Tarihin mutlak öznesi kim?

Tıpkı pozitivist-determinist doğa yasaları olmadığı gibi pozitivist tarih yasalarının da olmadığını, tarihin akışının değiştirilebilir olduğunu, Müslümanların entelektüel cehdle Allah'ın yardımını da alarak bunu başarabilmesinin imkan dahilinde olduğunu, Müslümanlar, bir tarih görüşü olarak zihinlerine yerleştirmek zorundadır. Aksi halde Müslümanların modern tarihin nesnesi ve kölesi olmaktan başka seçenekleri yoktur. Modern paradigma, “hümanizma” ile insanı tarihin öznesi haline getirirken, esasen “insan”la kastettiği rasyonalist “akıl”dan başkası değildi. Yani tarih insanın biyolojik evrimi ile paralel biçimde aklın da evriminin tarihi demekti ve bu evrimin sonucunda aklın en tekamül etmiş noktası olan “modern Batı aklı”na (rasyonalizme) ulaşılmıştı.

14 Haziran 2020 Pazar 00:57
Açık Görüş Haberleri

Mehmet Akif Çeç / Yazar



Büyük tarihsel kırılmaların yaşandığı tarihin şu devresinde, bu büyük tarihsel kırılmaları sahih bir zeminde konuşmaya başlayabilmenin yolunun öncelikle, Müslümanların, iki asırdır yaşadığı, tarih görüşündeki kırılmaları konuşmaya başlamaktan geçtiğini söyleme zarureti vardır. İki asırdan beri tarihe modern-seküler tarih görüşünün penceresinden bakmaya devam eden Müslümanların, içinde bulundukları zihniyet durumunu değiştirmeden yani sahih bir İslami tarih görüşüne sahip olmadan, yaşanılan bu tarihsel kırılmaları doğru okuyabilme, bunu Müslümanların lehine döndürebilme ve tarihin önlerine serdiği fırsatları değerlendirebilme imkanı da olmayacaktır. Tarih görüşüne sahip olmayanların tarihin akışına yön verme imkanı da olmadığı gibi, başka medeniyetlerin kölesi ve uydusu olmaktan öte seçenekleri de yoktur.

Tarihsel-seküler zaman

İnsanın tanrıyla, tarih-üstü ve fizikötesi hakikat alemiyle bağını koparan ve dolayısıyla insanı x,y koordinatları arasındaki “t” zamanın yani tarihsel-seküler zamanın bir ürünü olarak telakki eden ve tarihi de tarihin ürünü olan bu insanın bir ürünü olarak ele alan seküler zihin; antropoloji, arkeoloji ve paleontoloji gibi modern bilimlerin ürettiği safsata ve hurafelerle materyalist-seküler önermelerin altını doldurarak, tarihin en büyük yalanı üzerine bir “insanlık tarihi” ve tarih görüşü inşa etmiştir. Bir çırpıda, geriye dönük olarak yüz milyonlarca ve hatta milyarlarca yılın havalarda uçuştuğu bu safsatalar adeta mutlak bilimsel hakikatlermiş gibi pazarlanırken, söze “Beş milyar yıl önce dünyamız… Yüzelli milyon yıl önce insan...” gibi ifadelerle başlayan Müslüman intelijansiyanın bile, bu seküler zokaları nasıl da yuttuğunu gözlemlemek şayan-ı dikkattir. Oysa Müslümanlar için evrenin ve insanın menşeine dair yegane sahih bilgi kaynağı, mutlak hakikat rehberi olan Kur’an, ilk insanın, ne biyolojik ne de zihinsel olarak “ilkel” bir mahluk değil, bir Allah elçisi insan olduğunu yani konuşan, düşünen, diyalektik ve retorik sahibi yüce bir insan ve bir peygamber olduğunu, tarihin başlangıçtan itibaren “peygamberler merkezli” olarak devam edegeldiğini haber verdiği halde, Müslüman intelijansiyanın insanlık tarihi adına uydurulan safsatalara itibar etmesi ve bunlar üzerine bir zihin inşa etmesi teolojik açıdan da paradoksal bir problemdir.

Hümanizma bir düşüştür

Modern paradigma, “hümanizma” ile insanı tarihin öznesi haline getirirken, esasen “insan”la kastettiği rasyonalist “akıl”dan başkası değildi. Yani tarih insanın biyolojik evrimi ile paralel biçimde aklın da evriminin tarihi demekti ve bu evrimin sonucunda aklın en tekamül etmiş noktası olan “modern Batı aklı”na (rasyonalizme) ulaşılmıştı. O halde bu akıl iyinin, doğrunun, güzelin, ahlakın, kısacası evrensel hakikatin ve evrensel değerlerin de yegane kaynağı ve kriteri olmalıydı. Dolayısıyla bu mükemmel aklın inşa ettiği tarih ve uygarlık; bilimsel, iktisadi, siyasi, sosyolojik vs. her açıdan uygarlığın da zirvesi olarak kabul edilmek zorundaydı. Modern Batı’nın üretmiş olduğu değerleri “evrensel insani değerler” olarak okuyan Müslüman intelijansiyanın teolojik paradokslarından biri de buradadır. Zira bir kısım Müslüman intelijansiya; ahlakın ve değerlerin kaynağının ancak ilahi kökenli olabileceğini; ahlakın “aklen” de meşruiyetini insan aklından daha üst bir otoriteden/merkezden almak zorunda olduğunu; meşruiyetini kendinden alan, kendinden menkul ahlak olamayacağını; ahlakın insan aklına indirgenmesi ile kişi sayısı kadar değişken, öznel sözde ahlak anlayışları ortaya çıkacağını; dolayısıyla seküler bir ahlak olamayacağını bile yeterince akletmekten uzak düştüğü için, seküler tarih görüşünün/paradigmanın ürettiği evrensel adı verilen değerlerin peşine takılıp gidebilmektedir.

Seküler tarih görüşü

Esasen hümanizma, insanın kendi aklını tanrılaştırmasının ve sonra da ona tapınmasının adıdır ve eğer illa bir “evrim”in varlığından söz edilecekse; ademoğlunun bir peygamberle başlayan tarihinin, bugün insanın ve insan aklının tanrılaştırıldığı bir noktaya evrilmesi, insanlığın bir yükselişe doğru değil de düşüşe doğru yol aldığının, kökeninden/orijinden uzaklaştığının göstergesi olarak okunmalıdır. Comte’un üç hal teorisini bu gözle okuduğumuzda; insanlık tarihinin, modern dönemle birlikte, teolojik/teosentrik dönemlerden antroposentrik/pozitivist bir döneme evrilerek iyiden kötüye, hak’tan batıla doğru bir evrim geçirdiğini de iddia etmek mümkündür.

Müslüman intelijansiyanın iki asırdır tarih konusunda birbirine karşıt görünen iki farklı yaklaşımının, sonuçları itibarıyla aynı kapıya çıktıklarını söylemek yanlış olmayacaktır: Birincisi; tarihsel gelişmeleri ilerlemeci tarih görüşü ve pozitivist tarih yasaları çerçevesinde ele alan Müslüman intelijansiya, iki asırdır tarihin akışının Batı aklının kontrolünde olduğuna ve bundan sonra da hep böyle devam edeceğine dair bir inanca saplanmıştır. Dolayısıyla, tarihin kırılma dönemlerinde bile Müslüman intelijansiyanın yaklaşımlar geliştirirken verili okuma biçiminin dışına çıkamadığını; çözüm arayışlarını bile Batı-merkezli verili tarihin/zihnin içinde sürdürdüklerini; gelecek projeksiyonlarında İslam’ın ve Müslümanlarının yerini, hep modern/postmodern uygarlık paradigması içinde aradıklarını; insanlığın ve Müslümanların geleceğine dair, önlerine konulan çerçevenin dışında tasavvur üretemediklerini; zihinlerinde “verili olan”ın haricinde “farklı” bir tarihin (ve medeniyetin) olabilirliğine dair herhangi bir önermenin yer almadığını gözlemlemek zor değil. Paradoksun ikinci kısmı ise, Batı-karşıtlığı olarak ortaya çıkan ve yaşanan tüm tarihsel gelişmelerden, özelde de tüm kötülüklerden Batı’yı sorumlu tutan yaklaşımın bunu yaparken, her şeyi kontrol eden, gören, bilen, işiten, yenilmez, aşılamaz bir “kudret” şeklindeki Batı telakkisinin, esasen Batı karşıtlığından çok dolaylı biçimde Batı-merkezli bir düşünceye hizmet ediyor olmasıdır. Aslına bakılırsa, bu yaklaşımın, temelde çok da haksız olduğunu söyleyebilmek güçtür. Özellikle son birkaç asırdır yaşanan gelişmeleri hesaba kattığınızda, insanlığın felaketine yol açan neredeyse tüm tarihsel olaylarda ve tarihin akışına müdahalelerde Batı’nın doğrudan ya da dolaylı olarak parmağı ve sorumluluğu olduğunu söylemek yanlış bir iddia sayılmayacaktır. Fakat sorun, bu gerçeğin tespitinin, intelijansiyamızın zihninde adeta bir tarih yasasına dönüşmesi ve bir tarih görüşü haline getirilmiş olmasıdır. Zira böyle bakıldığında Batı karşıtlığı bile Batı karşısında teslimiyetçiliğe dönüşmekte, tarihsel olarak Batı’ya rağmen artık hiçbir şey yapılamayacağına dair bir çaresizlik ve umutsuzluk sarmalının ortaya çıkmasına sebebiyet vermektedir.

Yıllardır yapılan “dünya sistemi” analizleri, okuma biçimimize bağlı olarak, bir boyutuyla bize son birkaç asırdır tarihi yapan, kontrol eden ve yönlendiren gücün kim olduğuna dair derin ifşaatlar sunarken; bir başka boyutuyla da bizi, verili tarihin akışının değiştirilemezliğine ve bu sistemin dışına çıkılamazlığına adeta ikna etme işlevi görmektedir. Zamanın ve tarihin her anını, her kesitini hiçbir boşluk bırakmamacasına kontrol altında tutan, hiçbir fiili duruma, spontanlığa, tesadüfe ve boşluğa yer bırakmayan, yenilmez bir kudret biçimindeki dünya sistemi algısı karşısında, kendine ait bir tarih görüşü olmayan insanların ve toplumların teslim olmak dışında başka seçenekleri kalmamaktadır. Bu yaklaşım, tam da üst aklın istediği bir şeydir. Onların önümüze koyduğu senaryonun bir parçası olmak ve tarihin akışına, onların istediği şekilde hizmet etmek demektir. Esasen, verili dünya sistemi çerçevesinde, bu sistemi kontrol eden ve tarihin akışını kontrol altında tutmak için çaba sarf eden bir üst aklın olmadığını söylemek elbette doğru bir tespit değildir. Fakat, bu üst aklı adeta kadir-i mutlak bir konuma yerleştirmek ve ona tanrısal güç atfetmek, zihinleri tarihin ilahi yasalarını zımnen yok saymaya götürdüğü için oldukça sakıncalıdır.

Tarihin mutlak öznesi kim?

Müslüman zihnin, bir yandan Allah’ın mutlak kudret sahibi, tüm varlığın ve kainatın yaratıcısı ve hakimi olduğuna dair kayıtsız şartsız inancı ile öte yandan iki asırdır, Batı-merkezli modern tarihin akışının değiştirilemezliğine olan inancı arasında kalmasının doğurduğu derin paradoks esasen ciddi bir teolojik sorunu da ortaya çıkarmaktadır. Allah tarihin neresindedir, Allah’ın tarihin inşasında katkısı ve rolü var mıdır; tarihin ilahi/metafiziksel mi yoksa pozitivist-determinist mi yasaları vardır?

Tarihin bu dünyaya ve bu dünya üzerindeki insana mahsus bir olgu olduğu gerçeğini göz ardı etmemiz söz konusu değildir. Fakat bu tespitimiz, seküler tarih felsefesinin iddia ettiği gibi tarihin yegane ve mutlak öznesinin insan olduğunu; tarihin, tarih-üstü ile bir bağının olmadığını ikrar anlamına gelmemelidir.

Allah’ın, dünyayı bir imtihan alanı olarak yaratmış, insana özgür (cüz’i) irade vermiş ve onu kararlarında serbest bırakmış olması; kenara çekilen, pasif, edilgen, hiçbir şeye karışmayan ve tarihe, doğaya, insana hiçbir müdahalede bulunmayan bir Allah inancının temellendirmesi olamaz. Eğer bu temellendirme içerden yani Kur’an’a dayandırılarak yapılmaya çalışılıyorsa, bilinmelidir ki bu, her şeyden önce Kur’an’ın, Allah’ın tarihe en büyük müdahalesi olduğu gerçeğini yok saymak olacaktır. Eğer Kur’an, tarihe bir müdahale değilse nedir? Kur’anî telakkide, kainatı yaratmış, determinist doğa yasalarını koymuş, sonra da tatile çıkmış (muattıla) deist bir tanrı anlayışı yoktur. Allah, her daim yaratan, yaşatan, koruyan, kollayan, gözeten, yardım eden, inayet eden, duaya icabet eden, mü’minler için en güzel velî, vekîl, nasîr (yardımcı) olan bir Rab ve Mevla’dır. Bu vasıf ve özelliklerin hepsi ve daha fazlası aynı zamanda Allah’ın hayata ve tarihe müdahale biçimleri anlamına da gelmektedir. Dolayısıyla, alemlerin, göklerde ve yerde ve her ikisi arasında olanların, doğunun ve batının, iki doğunun ve iki batının Rabbi; mülkün sahibi, mülkü (iktisadi ve siyasi gücü) dilediğinden alan ve dilediğine veren, hakimler hakimi, kadir-i mutlak olan Allah’ın kudret ve iradesine kim sınır koyabilir? Allah’ın insana bahşettiği cüz’î iradeyi tamamen devre dışı bırakarak mutlak kaderci bir görüş ortaya koyan Cebriyye de; tam tersi biçimde ilahi iradeyi devre dışı bırakarak, insanı mutlak irade sahibi yani tarihin yegane öznesi sayan Kaderriyye ve Mutezile de, uçlara savrulmuşlardır. İnsan ilahi iradeden tamamen bağımsız bir mutlak irade sahibi ise; bir insanın bir başka insanı öldürmesi ona tanınan sınırsız özgürlüğün/iradenin bir sonucu mudur? Eğer öyle ise; ölen yani yaşama hakkı ve özgürlüğünü kaybedenin mutlak iradesi ne olacak; ölümü kendi iradesiyle mi seçmiş sayılacak? Kısacası, tanrıyı by-pass yaparak bu problemleri çözebilmenin de bu sorunsalların altından kalkabilmenin de “mümkün” sınırlarını aştığını kabullenmek gereklidir. Cüz’î irade-küllî irade ayrımı ile bu konuyu sahih bir izaha kavuşturan Ehl-i Sünnet ve özellikle Eş’arilik, bu yaklaşımından dolayı oryantalistler ve onların takipçisi olan modernistler tarafından yoğun bir saldırıya maruz kalmıştır. Tanrıyı hayatın ve tarihin dışına atabilmek/tatile gönderebilmek ve böylece seküler tarih görüşünü Müslüman zihnine ikame edebilmek ve İslam’ın içini boşaltabilmek için Mutezilî yaklaşımı öne çıkaran oryantalistler ve onların takipçisi modernistler (ki Mutezile’nin böyle bir amacı olduğunu söyleyemeyiz), Ehl-i Sünnet’in irade-kader anlayışını hedefe koymuşlardır. Tamamen rasyonalist bir zihinle hareket eden modernist düşünce, adeta insanbiçimci tanrı anlayışıyla, tanrının hayata ve tarihe müdahalesine “ahlakilik” sınırlaması ile itiraz etmektedir. Bu yaklaşım esas alındığında, kulun Rabbine niyazda bulunması, ondan istemesi, Allah’ın kuluna yardımı, inayeti, icabeti gibi Allah- kul ilişkisinin temelini oluşturan ve Kur’an’la sabit olan pek çok kavram ıskartaya çıkmakta, mü’minin yegane sığınağı olan Rabbi adeta elinden alınmaktadır. Böyle bir tanrı anlayışı da tanrı-kul ilişkisi de dinin ruhuna ve özüne aykırıdır. Tarihi, modernitenin/aydınlanmacı zihnin bakış açısıyla, pozitivist-hümanist ve antropolojik bir zeminde salt “insan merkezli” olarak ele alan modernist Müslüman intelijansiyanın bu yaklaşım biçiminde tanrı, doğrudan tarih-dışı bir konuma bırakılmış olmaktadır. Tanrıyı tarihin dışında bırakan bir zihin, tanrının tarihe bir müdahalesi olan kitaba (Kur’an’a) hangi gözle bakıyor olabilir; kelamullah mı, antropolojik bir metin mi? Eğer bunu kelamullah olarak kabul ediyor ise; bunun tarihe yapılmış ilahi bir müdahale olduğunu da kabullenmesi ve ona göre de tanrı anlayışını düzeltmesi gerekmez mi? Dolayısıyla, kelamullahı antropolojik bir metin gibi algılayan modernist zihin, tanrının tarihe müdahalesine kendince müsaade etmezken (haşa), tanrının kitabına müdahale hakkını kendinde görmekte ve rasyonel bir müdahale çabası içine girmektedir. Bu durumda, daha önce Hıristiyanlığa yapılan mistisizmden ve mitolojiden arındırma operasyonlarının bir benzerini; Allah’ın tarihe müdahalesi olarak ortaya çıkan olağanüstü hadiseleri (mucizeleri), metafizik kavramları rasyonalize etmek suretiyle Kur’an’a da uyarlamaya yeltenmektedir. Allah tarihin dışına çıkarılınca, mucizeler, dualar, Allah’ın inayet ve yardımları vs. her şey anlamsız duruma düşmektedir; oysa bunların hepsi Kur’an’la sabit hakikatlerdir. Modernist zihin, Kur’an’daki bunca ayeti, ifadeyi ve kavramı yok sayamayacağı için, bunları rasyonalize etme yoluna gitmekte ve bunun için de yoğun bir yorumsama eylemine girişmektedir. Böylece “yorum” adı altında, Kur’an’daki kavramlar, bağlamından ve kendi zihniyet dünyasından kopartılarak, zorlama yorumlarla, yeni ve başka anlamlar üretilerek, seküler bir tarih görüşü ve rasyonalist bir zihin inşa edilmektedir.

Modernist kadercilik

Tarihin insan yapımı ve yegane öznesinin insan olduğunun ısrarla altını çizen modernist Müslüman zihin, tanrıdan bağımsız hale getirdiği tarihi bu kez de hümanizmanın, modern Batı uygarlığının eline teslim etmekte; bu uygarlığın mükemmel ve aşılamaz olduğuna dair inançla, tanrıdan kaçıp moderniteye teslim olmaktadır. Bize göre bunun adı “modernist kadercilik”tir. Bu tip bir kadercilik, alem-i İslam’ın ila nihaye köle ve müstemleke olarak kalmasını değişmez bir yazgı olarak kabullenmek demektir. Bir yandan insanı tarihin mutlak öznesi sayıp bir yandan da modern tarihin değişmez ve aşılmaz olduğuna inançla, insanı modernitenin iradesine teslim eden; insanı tarihin öznesi yapma iddiasıyla yola çıkıp Müslümanı modern tarihin edilgen bir nesnesi konumuna indirgeyen bu kadercilik anlayışı modernistlerin en derin paradokslarından da biridir aynı zamanda. Esasen İslam aleminin, yeniden tarihin etkin öznesi olabilmesi için; öncelikle Müslümanların, adeta verili tarihin kaçınılmaz bir yazgı olduğunu ve değişmezliğini dikte ederek köleliğin ontolojisini inşa eden bu modernist kadercilik anlayışından özgürleşip bağımsızlaşması zorunludur.

Tarihin ilahi yasaları

Müslüman intelijansiyanın tarih konusundaki yanılgılarından biri; tarih yasalarını Kur’an’dan çıkarmaya çalışmak yerine pozitivist tarih yasaları eksenli bir tarih okuması yapmalarıdır. Müslüman intelijansiya, moderniteye ait doğa ve tarih yasalarını sünnetullah/adetullah/fıtratullah olarak okuduğu günden itibaren zihniyet olarak Kur’an’a değil modern tarihe/paradigmaya eklemlenmiştir. Oysa Allah’ın sünneti, adeti ve fıtratında mutlak determinizm yoktur, Allah’ın kudretine sınır konulamaz, sınırları koyan ancak Allah’tır (hududullah). Dolayısıyla kainatı ve varlığı yaratan Allah, dilediği zaman varlığa da, hayata da, doğaya da, tarihe de müdahale edebilir ve etmektedir. Allah’ın zalimler topluluğunu, azgın ve sapkın kavimleri/toplulukları cezalandırması/helak etmesi mitolojik bir hikaye değil, sünnetullahın bir gereği olarak Allah’ın tarihe müdahalesidir. Allah’ın insana koyduğu üst sınırların ihlali, irade özgürlüğünü aşar ve ilahi kudretin alanını ihlal boyutuna ulaşırsa, böyle bir hadsizliğe karşı da yaratıcı sünnetullahın gereği olarak müdahale eder ve cezalandırır. Burada bir ilahi adaletsizlik, bir teodise sorunu olmadığı gibi, aksine bu ilahi adaletin bir gereğidir. Kur’an’ın verdiği mutlak hakikat bilgisine göre tarihte, Allah’ın bazı kavimleri maymuna ya da domuza çevirmiş olması Allah’ın hem doğaya, hem de tarihe müdahalesinin açık örnekleridir. Aynı şekilde, Allah’ın haksız yere hiçbir topluluğu cezalandırmaması/helak etmemesi de bir başka sünnetullah ve ilahi tarih yasasıdır. (En’am: 131) Allah, ilk insandan itibaren tarih boyu peygamberler ve kutsal kitaplar vasıtasıyla tarihe müdahalelerde bulunmuştur; dolayısıyla son peygamber Resul-i Ekrem ve son kitap Kur’an, Allah’ın tarihe en büyük müdahalesidir. Bunun bir ilahi müdahale biçimi olduğu yok sayılarak Kur’an’la sahici bir aidiyet ilişkisi içinde olunamaz.

Kur’an’ın bildirdiği tarih yasalarından biri de; tarihin düz bir çizgi şeklinde ilerlemediği; çıkış ve inişlerden, yükseliş ve düşüşlerden oluştuğu; ikbalin, zaferin, devletin, medeniyetin (ve de dolayısıyla zilletin) inananlar ve kafirler arasında belli dönemler ve şartlar muvacehesinde tedavül ettiği/el değiştirdiği hakikatidir. Bu tarih yaklaşımını bize gösteren ayetin (Bakara 140) sonunun, “Allah zalimleri sevmez” şeklinde bitiyor olması da bu müdavelenin şartlarından birinin ne olduğunun işareti olarak görülmelidir. Kur’an pek çok ayette de zalim, nankör, azgın ve sapkın kavimlerin, toplulukların helak edildiğini, cezalandırıldığını bildirmektedir. Nitekim bütün siyasetname yazarlarının ısrarla vurguladıkları “Küfr ile cihan durur, zulm ile durmaz” ilkesi de esasen bu ilahi tarih yasasına bir vurgu olarak okunmalıdır. Allah bir topluluğu sırf kendisine iman etmedikleri için bu dünyada cezalandırmamakta, fakat zulmettikleri ya da inkarda haddi aşarak zalim oldukları zaman cezalandırmaktadır. Tarihin öznesi olma durumunun mü’minler ve kafirler arasında el değiştirebiliyor olmasından aynı zamanda Allah’ın kafirlere de kendi çabaları (sa’y) karşılığında fırsat verdiği, dolayısıyla ilahi adalet ve sünnetullahın tecelli ettiği sonucunu çıkarmak mümkündür. Daha geç bir dönemde aynı kökten (d-v-l) “devlet” kavramının da türetildiği “müdavele” sözcüğü ile “el değiştirdiği” ifade edilen zaferin (dolayısıyla devletin ve medeniyetin) mü’minlerin eline geçebilmesinin hangi şartlara bağlı olduğunu Kur’an’da farklı surelerde geçen bazı ayetleri takip ederek de çıkarabilmek mümkündür. Aynı zamanda Allah’ın tarihe müdahalesi olarak da okunabilecek bu ayetler, Allah’ın mü’minlere belli şartları yerine getirmeleri koşuluyla mutlak zafer vaat ettiğinin apaçık delilleri ve göstergeleri gibidir: “Eğer siz Allah’a yardım ederseniz (Allah’ın dini için çalışır, cehd ederseniz), Allah da size yardım eder” (Muhammed: 7) “Allah size yardım ederse, artık size galip gelecek hiç kimse yoktur” (Âl-i İmran: 160) “Allah’ın yardımı ve zafer/fetih geldiğinde insanların fevc fevc (kitleler halinde) Allah’ın dinine girdiğini görürüsün” (Nasr: 1) Bu ayetlerden tarihin mü’minlerin lehine tedavül etmesinin ve mü’minlerin Allah’ın yardımına mazhar olup zafere ulaşmasının şartının Allah’ın dini için çalışmak olduğu çıkarımını elde etmek mümkündür. Netice itibarıyla Allah’ın tarihe müdahalesinin, hiçbir cehd göstermeksizin mü’minlere ilahi bir torpil şeklinde tecelli etmeyeceği açıktır. Aynı şekilde, “Her ümmet/topluluk için bir ecel vardır” (Araf:34) ayetinin de işaret ettiği üzre, ilahi tarih yasalarına aykırı davranan yani zulüm/tuğyan ve azgınlık/sapkınlıkta haddi aşan topluluklar için Allah’ın onlara tanımış olduğu süre (ecel) dolmuş ve tarihin tedavül/müdavele sürecine geçilmiş olmaktadır. Bu ilahi yasada inanan ya da inanmayan ayrımı yoktur.

makifcec@gmail.com