ALİ DEMİRTAŞ
Ülkemizin yetiştirdiği en önemli sanatçılardan biri Devrim Erbil. Onu kimi İstanbul resimleriyle kimi de şiirsel soyutlamalarıyla tanıyor. Bu yıl Cumhurbaşkanlığı Kültür Sanat Büyük Ödülleri’nde resim alanında ödüle layık görülen Devrim Erbil ile Suadiye’deki atölyesinde bir araya geldik. Hem resim sanatını hem de hayata bakışını konuştuk. Resimlerinin insanlarla karşılaşmasından büyük mutluluk duyduğunu dile getiren usta ressam, bize ait olmayan, yapmacık ve aktarmacı sanata karşı olduğunu ifade ediyor...
Devrim Erbil sanatı ve sanatçıyı nasıl tanımlar?
Sanatı doğru bir şekilde okuduğumuzda insanlıkla yaşıt olduğunu görüyoruz. Örneğin binlerce yıl önce duvarlara çizilen hayvan resimleri ya da başka türdeki çizimler. Bunlar da o zamanın sanatı aslında. Öte yandan varlığı 35 bin yıl öncesine dayanan Willendorf Venüsü, Avusturya’nın bir kasabasında bulundu. Ve bu insanlık tarihinin en eski heykeli olarak biliniyor. Ülkemize doğru geldikçe bütün Batılı sanat tarihçileri Anadolu’nun kültür tarihini en fazla 2 bin yıl öncesine dayandırıyorlardı. Ama şimdi öyle değişiklikler oldu ki, Yenikapı’da çıkan şeylerle 8 bin yıla gitti. Beşiktaş’taki kazılarla daha da geriye gitti. Göbeklitepe ile 11 bin yıl önceye gidiyor kültür tarihimiz. Ayrıca Mardin Dargeçit’te de bir kent ortaya çıkarıldı. Bulunan şeylere baktığımızda sanatın her zaman yaşama giren bir yanı var. Bu nedenle ben her zaman sanatı; yaşamı anlamlandıran, ona bir yaşama sevinci veren ya da dertlerini anlatan bir renk ve bir biçim olarak gördüm. Sanat her dalıyla insana verdiği anlamlardır diye düşünüyorum. Sanat her şeyden önce uygarlığın kriteri, ölçütüdür. Çünkü sanatla uğraşan toplumlarda sanatın insanları daha duyarlı olmaya yönelten bir yanı var. Bir renkten bir kuş sesinden veya bir doğa görüntüsünden anlamlar çıkaran, derin düşünen hayatı sorgulayan veya hoş görülü insan olmaktan bahsediyorum.
Eserlerinizde radikal renk tercihlerinde bulunuyorsunuz. Neden bazı renkler öne çıkıyor?
Renk bütün insanları etkiler ama ressamları daha çok. Bir ressam öncelikle hassas gözüyle bütün renkleri görecek, yan yana bir dünya kuracak. Sonra işin içine yüzeyler ve kompozisyon girecek. Bu nedenle bir ressam rengi çok iyi bilmek durumunda. Evet bende bazı renklerle özel armoniler kuruyorum. Yapılan araştırmalar Türklerin mavi ve kırmızı rengi çok kullandıklarını gösteriyor. Geçenlerde bir arkadaşım bana şunu dedi: ‘Hocam sizin resimlerinizi anlayan da seviyor anlamayan da.’ Bu benim için çok güzel bir şeydi. Anlayarak düşünerek sevmek, yorumlamak başka, sadece onunla bir sıcaklık kurmak başka. Picasso ise bu konuda şöyle düşünüyor: ‘Siz kuşların ne söylediğini anlıyor musunuz? Hayır. Ama demek ki anlamaya gerek olmadan da onu hissetmek önemli.’
Bunun gibi benim de resimlerimde kırmızı, mavi söz konusu. Benden genelde mavi ve kırmızı konseptinde resimler istiyorlar. Muhtemelen insanlarda bu coğrafi ve genetik etkenler söz konusu olabilir. Çünkü benim bildiğim kadarıyla doğa, insanların renk duyarlılıklarını da etkiliyor. Mesela bozkır ve çorak yerlerde yapılan halılar çok renkli oluyor.
SANATTA TERCİHLER KÜLTÜRLE İLİŞKİLİ
Benim resimlerdeki renklerde hem geleneğin etkisi var hem de hiç olmadık yerlerde ufacık ipuçları buluyorum. Çünkü insanlar görmek kadar bakmasını da bilmeliler. Öğrenciliğim sırasında Bedri Rahmi’nin bana verdiği en büyük şeylerden biri de yaşama doğru bakmaktı. Mesela bir sonbahar günü okula girerken şunu demişti: ‘Yan taraftaki binanın duvarını saran sarmaşık kırmızıdan yeşile dönüyor. Renklerin geçişini, birlikteki düzenlerini gördünüz mü?’ İşte ondan sonra insan hiç fark etmediği bir yerde, bazen küçük bir çakıl taşında, bir bitkinin yapraklarının dizilişinde, birçok armoni, yeni renk düzenleri ve hayata bakmak konusunda çok yeni pencereler bulabilir. Benim sanatımın temel ilkelerinden biri; insanların daha çok renkle ve biçimle aynı zamanda bir sanatçı elinden çıkmış gibi dünyayı güzelleştirmeyi amaçlayan örneklerle karşılaşmaları. Bu ne kadar çoğalırsa onların duyarlılıkları o kadar gelişecektir. O kadar saygın insanlar olacak. Dünyaya sevgi ile bakacak ve dünyayı değiştirmek isteyeceklerdir. Alışılmışın içinde gitmek yerine derinleşecek.
Bu yüzden insanlarla iç içe olan projelere her zaman daha yakınım. Büyük bir mozaik pano yapayım ve ona aynı anda 10 bin kişi bakabilsin mesela. Çünkü her şeyden önce onun insanlara ve bana vereceği heyecanı düşünürüm. Kabataş’taki Martı projesi için mimar resimlerimi asmak istemişti. Büyük bir mutlulukla kabul ettim. Çünkü bir sergiye bir ay içerisinde 3 bin kişi gelebiliyorsa, oradan gündüz sadece 1 milyon insan geçiyor. Tek bir günde bir milyon insanın o resimleri orada görüp heyecanlanması, benim için çok önemli. Bir sanatçı için bundan daha güzel bir şey olabilir mi? Benim sanatımın temelinde büyük kitlelerle karşılaşma özlemi ve onların hiç fark etmedikleri bir alanda hemen karşılarına çıkıvermek var.
Sizi bu kentin ressamı olarak anıyoruz. Nedir bu işin aslı?
Tüm sanat hayatım boyunca İstanbul hep ağırlık taşıyan bir alan değildi. Öncelikle Anadolu tutkusu var bende. İstanbul çok sevildiği ve benden çok fazla istenildiği için yapmaya zorunlu olduğum işler gibi. Ama asıl içimdeki doğa tutkusu, yaşadığım kentler, Anadolu ve bütün bunları şiirsel soyutlama ile ifade etmek. İstanbul’da 60 yıldır yaşıyorum. Akademiye geldiğim andan beri buradayım. O zamanlar İstanbul bu kadar kalabalık ve gürültülü değildi. Bu şehirde benim ilgimi çeken tarihi yarımada, tarihi yapılar, kente kimliğini veren Boğaz ve Boğaz’da rüzgârın beraberinde getirdiği turkuaz renkler ve bir anda fırtına ile değişen İstanbul’un karlı günleriyle büründüğü armoni… Bütün bunlar İstanbul sevgimin kaynakları. Bu nedenle bu kentin ressamı diye anılmak benim hoşuma gidiyor.
TÜRK SANATÇILARIN HEDEFİKÜLTÜRÜNE SADIK KALMAK OLMALI
Artık birçok sanatsal üretimin çağdaş sanat olarak sunulması hakkında ne düşünüyorsunuz?
Sanatçılar bir görüş ortaya koyuyor o da tutuyor veya tutmuyor. Bütün bunlar bir yenilik ihtiyacından, yaratıcılığın kendisinden kaynaklanıyor. 20. yüzyılı en güzel tarif eden söz şudur: ‘İçinde zekâ olmak şartıyla ne istersen yap.’ Bu yaratıcılığın çok daha yaygın bir alana girmesi ve orada yaratıcılığın ipuçlarını bulmak gibi çılgınlığı da beraberinde getiriyor tabii. Örneğin Yves Klein, 1950’lerin bir sanatçısı. Bir gün bir sergiye dümdüz boyanmış mavi bir duvar yapıp getiriyor. Herkes diyor ki ‘Bu eser mi, bunu ben de yaparım.’ ‘Yaparsın ama ilk ben yaptığım için beni taklit etmiş olursun.’ diyor Klein de. Bunun gibi yeni bir şey yapma arzusunda, birtakım yanlışlıklar, saçmalıklar, çılgınlıklar da olacaktır. Bunlar zaman içinde ayıklanır. Çok inançlı bir düşünceyi ya da bakış açısını temsil eden eserler değer taşıyabilir. Yoksa zaman bunları silip götürür. Batı’da olan bir yeniliği buraya getirmeyi tehlikeli görüyorum. Çünkü bir akımı taklit etmenin ya da onu burada yapmanın hiçbir anlamı yok. Geleneksel değerlerimiz, bizim toplumumuza özgü faydaları bulunan şeyler üzerine düşünüp, kendimize, kültürümüze ve coğrafyamıza sadık kalarak eserler vermek Türk sanatçıların hedefi olmalıdır.
HER SANATÇI DEĞER GÖRMEK İSTER
Cumhurbaşkanlığı tarafından aldığınız Kültür Sanat Büyük Ödülü hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bir ülkenin başındaki devlet adamının makamı tarafından ödüllendirilmek bir onurlandırmadır aynı zamanda. Bu yaştan sonra başka nasıl bir beklentim olabilir? Değer görmek bütün sanatçılar için vazgeçilmez bir şeydir. Bir devletin en başındaki bir kimse tarafından sanata ve size ilgi duyulması, o makamın sizi ödüllendirmesi ve onurlandırması hem benim için hem de Türkiye için önem taşır. Bunu kabul ettim ve böyle bir ödülün biyografimde yer almasından gurur duyuyorum. Bu veya benzeri ödüllerin genç sanatçılara da verilmesini, genç sanatçıları değerlendirecek olaylara imkân tanınmasını ve onlar için büyük sergiler düzenlenmesini temenni ediyorum. Türkiye’de daha çok sanat etkinlikleri olmalı, koleksiyoncular, sergiler, fuarlar ve müzeler artmalı. Özellikle genç sanatçılar için yapılanlar bu meslek dalının gençler arasında yaygın ve seçilir olması adına çok önemli. Çünkü sanat Türkiye tarihinin köklerinde, coğrafyasında, mirasında var. Bugün 80 milyonluk bir ülke nüfusuna göre çok az sanatçımız var. Çünkü yaşama güçleri ve kaynakları çok sınırlı. Gençlere fırsat verilmeli. Ben sadece bir ressam değil, müzeci ve sanat eğitimcisiyim. Bu nedenle gençlere yazık oluyor diyebilirim. 50 sene onları yetiştirmek için uğraşmışsam ve onlar eserleriyle yaşama şansı bulamayıp başka alanlara yöneliyorlarsa onlara da yazık, bana da. Bu noktada yöneticilere tavsiyelerde bulunmak gerekir. Genç sanatçılara daha çok şans vermeleri, onlara güvenmeleri ve gerekli ortamı onlara sağlamaları gerekir. Sanatı sadece varlıklı kişilerin olayı olarak görmüyorum. Bir kentin ya da bölgenin hayatını değiştiren insanlar var. Valiler, rektörler, belediye başkanları, kültür bakanları, devlet başkanları var. Sanat duyarlılığı olan yöneticilere söz hakkı verilirse yönetici kadrosu yüreklendirilmiş olur.