GÜLCAN TEZCAN
Türkiye’nin klasik müzik alanında sayılı isimlerini yetiştiren Harika Çocuk Yasası kapsamında Fransa’ya gönderilen isimlerden biri piyanist Hüseyin Sermet. 13 yaşındayken Paris’e gitti ve 50 yıla yakın zaman yurtdışında yaşadı. Kendi tabiriyle Osmanlı hülasası bir aileye mensup. Babaannesi saraylı, kökleri Ayazpaşa’ya ve sonradan Müslüman olan Fransız asilzadesi Humbaracı Ahmet Paşa’ya dayanıyor. Dedelerinin her ikisi de ressam, büyükbabası Tahsin Sermet Osmanlı ile Cumhuriyet arasındaki geçiş devrinde imzası olan iki üç mimardan biri.
Amerika’dan Japonya’ya pek çok önemli orkestrayla; Mstislav Rostropovich, Yuri Bashmet, Maria Jõao Pires gibi tanınmış sanatçılarla; Alain Lombard, Antal Doráti, Lorin Maazel, Semyon Bychkov, Lawrence Foster, Rafael Frühbeck de Burgos, Yoël Levi, Vladimir Jurowski, David Robertson, Ferdinand Leitner, Emmanuel Krivine, Hans Graf, Krzysztof Urbański ve Naoto Otomo gibi önemli şeflerle çaldı. Dünyanın dört bir yanında ustalık dersleri veren Devlet Sanatçısı Sermet, müzik hayatı boyunca katıldığı yarışmalardan kazandığı sayısız ödülünün yanı sıra 1988 yılında Boğaziçi, 1998 yılında da Marmara Üniversitesi’nden fahri doktora unvanı aldı. Sanatçı albüm kayıtlarıyla defalarca Altın Diyapozon’a değer görüldü. Réminiscènce I, Dream and Nightmare, Sculptures’ı ve Réminisicènces II başlıklı yapıtları besteledi. Niye uzun uzadıya biyografisini hatırlatıyorum çünkü Türkiye sevdalısı ve dertlisi gerçek bir sanatçı ve entelektüel portresi ile karşı karşıya olduğumuzun altını çizmek istiyorum.
Hüseyin Sermet’in ülkemizde bazı klasik müzik sanatçıları kadar ‘popüler’ olmayışının ve kimi çevrelerce taltif edilmeyişinin nedeni yetiştiği ve yaşadığı çevrelerden farklı bir bakış açısına sahip olması. Hatta daha da ileri giderek mahallesine ilişkin eleştirilerini yüksek sesle ifade etmesi. Adeta bir sükût suikastine maruz bırakılan dünyaca ünlü piyanistin tek derdi ise Türkiye’ye sanat alanında çağ atlatacağına düşündüğü projesini hayata geçirmek. Bir kaç ay önce ülkeye kesin dönüş yapan ve söyleyecek çok sözü olan Hüseyin Sermet’le güncel siyasetten sanat dünyasının hâli pür melâline pek çok konuda Zeynep Türkoğlu’nun eşliğinde derinlikli bir söyleşi gerçekleştirdik.
Uzun yıllar Fransa’da kaldıktan sonra yakın zamanda ülkeye kesin dönüş yaptınız. Türkiye’deki musiki ortamını nasıl görüyorsunuz?
Benim uzmanlık alanım Klasik Batı Musikisi. Biliyor muyum, öyle bir biliyorum ki ilkokulda tahtaya tebeşirle yazıp silerdik ya karşımdakini tebeşirle yazarım, kafamı kızdırırsa silerim. Bu derece kendimden emin konuşurum. Türkiye’de bizim geleneksel musikimiz var. Bu musikimiz bir takım sebeplerden dolayı bir dönem radyolarda yasaklanmıştı. Bu olmuş, bitmiş bir olay. Peki bugün hâlâ musikimizin bir tarafta Fenerbahçe bir tarafta Galatasaray gibi alaturka ve alafrangacılar olarak ayrılmasının izahı var mı? Akıl ermiyor. Klasik müzik konservatuarına giden dünyanın en cahil çocuğu bile ‘alçak dağları ben yarattım’ zannediyor. Öbür tarafta da Klasik Türk Musikisi üstatları halen hayatta olmasına rağmen onların bir kısmı hâlâ Batı musikisi ile uğraşanlar karşısında kompleks yaşıyorlar. Bizim Klasik Batı Musikisi ile uğraşan bestecilerin yaptığı işlere bakarsanız bunlara ‘beste’ demek biraz sıkıntı olur. Bizim bu pejmürdelikten bu tefessüh etmiş durumdan çıkmamız için neler yapmamız lâzım, hastalığımız nedir? Bir kere onu teşhis edelim ki tedavi edebilelim.
Vakti zamanında ben Harika Çocuklar yasası kapsamına alınıp Fransa’ya yollandım. Rahmetli Ulvi Cemal Erkin ve Adnan Saygun’un talebesiydim. Faruk Güvenç Klasik Batı Musikisi şefiydi Ankara’da, babam Cüneyt Sermet de Batı Musikisi Caz Bölümü Başkanı idi. Ben her cuma-cumartesi babamla konserleri izlemeye giderdim. Ankara’nın ne kadar kalburüstü insanı varsa Talatpaşa Bulvarı’ndaki binaya gelirdi konsere. Orada Gotthold Ephraim Lessing diye bir Alman şef vardı. Bu adam bir sanatçı değildi ama tipik Alman disiplini ile CSO’nun kafasında boza pişirip onları mümkün mertebe en iyisini yapmaya zorlardı. Daha sonra orkestralar yavaş yavaş yönetimi ellerine almaya başladı. Ne demek bu? Fenerbahçe basketbol takımının başından Obradoviç’i alın, Galatasaray Futbol Takımı’nın başından da Fatih Terim’i alın, Galatasaraylı oyunculara Fenerbahçeli basketbolculara deyin ki ‘Sizler hepiniz aklı başında insanlarsınız, n’apmanız gerektiğini zaten biliyorsunuz, antremanlarınızı yapın, çalışmanızı siz tayin edin, karşı takımı da tanıyorsunuz, taktiklerinizi de saptayın çıkın oynayın.’ Bu takımların başarılı olma şansı var mı? Türkiye’de orkestralar aynen böyle bir anlayışla kendi yönetimlerini ellerine aldılar ve işler tersyüz oldu. Siz onlardan nasıl bir yönetim ve nasıl bir kalite bekliyorsunuz? Çağdaş musikinin en önemli örneklerinden hiçbiri hiçbir şekilde Türkiye’de çalınmıyor. Neden çalınmıyor dediğinizde de ‘Halkımız bunları sevmiyor’ derler. Sevip sevmedikleri nereden biliyorsunuz diye sormak kimsenin aklına gelmez. Ne zaman çaldınız da sevmediklerine kanaat getirdiniz? Çünkü çalacak teknikleri ve bilgileri yok. Bir kere bu çok ağır bir şey. Son 30 yıl konser, opera ve bale programlarını bir tarayın repertuarların ne kadar kısıtlı olduğunu görebilirsiniz.
Ulus-devletin batılı olmamız için şart koştuğu şeylerden biri Klasik Batı Müziği idi. Peki nasıl bu kadar kısırlaştı, bu hale geldi?
Evrensel denilen bir dil olduğunu, Batı musikisinin de çok sesliliğinin getirdiği teknik bir yapısı olduğunu inkar edemeyiz Ama bu bir tek bizim için mi geçerli? Japonya, Çin, Kore için geçerli değil mi? Japonya nasıl bu kadar başarılı klasik müzikte? Sadece Tokyo şehrinde herhalde en aşağı 10 tane çok kaliteli senfoni orkestrası var. Biz niye bu müziği kendi öz kültürümüzle nasıl bağdaştırabiliriz ve kendimizi nasıl evrensel bir şekilde sunabiliriz sorusunun peşine düşmemişiz? Beethoven piano konçertolarının son kısımlarını dikkatle dinleyin. Hepsi Alman köy dansıdır. Ama o dehasıyla köy dansının üzerinde öyle bir çalışma yapıyor ki siz onu Pekin’de çaldığınızda da New York’ta çaldınız zaman da herkes hayran oluyor çünkü evrenselleşmiş. Bizim şu anki bestekarlarımızın yazdıkları yetersiz. Niye? Oraya x geliyor göreve ilk işi buradaki z’yi yerinden etmek. Onun yerine kendi istediği birini getirmek veya kendi geçmek. Sen-ben kavgası. Ben bir şey üreteyim, çeki düzen vereyim bahis mevzu değil. Burada bir pasta var, bunu kim yiyecek? Bu kadar kadroya bu kadar maaş veriliyor bu paralar neye yaradı? ‘Bizi kapatsınlar bir binaya bir tema versinler beste yapalım hodri meydan’ dedim. Cevap geldi mi zannediyorsunuz o çevreden.Avrupa’da bir orkestrada sanatçı alınacak olsa neden bizimkilerden biri oraya başvurmaz? Türkiye tarihinde Avrupa’daki orkestralarda çalışmış kaç tane sanatçı var? Çünkü yetersizler. Ancak kendi icat ettikleri bu sistem içinde var olabiliyorlar.
Nasıl düzelir, nedir o reçete?
Ben başka bir şey var etmek istiyorum. Bugün devlete bağlı sanat kurumları o kadar tefessüh etmiş durumdalar ki ben Tayyip Bey’in karşısına çıkıp da ‘Bunları şöyle, böyle yapalım’ demem. Arı kovanına çomak sokmak olur bu. Ben sevdiğim, saygı duyduğum bir siyasi lidere böyle bir kötülük yapmam. Türkiye’nin şansıdır bu lider, bunu iyi bilmemiz lazım. Peki n’apacaksın? Onları bırakalım kendi hallerine. Türkiye’de şu kadar orkestra var, ilaç için bir kurum bir orkestra söyleyebilir misiniz Viyana, New York, Berlin seviyesinde olsun? Yok. Benim düşündüğüm proje sadece Türkiye’yi kapsamıyor. Biz Müslüman toplumlar arasında her şeye rağmen en ileri olanlardan biriyiz. İstanbul’da kurulacak tüm dünyaya açık ama bilhassa Müslüman ülkelerin yaratıcılığını ortaya çıkaracak bir enerjiye ihtiyaç var. Nedir bu? Dünya çapında bir orkestra kuracaksınız. Bu orkestra kurulurken kendisine güvenen Çin, Japon, Koreli’den tutun da Fransız, İtalyan neyse gelsin, bizimkilerden de kendisine güvenen varsa imtihanına girsin. Çünkü maaşı devlet kurumlarındaki gibi olmayacak ve ayrıcalıkları olacak. Ama rahat da olmayacak çalışmaları ve üretmeleri gerekecek. Oraya orkestra şefi olarak alacağınız dünya çapında isimlerin de sayısı onu geçmez. Ama bu ciddi bir bütçe gerektirir. Biz böyle bir oluşum kurduğumuz andan itibaren Türkiye’nin dünya çapında ilk defa bir sanat ve musiki merkezi olacak. Yine ilk defa evrensel ölçekte plak, stüdyo, kayıt yapılabilecek bir merkeze sahip olacağız ve onun etrafında yer alacak bir festival düzenlenebilecek. Türk kavalı, Türk sazı gibi bir isimle kurulacak kayıt stüdyosunda başta Ulvi Cemal’ler, Adnan Saygun’lar, Cemal Reşit Rey’lerden başlayarak bugünkü çağdaş bestecilerin eserleri dahil olmak üzere dört dörtlük icralar kaydedilecek. Ben bu topraklardan gelen kültürü alıp nasıl evrensel şekilde verebileceğimi de biliyorum. Bunun ispatı da bugüne kadar yaptığım eserler. Bunlar Türkiye’de çalınmıyor. Dünyada varolan kalburüstü genç, çağdaş bestecilerden eserler icra edilecek bir yandan da yeni besteler sipariş edilecek; Malezya, Endonezya ve diğer Müslüman ülkelerden sanatçılar da yeni eserler üretmeye teşvik edilecek. Biz bunu yaptığımızda Türkiye dünyadaki sanat merkezlerinden biri haline gelecek. Şu andaki sistemi bozarak bu olmaz. Ortalık hop oturup hop kalkar. Onları o halde bırakıp biz işin aslını yapacağız. Türkiye’ye bunu kazandıracağız onlar da kendilerini satabiliyorlarsa yapsınlar. Farzedelim biz bunu yapabildik; Berlin Filarmoni seviyesinde bir orkestra oluştu. Dünyanın en üst seviyedeki sanatçıları geliyorlar, en başarılı şefler yönetiyor, çağdaş ve modern musiki alanındaki yetkin isimlere besteler sipariş ediliyor, seslendiriliyor, kaydediliyor. Biz de bunu yapmak istiyoruz derlerse ‘Olur, ama o zaman sizin her şeyinizi değiştireceğiz yeni bir sisteme geçiyoruz’ denilebilir.
“Sermaye ve medya kendi doktrinleri doğrultusunda kimilerini sanatçı olarak ilan ediyor, kimileri de bu trenin yolcuları olmaya çalışıyor. Ben Atatürk’ün bu şekilde kullanılmasına karşıyım. Atatürk’ü bilerek ilahlaştırıyorlar. Çünkü ‘Ben Atatürkçüyüm’ dediği zaman akan sular duruyor.”
Kendi tarihine sahip çıkmazsan Batılının yazdığına inanırsın
1980’li yılların ortasına kadar Fransa’da İslam sanatı ile ilgili bir birim yoktu. Çünkü İslam ülkelerinin özgün bir sanatı olduğuna kanaat getirememişlerdi. Güler misiniz, ağlar mısınız? Sonradan bunlar değişmeye başladı. Ben Batı ve Doğu arasındaki bir zihniyet sorunundan bahsediyorum. Bizde kendini kültürlü zanneden zümre tamamen Batı gözlükleriyle dünyaya baktığı için Batı ne derse tek doğru olarak onu kabul ediyor. Yaşadığımız sıkıntıların çoğu da bu şizofren durumdan kaynaklanıyor. Ben Paris’te büyüdüm. Fransızların ve tanıdığım yabancıların burunlarından kıl aldırmadıklarını gördüm. Her biri tarihine, kültür ve lisanlarına muhteşem sahip çıkıyorlar. Onun için bir şeyleri izah etmeye çalışıyorum. Neden Arap harfleri yasaklandı? Orhun Anıtları için de aynı şeyi söyledim. Biz niye onlara sahip çıkmıyoruz? Benim önüme 12. asırda yazılmış Fransızca evrak getirin onu okurum, anlarım ve tercüme ederim. Ama aynı şeyi kendi dilimde yapamıyorum. Bir milleti bozmak istiyorsanız, lisanından yola koyulacaksınız. Asgari, azami dediğim zaman gericiyim. Bunların bir proje ve bir fikir olduğunu, bir hizmet için devreye alındığını iyi bilmemiz lâzım. Kendi tarihinize, kültürünüze sahip çıkamazsanız benim çevremdekiler gibi Batılıların yazdığı Türk tarihinden yola çıkarsınız. Onların Atatürk fikirlerini okursunuz. Siz kendi Atatürk’ünüzü anlayın. Hem iyi hem kötü taraflarıyla nesnel bir şekilde değerlendirin.
Sanat dünyasına onlarda olmayan bir güç atfediyorsunuz
Bu ülkenin elitleri halkla bir türlü barışamıyor, neden sizce?
Türkiye’ye hakim olmuş bilhassa 60 İhtilali’nden bu yana tamamen devşirilmiş bir zümre var. Onlar başka bir kulübün azasıdırlar ve ayrıcalıklıdır. Dolayısıyla kendilerine imrendirirler. Emperyalizmin en tehlikeli kısmı ülkeleri askerle, tankla tüfekle değil beyinleri, gönülleri teslim alarak işgal etmesi ve tarlaları sürmesidir. Gönüllü tarla sürülmesine yardım eden vatan hainlerinden zaten bahsetmeyeceğim. Bir de samimi olarak bir tarafın üstünlüğüne her açıdan inanmış, kendisinin hiçbir şey olmadığına kâni olmuş ezikler var, onlar çok büyük sıkıntı. Ve bunların zihinlerindeki en büyük engel de -içlerinde doğup büyüdüğüm için çok iyi biliyorum- Müslümanlıktır.
Bizim bu insanlar tarafından 60 İhtilali’nden bu yana oturtulmuş sistemi yıkmaya çalışmamız lâzım. Onlar sanatkâr değil memur. Sanatı para kazanmak için kullanan, sanatçı maskesi takan ama sanatla uzaktan yakından ilgisi olmayan insanlar. Siz kesinlikle sanatçı diye muhatap aldığınız o çevreyi unutun, silin, üzerine çarpı atın. Eğer onlar sanatçıysa ben ağır sıklet boks şampiyonuyum.
Başkan Erdoğan’ın sıklıkla tekrarladığı bir serzeniş var: “Kültürel alanda niye yokuz” diyor. Bu nasıl mümkün olur sizce?
Teşhis doğru ancak tedavi için başvurulan doktorlar yanlış. Bunu bozmak çok kolay. Bunun temelinde ne var? Medyanın çok büyük bir bölümünün gerek televizyonların gerek yazılı basının bunların elinde olmasından kaynaklanıyor. Onların tek derdi konforlarına, rahatlarına halel gelmemesi ve sistemin bu vasatlıkta devam etmesi. Bu maksatla sermaye ve medya kendi doktrinleri doğrultusunda kimilerini sanatçı olarak ilan ediyor, kimileri de bu trenin yolcuları olmaya çalışıyor. Sanat dünyasına onlarda olmayan bir güç atfediyorsunuz. Bu noktada olayı lütfen doğru okuyalım. Ben Atatürk’ün bu şekilde kullanılmasına karşıyım. Atatürk’ü bilerek ilahlaştırıyorlar ki çünkü ‘Ben Atatürkçüyüm’ dediği zaman akan sular duruyor. Tahmin edersiniz ki ben Atatürk düşmanı bir insan değilim. Sorun o değil.
Türkiye’nin başında olsaydınız nelerden taviz vermezdiniz?
Tüm gücümle silah ve savunma sanayi konusunda Türkiye’yi bağımsızlaştıracak her adımın arkasında dururdum. S-400’lerden asla taviz vermez, Kanal İstanbul gibi çok stratejik bir projenin hayata geçmesi için elimden geleni yapardım.
İflah olmaz bir Türk’üm
Yurtdışında yaşamış, manzaraya daha net bakabilen biri olarak ülkenin geldiği noktayı nasıl görüyorsunuz?
Kendi adıma Türkiye’nin bir nevi dönemeçte olduğunu söyleyebilirim. Bu doğrudur veya yanlıştır ayrı konu. Benim nazarımda AK Parti iktidarının Türkiye’ye dehşetengiz faydaları oldu. Türkiye’de toplum kireçlenmişti sosyolojik olarak. Şimdiye kadar yaşadığımız ve bir nevi kireçlenmiş sorunların çözümü için önemli adımlar attı. Bir tarafta benim şahsen mensup olduğum, içinde doğup büyüdüğüm -Atatürkçü olduğunu iddia eden ama Atatürkçü olup olmadıkları tartışılır- bir kitle diğer tarafta daha geleneksel bir toplum yapısından gelen insanlar var. Sizlere baktığı zaman başınız bağlı olduğu için ‘Bunlar cahil’ deyip geçer. Bu onlar için kaçınılmaz bir şey. AK Parti’nin Türkiye’ye sağlamış olduğu sonsuz faydalar ve inkar edilemeyecek şeylere rağmen bir tarafta hiçbir zaman kendisini sorgulamamış ve bir nevi AK Parti yahutta Tayyip Erdoğan nefretini siyasi fikir sanan bir kitle beslendi. Birileri bu kitleyi besledi ve sosyolojik olarak şekil vermeye çalıştı. Çok uzun zamandır bunu deniyorlardı. Son zamanlarda nispeten başarılı olmaya başladılar. Nedir bu? Birincisi MHP’yi bölebildiler. İçinden ne idüğü belirsiz İYİ Parti diye bir oluşum çıktı. Türkiye’nin sosyolojisinde öyle bir partiye ihtiyaç yok. Ama çıktı. Oylar bölündü mü bölündü. HDP ve MHP’den devşirilmiş İYİ Parti’nin mantıken yan yana gelmemesi lâzım. Ama gelebildiler. Burada çok ciddi bir başarı var. Karşı taraf çok iyi bir hamle yaptı. Nasıl Venezuela’da Guaido, Libya’da Hafter, Ukrayna’da ilk Poroşenko’yu icat ettiler, o başarılı olamayınca şimdi komedyen Vladimir Zelenskiy’i çıkardılar. Türkiye’den de İmamoğlu hazırlandı, pişirildi, şekil verildi ve sürüldü piyasaya. İmamoğlu’nun iyi veya kötüye evrilmesinde bizim de tuzumuz olacak. Biz de yapacağımız hamlelerle İmamoğlunu İmamoğlu’na kazandırabiliriz. Dolayısı ile Türkiye’ye kazandırılmış bir siyasetçi olur demokratik açıdan.
Potansiyeli var mı sizce?
Ben şu anda teorik olarak bahsediyorum Böyle bir şey olabilir mi bunu zaman gösterecek ama benim fikrim şu andaki İmamoğlu hatasıyla sevabıyla bir proje olarak ortaya sürülmüştür. Dikkat ederseniz Eyüpsultan’a gitti, dua etti. CHP’nin sosyolojisinde böyle bir olay yok. Eskiden yapsaydı onu vururlardı, mevzubahis değildi. CHP sahte de olsa samimi de olsa -ki onu da zaman gösterecek - böyle bir strateji güttü. Bundan sonraki hamleleri ise tahminimce AK Parti içindeki küskünlerden oluşan küçük de olsa bir zümreyi alıp AK Parti’yi de bölmeye çalışacaklar. Başarılı olur, olmaz ayrı. AK Parti’nin de buna karşı yapması gereken hamleler var. AK Parti’nin vitrininde Türkiye’nin diğer cenahını kazanacak insan var mı? Son zamanlarda hiç yok. Şu anda AK Parti ciddi açılımlar yapmazsa içinde bulunduğu hatalı strateji ile devam ederse bundan sonra Türkiye’nin bu sayfası kapanır. Burada üzüldüğüm şu; iflah olmaz bir Türk’üm. Benim için bu memleket önemli. Ben Türkiye Partiliyim. Türkiye Partili olduğunuz zaman meseleye şöyle bakıyorsunuz; kim ki bizim egemenlik sorunlarımızı sorgulamaya başlar; meseleyi s400ler alınmasına getirir, kim ki ‘Doğu Akdeniz’e çıkmayalım orada petrol aramayalım, biz tekrar Amerika’nın, İsrail’in kucağına oturalım’ der. O zaman benim nevrim döner. Amerika düşmanı mıyım, İsrail dolayısıyla Yahudi düşmanı mıyım? Öyle bir şey bahis mevzu değil. Bizim olaya bakışımız büsbütün başka olmalı.