmış değil. İran Devrim Muhafızları komutanı Kasım Süleymani, ABD’nin teröristler listesinde olmasına rağmen Irak’ta ABD hava ve kara birliklerinden destek alarak, DEAŞ’a karşı savaşıyor. Suriye’deki operasyonları da Kasım Süleymani komuta ediyor. DEAŞ ise Irak’ta tüm Sünnileri imha etmek için bir bahaneye dönmüş durumda.
Peki, Musul’da neler yaşanacak? 100 bini aşkın bir güç ile Musul’a yığınak yapan Haşdi Şabi milislerinin Tikrit’te, Felluce’de, Beycive Anbar’da yaptıkları Musul’da yapacaklarının garantisidir. Zira Musul’da DEAŞ’a destek oranı düşünüldüğü kadar fazla değil. Pek çok Sünni grup ve aşiret DEAŞ’ı zorunlu olarak destekliyor. Çünkü Tikrit, Felluce ve diğer bölgelerde yaşanan tecrübeler, Şii Haşdi Şabi güçlerinin DEAŞ’ı aratmayacak vahşet ve katliamlara imza attığını tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor. Tikrit’te Sünni’lere ait evler ve işyerleri yağmalandı. Binlerce Sünni toplu infazlarla katledildi ve yerlerinden sürüldü. Şimdi aynı senaryo Musul’da ama bu defa ABD, İran Devrim Muhafızları ve mezhepçi Irak Güçlerinin üst düzey işbirliği ile yapılıyor. Buna karşı çıkan Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye gibi ülkelerin karşısında da İran’dan daha sert şekilde önce ABD dikiliyor. Türkiye Musul’da masada da savaşta da olmayı talep ediyor lakin yanı başımızda Türkmen Dağı ve Halep, Musul’dakine benzer katliamlar ve saldırganlıkla karşı karşıya. Peki! Türkmen Dağı’na sahip çıkamaz isek sınırımızdaki Halep’i koruyamaz isek Musul’da ne derece söz sahibi olabiliriz. Türkiye Halep’e saldıran güçlerle, Türkmen Dağı’nı yerle bir edip katliamlar yapan milisler ile Musul’daki mezhepçi güçlerin aynı merkezden yönetildiği bilinciyle politikalar üretmezse asla kazanım elde edemez. Gerçekçi olmak gerekirse Lübnan’da, Yemen’de, Irak’ta ve Suriye’de, bu geniş hatta askeri operasyonlar düzenleyen komuta merkezi aynı: Hamaney’e bağlı Devrim Muhafızları ve Haşdi Şabi isimli karanlık milisler ordusu. Dolayısıyla Musul operasyonunu yapan mezhepçi güçleri komuta eden üst akıl ile Halep operasyonunu yapan üst akıl aynı.
Haşdi Şabi vahşeti
Devrim Muhafızlarının kim olduğunu biliyoruz. Peki, Haşdi Şabi kim ve nasıl faaliyetleri var? Haşdı Şabi; 2014 yılında DEAŞ bahanesiyle tüm Sünni halka karşı cihad fetvası veren Irak’taki Şiilerin en üst düzey dini lideri Ayetullah Ali el-Sistani’nin fetvasından bir gün sonra İran destekli, Asaib Ehlil Hak, Ketaib Hizbullah, Hareketün-Nüceba, Züfikar Tugayları ve Bedir Tugayları’nın oluşturduğu çatı örgütün ismidir. 27 ayrı Şii gruptan oluşan Haşd milisleri Irak ve Suriye’de gerçekleştirdikleri korkunç ve acımasız katliamlarla biliniyorlar. Örgütün üst aklını İran kontrol ediyor. Hamaney ekolüne bağlı olan Mehdi Mühendis askeri kola komuta ediyorken, Irak İçişleri Bakanı Hadi el-Amiri de siyasi liderler arasında en çok bilinen isim. Geçtiğimiz günlerde Türkiye’yi tehdit eden, Erdoğan’ın kollarını keseriz tehdidinde bulunan ve Sünni sivilleri diri diri yakarak döner bıçaklarıyla kestiği görüntüleri övgü ile yayınlayan Abu Azrail isimli vahşi, öne çıkan figürlerden biri. Yine Irak’taki her Türk vatandaşını katledeceklerini açıklayan, Türkiye’ye karşı cihad ilan eden Kasım el Tai ile Kays el Ğazali de örgütün dini liderleri arasında öne çıkan figürler. Bu güçler bilindiği gibi sadece Irak’ta etkin değiller. Haşdi Şabi pek çok yan unsurla beraber Halep’te de savaşan asıl gücü oluşturuyor ve kuşatmaya katılıyor. Şam’da ve diğer bölgelerde Hizbullah ve Haşdi Şabi birimleri ortak operasyonlar düzenliyor. Kısacası Musul’a saldıran mezhepçi güçler ile Türkmen Dağı’na ve Halep’e saldıran mezhepçi, güçler aynı güçler. 6-7 milyar dolarlık bütçelerle İran ve İran’ın avuçları arasına almış olduğu Irak hem Suriye’de hem de Irak’ta çeşitli bahanelerle mezhepçi bir savaş veriyor. Yaşananların Şah İsmail dönemindeki Şii yayılmacılığına benzediğinde ise hiç şüphe yok.
Şu sıralar Musul operasyonuna paralel olarak Suriye’deki muhalifler de Halep’te 400 bin insanı kuşatma altında tutan mezhepçi güçlere karşı topyekun bir saldırı dalgası başlattı. Suriye’de tüm savaşların anası olarak tabir edilen bu savaşta Halep, Musul’dan biraz daha şanslı. Nedeni ise Musul’da DEAŞ’ın kendisine destek vermeyen Sünni halkları da zor duruma sokacak bir politika ile mezhepçi güç merkezlerine ihtiyaç duydukları tüm meşruiyet ve bahaneyi vermesine karşın Halep savaşında halkın ve muhalefetin son derece haklı ve meşru bir konumda olması. Ancak bu meşruiyet mefhumunu fazla abartmak yerinde bir yaklaşım olmaz. Zira okulları, hastaneleri yerle bir eden, varil bombalarıyla kitlesel katliamlar yapan terörist ülkelerin BM’de saygın bir konumda temsil edildiği bir dünyada haklı olmak ancak güçlü olunduğun zaman anlamlı oluyor.
sn.abdulkadir@gmail.com (Abdülkadir Şen / Muş Alparslan Üniversitesi Araştırma Görevlisi)