Türkiye'nin sekülerleştirilmesinde bir araç olarak gazete

1927 yılında Resimli Ay adlı derginin yayınladığı dörder formalık kitapların adları şöyleydi; Din Nedir? Din Nasıl Doğmuştur? Din Niçin Ölüyor? Ahiret var mıdır? Bu bir tür pozitivist misyonerlik atılımıydı. Amaç, seküler toplum inşasında dinin sosyal hayattaki etkisini kırmak için bilhassa mukaddeslerini sıradanlaştırma stratejisiydi.

31 Temmuz 2020 Cuma 17:08
Açık Görüş Haberleri

Nisa Nur Çaydan / Yazar



Türk modernleşmesinin tarihsel macerasının eksen fikri sekülerleşmedir. Batı’da ekonomik ve sosyal değişim içerisinde kendiliğinden oluşan bu fikir, bu topraklara bir ithal ürün olarak getirilmiş, aydınlar tarafından bir sonuç olmasından çok sihirli bir sebep olarak kabul edilmiştir. Cumhuriyet döneminde ise mesele aydınların idealleri olmaktan çıkarak resmî ideoloji sahasına intikal etmiş ve adeta zirve dönemini yaşamıştır. En kaba hatlarıyla çerçevelemek gerekirse sekülerleşme; siyasal ve toplumsal sahadan dinin tasfiye edilmesi, bireyleri dünyevi ve rasyonel yasalarla yönetme anlayışıdır. Bu sebeple günümüzde de sekürlerlik kavramı hala tartışılan bir konu halindedir. Bu doğrultuda, 19. asırda tarih ufkunda doğan imparatorluktan ulus devletine geçiş sürecinin gerçeği kaçınılmaz olarak bu topraklarda da yeni bir süreci başlatmıştır. Batı’dan farklı olarak Türkiye’de bu süreç kendiliğinden gelişmemiş, tam aksine halkın giyiminden, yazısına, takviminden, sosyal yaşamdaki tutumlarına kadar bütün radikal düzenlemeler bir kadronun eseri olmuştur.

Dini bireysel dünyamızda yaşamamız gerektiğini savunan bu düşünce yapısı beraberinde kitlelerin davranış ve düşünce kalıplarını yönlendirecek yaygın vasıtalara ihtiyaç duymuştur. Bu noktada gazeteler adeta ideolojinin stratejilerine yol açan bir araca dönüşmüştür.

‘Altın çağ’ betimlemesi

Kimi kesimlerce bağlamından koparılarak bir “altın çağ” olarak betimlenen bu sert dönem, sosyolojik bir gerçeklik olarak değerlendirme soğukkanlılığından uzaklaşarak çoğu kez kalemşor edasıyla yazı kaleme alanlar tarafından resmedilmiştir. Oysaki döneme egemen sert pozitivizm, doğası gereği fikirlerini alternatifsiz tek seçenek olarak sunmuştur. Böylece Batılılaşma ile modernite aynı kefeye konulmuş ve net olarak toplum mühendisliği yapılmıştır. Bunun en somut örneği Cumhuriyet ilanı ile oluşan rejim değişliğinin akabinde Hilafetin kaldırılması ile başlayan sosyal hayatın seküler esaslara uygun olarak düzenlenmesi çalışmalarıdır. Devlet eliyle yürütülen batılılaşma modeli “Türk Devrimi” olarak formülleştirilmiş ve hızlıca yayılmıştır. Dini değerlerden bağımsız, toplumun kurucu kaynağı olarak manevi değerlerin fuzuli görüldüğü, rasyonalitenin tabulaştırılıp adeta maneviyat yerine ikame edildiği bir dönem başlamıştır. Fakat bu dönem ele alınırken 20. yüzyılda dünyada egemen sosyal ve politik anlayış göz ardı edilmemelidir. Böylece siyasetin yüzey dalgalarıyla analiz yapmak yerine sosyolojinin daha derin akıntıları doğrultusunda yapılacak bir inceleme sosyal meselelerin çözümüne de faydalı olacaktır. Türkiye’de yaşanan bu gelişmeyi anlatırken anayasa değişikliğinin getirdiği laiklik ruhu bünyesinde fevkalade refleksleri barındırmıştır. Değerlerimiz önemli ölçüde dejenere edilirken akıllara “Tabiat boşluk kabul etmez” kaidesi gelmektedir. Dönemin en sert figürlerinden birisi olan Mahmut Esat Bozkurt, “Atatürk ihtilali” başlığı ile kaleme aldığı bir yazıda hilafetin Türklüğe zararlarını anlatırken enteresan noktalara değinmiştir.

“Hilafet laiklik ile uzlaşamazdı. Yeni Türk Cumhuriyeti’ni laik kılmak birkaç bakımdan zorunlu idi. Dini Türk’ün ilerleme adımlarının önünde engel olmaktan çıkarmak için.. Modası ve manası yok olmuş bütün bir tarih içinde Türk’e yalnız ve sadece zararı dokunmuş böyle bir kurumu yok etmek için.. Ulusal duyguyu uyuşukluktan korumak, ona hızını vermek için.. İslam dinin şartı beştir. Devlet ise tüzel kişiliktir. Bu ödevleri yerine getiremez. Nasıl anlatayım? Bir devlet düşünülebilinir mi ki hacca gitsin de hacı devlet efendi olarak dönsün?” ifadelerini kullanmıştır.

Cumhuriyet elitleri ve basın

Hakikatten nem kapan bir kesim için yalanlar manzumesi ile yetişen nesillerin gerçekleri öğrenmesi, yanlışların düzeltilmesi ve doğru ile yola devam etmek ile mümkün olacaktır. Tarihin doğrular ışığında yazılması, gelenekten kopma ve reddi miras gibi fikirlerin ortaya atılmasına kaynaklık eder. Şerif Mardin “Fransız Devriminin ardında milyonlarca insan kitlesi varken, Türk devrimi kitlelerce desteklenen bir hareket değildi.. Milli mücadelede işgalcilere karşı halktan yoğun destek gelirken, Cumhuriyet’in ilanından sonra modernleşme adına atılan atılımlar halkın taleplerinden çok uzak ve halka rağmen yapılmıştı.. Türkiye’deki dönüşüm, kitlelerin harekete geçmesiyle değil, tepelerden yapılan dayatmalarla başlatılmıştı” der.

Bu anlayış doğrultusunda dönemin şartları çerçevesinde dönüşümde doğal olarak gazeteler kullanıldı. Ziya Gökalp, Cumhuriyet Gazetesi’ne yazdığı makalelerinden birini gazete konusuna ayırmıştı. Makalenin başlığı “Yirminci Asrın En Mühim Müessesi Gazetedir” idi. Bu makalede Gökalp, sürece ışık tutacak mühim tespitler yapmaktaydı. Gökalp, gazetenin kitle inşa edici özelliğine şöyle dikkat çekmekteydi:

“Evinizde otururken, yalnız günün gazetesini okumakla, göze görünmez bir topluluğun manevi bir cemiyetin içine girmiş olursunuz. Çünkü aynı gazeteyi okuyanlar, aynı surette duymaya, düşünmeye irade etmeye alışarak müşterek bir vicdana sahip olurlar. Bundan başka, aynı gazeteyi okuyanlar, her gün akşama kadar, zihnen aynı vakalarla meşgul olurlar.”

1925’te Şeyh Sait İsyanı için çıkarılan Takrir-i Sükun kanununun kapsamı genişletilmiş ve basın tamamen hükümetçe denetlenir bir noktaya getirilmiştir. Bu kanunla gazeteler “muhalefetin ve İstanbul’daki muhalif basının cumhuriyete karşı bir tertip içerisinde olduğu” düşüncesiyle hizaya getirilmiş, ardından da araçsallaştırılmışlardır.

Ve gazeteler devrede...

Türk modernleşme tarihinde Tanzimatçı kadrolar Batı kurum ve değer yargılarını aktarırken, geleneksel yapıyı da olduğu gibi bırakmışlardı. Oysa Cumhuriyet dönemindeki yeni kadrolar Batı kurum ve değer yargılarını aktarırken geleneksel yapının kamusal yaşamdan bireysel yaşam sahasına aktarılması gereğine inanıyorlardı. Gazete yazıları da bu doğrultuda yayınlanıyordu.

Bunu daha iyi anlamak için 1927 yılında Resimli Ay adlı derginin yayınladığı dörder formalık kitapların adlarına bakmak yeterlidir; Din Nedir? Din Nasıl Doğmuştur? Din Niçin Ölüyor? Ahiret var mıdır? Bu bir tür pozitivist misyonerlik atılımıydı. Amaç, seküler toplum inşasında dinin sosyal hayattaki etkisini kırmak için bilhassa mukaddeslerini sıradanlaştırma stratejisiydi. Yine 30 Kanunu evvel (Ekim) 1928’de Vakit Gazetesi’nde yayınlanan cami kapama haberi şöyleydi:

“Camiler: 90 tanesi kapatılacak.Müessesat-ı diniye müdürlüğünce cemaatsiz camilerin sedd edileceği yazılmıştı. Bu suretle kapatılacak camilerin adedi 85 ve 96 arasındadır. Ve ekserisi İstanbul cihetinde bulunmaktadır. Kapatılacak camilerden hiçbirisinin tarihi ve mimari kıymeti yoktur.”

Oysaki bu hamle laik cumhuriyetin varoluş felsefesindeki “ farklı yaşam biçimlerinin bir arada barış içinde yaşaması” algısına taban tabana zıt bir uygulamaydı.

Bu politik planlama içinde bir başka strateji de işlevini yitirdiği öne sürülen medreseler ve medrese kadrosu üzerinden inanç psikolojisini hırpalayıcı algıdır. Dönemin ünlü kalemi Falih Rıfkı Atay, 5 Kanunusani (Kasım)1931’de Milliyet Gazetesi’nde çıkan bir yazısında;

“Medrese, hiç şüphesiz bizim gibi vatanperver ve idealist değildi, hatta zıddı idi” demektedir.

Batı’dan farklı olarak Türk modernleşmesi sivil bir insiyatifle bünyesini, savaş döneminin yarattığı psikolojik ortamında Anadolu halkının ulusal bağımsızlık mücadelesine zamana ve mekana uyarlayıcı bir hamle yapmak yerine, dıştan zorlayıcı tehditler ve devlet eliyle yukardan aşağı bir askeri komut verircesine kendi bünyesiyle savaşan bir nitelikte kendisi göstermiştir. Bu bağlamda basının da tamamlayıcı yedek güç olduğu süreç, Türkiye’de yönetici kadroların ikame etmek istediği yeni ideoloji doğrultusunda halkın hızlı koşullanması için basın kullanılmıştır. Kitle iletişim aygıtı olan bu nesne, halk tarafından hüsn-ü kabul gösterilmek istenmiştir. İşte böylece kolay ve ucuz herkesin anlayabileceği, kendisini okuyanlarda ortak tavırlar geliştirici bu nesne, kitle oluşturulmasında çok önemli bir araçtır. Doğal olarak bu önemli araç, Cumhuriyetin ideolojisinin de yerleştirilmesi için etkin olarak kullanılmıştır.

Kamuoyu oluşturma algısına bir başka örnek de hafta tatilinin cuma gününden pazar gününe alınmasıdır. Böylesine yerleşik bir sosyal kuralın değiştirilmesinde kamuoyunun konuya ısındırılması açısından 9 Ağustos 1927 tarihli Cumhuriyet Gazetesinde “Cuma mı Pazar mı?” diye bir yazı yazılmış, “Piyasada hafta tatilinin pazar gününe tahvil edilmesi lehinde bir temayül vardır denilenek sanki bu konuda sosyal bir uzlaşma varmış algısı oluşturulmuştur. Bir hafta sonra Yunus Nadi’nin bu meselede kalem oynatması da aynı çabanın bir işaretidir. Dahası 4 Mart 1931’de Cumhuriyet Gazetesi’nde Yakup Kadri bir gazete yazarı olarak halkın çoğunluğunun Müslüman olduğu bir ülkede doğal olarak Kurban ve Ramazan bayramlarında resmi tatil yapılmasının laik bir devlete yakışmadığını dile getirebilecek kadar toplum mühendisliğine bürünebilmiştir.

Nisa_caydan@hotmail.com