Aksam.com.tr’den Ezgi Aşık’ın sorularını yanıtlayan Akman, “Osmanlı tarihini doğru göstermek için Atatürk düşmanı olmak zorunda değilsiniz. Öte yandan, Osmanlı’dan hakkaniyetli bahsetmek sizi Atatürk düşmanı da yapmaz, yapmamalı. Atatürk’e hamasi duygular beslemek hiçbir Türk’e bir şey kazandırmaz, aksine kaybettirir. Bunu aşabildiğimizde inanın Türkiye müthiş bir sıçrama daha sağlayacaktır.” ifadelerini kullandı.
Osmanlı tarihi üzerine yapılan çalışmalar içerisinde kaleme aldığınız “Osman Kanunu” ve “Osman Kuruluş” romanları dikkat çekiyor. Eserlerde hangi noktalara dikkat ettiniz?
Benim için bu işin iki ana ayağı var. Bunlardan birincisi elbette akademisyen kimliğimle yaklaştığım tarih. Osmanlı İmparatorluğu’nun kurulduğu dönemi anlamak demek günümüzü de anlamaktır. Asırlar boyunca tarih üzerine kalem oynatan yerli yabancı tüm araştırmacıları düşündürmüştür, küçük bir Türk beyliğinin nasıl olup da üç kıtada altı asır boyunca hükmedecek bir imparatorluk kurduğu meselesi.
Osmanlı, modern dönemin yeryüzünde en uzun süre hüküm sürmüş devletidir. Benim beş yıl boyunca izini sürdüğüm araştırmalarımdan çıkardığım sonuç şu… Osman Bey’in Osmanlı’yı kurması bir ölüm kalım meselesi olarak ortaya çıkmıştır. Doğu ve Batı arasında sıkıştırılmaya çalışılan ve tek başına bırakılan bir Anadolu. Tanıdık geldi mi?
“OSMAN BEY TÜRKLERİN VARLIĞINI PERÇİNLİYOR”
Hem Türk tarihi ve medeniyeti açısından bu böyle, hem de daha genel anlamda İslam medeniyetleri tarihi açısından. Bakın, 13’üncü asrın sonlarında dünya, insanlık tarihinin görüp de görebileceği en barbar, en vahşi, en tahripkâr iki gücüyle çalkalanıyor. İnsanlık bir yok olmanın eşiğinde. Orta Doğu ve Anadolu coğrafyası bu iki gücün tam arasında kalıyor. Batı’dan kopup gelen Haçlı sürüleri ve Doğu’dan gelen Moğol belası. Türk-İslam medeniyetinin o zamanki bayraktarı Selçuklu hem Moğol güdümünde kalıyor, hem de Haçlı çapulcularıyla uğraşıyor. O zaman için bilinen dünyanın tamamı bu iki tahripkâr güç arasında sıkışıp kalıyor. Türk-İslam medeniyeti dediğimiz şey belki de tamamen yok olmak üzere.
İşte bu iki gücün arasında kalan Anadolu’dan çıkıyor Osman Bey. Ve Türklerin varlığını, tarihini ve geleceğini bir kere daha yeryüzüne perçinliyor. Ben bunu her zaman şuna benzettim; Türkler bir örsün üzerinde çekiçle dövülen kızgın bir demir gibi adeta. Bir taraftan Haçlılar, diğer taraftan Moğollar ve bu yıkıcı güçlerin içinden çıkan, medeniyet ve devlet kurucu, yeryüzüne tekrar refahı getiren bir Türk beyi.
“BİZİM SÜPER KAHRAMANLARIMIZ TARİHTE GİZLİDİR”
İşin ikinci sacayağı ise bir edebiyatçı olarak benim için Osman Gazi’nin efsanevi serüveninde gizli. Onun hayatı; çocukluğu, ilk gençliği, Şeyh Edebalı’dan öğrendikleri, onun kızı Rabia’ya âşık oluşu, sonra da yeryüzünün en büyük güçlerine kafa tutuşu, yani kısacası kendine güvenen bir ruhun, dünyaya meydan okuması, evrensel ve zamanlar arası bir hikâyedir.
Bir kahramanın doğuşu ve mücadelesi beni bir romancı olarak her zaman ilgilendirmiştir. Belki bizim Hollywood ekranlarını süsleyen süper kahramanlarımız yok ama onlardan çok daha gerçek ve yaşanmış olan gerçek süper kahramanlarımız var. Belki de bizim kültürümüzde bu süper kahraman işi bu yüzden tutmuyor ve tutmaz; çünkü bizde onlara taş çıkartacak tarihsel figürler var.
“OSMAN GAZİ’NİN DURUŞU HERKESE ÇOK ŞEY ÖĞRETİR”
Peki, “Osman Kanunu” ve “Osman Kuruluş” kitaplarında okurları neler bekliyor?
Aslında bu kitabı yazarken şimdiye kadar yazdığım en kısa, olay örgüsü en basit romanımı yazacağım diye yola çıkmıştım. Ama kitabı bitirdiğimde bin küsur sayfa yazdığımı gördüm. Osman Gazi’nin hikâyesi bir kitaba sığmadı yani, bu yüzden iki cilt oldu. Zira Osman’ın çocukluğunu, ele avuca sığmaz bir gençlikten çıkıp insan-ı kâmil olma serüvenini, önce bey, sonra gazi oluşunu tüm detaylarıyla anlatıyorum.
İlk fetihlerini, amcası Dündar Bey’le olan çatışmasını, tekfurlarla çarpışmalarını, Köse Mihal’i ve diğer alplerle olan yoldaşlığını, inancını, azmini, beylikten devlete giden yolu gergef gibi işlemeye çalıştım. Bir de rahmetli Halil İnalcık hocanın en son araştırmalarında ortaya koyduğu ve kuruluşun 1299 değil, 1302 yılını işaret ettiği Bafeus/Koyunhisar Muharebesi de romanın finalini oluşturuyor. Ki bu savaş Osman Bey’in uluslararası platformda ilk defa anıldığı savaştır. Yeryüzünün en büyük güçleri ve imparatorlukları karşısında, mütevazı ve dürüst bir adam olarak Osman Gazi’nin duruşu ve mücadelesi, onu kim okursa okusun çok şey öğretir.
“ORYANTALİST VE BATICI BAKIŞ AÇISIYLA TARİHLERİNİ ÇARPITIYORLAR”
Yakın zamandır Osmanlı tarihi üzerine çok sayıda eser üretiliyor. Bunların bir kısmı da gerçek tarihi çarpıttığı için eleştiriliyor. Bir yazar olarak bu konuda yorumunuz ne olur? Tarihi romanlarda hangi hususlara dikkat edilmeli?
Hem çarpıtma hem de bu son moda, suistimal etme! Ne yazık ki gelinen noktada işi, yani tarihi roman türünü ayağa düşürdüler. Bunu başka türlü söylemenin bir yolu yok. Sektörde öyle bir güruh var ki, onların tabiriyle “piyasada ne gidiyorsa”, hangi Türk sultanı ya da tarihi figür o sıralar konuşuluyorsa, ya da hangi sultan üzerine iyi bir eser yazıldıysa bu güruh hemen birkaç ayda birkaç yüz sayfalık bir eser ortaya çıkartıveriyor. Siparişle eser yazdırıyorlar, sözde yazarlarına. Bu kitaplar da tarihi romana olan ilgiyi soğutuyor, itici bir hala getiriyor.
Bir de tarihi kendi ideolojileri için alet haline getiriyorlar. Osmanlı ya da Türk-İslam tarihi hiç kimsenin siyasi sıçrama tahtası değildir! Bunların, tarihi Oryantalist ve Batıcı bakış açısıyla çarpıtarak kendi tarihine burun kıvıran tiplerden hiçbir farkı yok! Tarihe verdikleri zarar aynı. Hayatı riyakârlıkla, yalancılıkla, adam kayırmayla, hak yemekle geçen insanların Osmanlı’yı ağızlarına almaya hakları yok, çünkü onu da kirletiyorlar! İnanın ben kendim bile soğudum tarihi romandan bunlar yüzünden! Bir de bunu güya muhafazakâr geçinen, sözde topluma hakkı anlatarak hayırlı bir iş yapıyorlarmış pozu keserek yapmaları yok mu, işte o insanı bitiriyor. Oysaki tek dertleri kişisel çıkar. İşin daha da kötüsü, bu insanların bazılarının çıkar ilişkileri sağlam olduğu için bir de bakmışsınız ki, bu saçma kitapların müellifleri adam yerine konuyor ve ortada boy göstererek hem tarihe hem de edebiyata zarar veriyorlar.
“ATATÜRK GÜNÜMÜZDEKİ ÖZGÜRLÜĞÜMÜZÜN YEGÂNE MİMARI”
Yeri geldi, şunu da söyleyeyim… Bazılarının yaptığı gibi, Osmanlı tarihini doğru göstermek için Atatürk düşmanı olmak zorunda değilsiniz. Öte yandan, Osmanlı’dan hakkaniyetli bahsetmek sizi Atatürk düşmanı da yapmaz, yapmamalı. Atatürk bu toprakların emperyalist Batılı ülkeler tarafından sömürgeleşmesinin önünde bir dağ gibi durmuş ve günümüzdeki özgürlüğümüzün yegâne mimarı olmuştur. Atatürk’e hamasi duygular beslemek hiçbir Türk’e bir şey kazandırmaz, aksine kaybettirir. Nitekim bu sömürgeci emperyalistlerin Türkiye’deki en büyük zaferi, “Bu Osmanlıcı, şu Atatürkçü” çatışmasıdır. Bunu aşabildiğimizde inanın Türkiye müthiş bir sıçrama daha sağlayacaktır. Ama buna izin vermiyorlar. Çünkü onlar asırlardır yaptıkları bu işi çok iyi biliyorlar.
“BU COĞRAFYADA HERKES KOLONİLEŞMİŞ, BİR TEK TÜRKLER TARİHE MEYDAN OKUMUŞTUR”
Sömürgecilik araştırmaları, akademisyenliğinizin ana yapısını oluşturuyor. Uzmanlık alanınız bu konulara bakışınızı nasıl etkiliyor?
Dünya atlasını açın, önünüze koyun ve sömürgecilik tarihine bir bakın. Bu coğrafyada Türklerden başka herkes ama herkes kolonileştirilmiş; İngiliz, Fransız ya da Amerikan sömürgesi haline gelmiş. Bir tek Türkler tarihe meydan okumuşlar ve bu oyunun dışında kalmışlar. Bu oyunu bozan kişi gün gelmiş Osman Gazi olmuş, gün gelmiş Fatih olmuş, gün gelmiş Atatürk olmuştur! Eğer illâ kendi aranızda düşman arıyorsanız toprak ve bayrak aidiyeti olmayan FETÖ’cülere bakın, aidiyetini başka kültürlerde arayan gönüllü sömürgeleşenlere bakın. Bu toprağın mirasını ve bu bayrağı sahiplenenlerin birbirleriyle kavgayı bırakmaları gerekir.
EGEMEN ENTELEKTÜEL KESİMİN OSMANLI DİLEMMASI
Bir kesimin Atatürk düşmanlığına son vermesi, diğer bir kesimin ise insanları söylem-önyargısı testine tabi tutmayı bırakmaları gerekir. Çünkü hala daha egemen entelektüel kesimde Osmanlı’dan olumlu bahsedince “Osmanlıcı” oluyorsunuz ama olumsuz bahsedince “objektif” sayılıyorsunuz.
Ben de diyorum ki, bir akademisyen olarak benim ilmim bana Türk-İslam tarihinden genel anlamda olumsuz bahsetmemi engelliyor. Aksi, ilmime ihanettir. Yine aynı ilim bana Atatürk’ün bu topraklarda yeryüzünde eşi benzeri görülmez bir özgürlük ve bağımsızlık mücadelesi verdiğini ve hem dışarıda emperyalist güçlere hem de içeride dini, kendi çıkarları için suistimal eden cahil güruha karşı verdiği destansı mücadeleyi gösteriyor.
“TÜRK’ÜN KUDRETİ ASYA’DAN ANADOLU’YA VE AVRUPA’YA BİR BÜTÜNDÜR”
Daha ilk romanım yayımlandığında, on yıl önce bir röportajımda şöyle demişim:
“Osmanlı’yı Cumhuriyetçi tarihin karşısına koyarak tahta kılıçları tokuşturur gibi birbiriyle çarpıştırmak çocukluktur!”
Osmanlı ve Cumhuriyeti bu şekilde karşı karşıya getiremezsiniz. On yıldır da aynı şeyi söylüyorum. Atatürk de bizimdir, Fatih de! Türk’ün kudreti ve kimliği Asya’dan Anadolu’ya ve Avrupa’ya bir bütündür.
Hem bir akademisyen hem de bir romancı olarak Osmanlı tarihini romanlaştırmanız size ne gibi bir zenginlik katıyor?
Tarihi romanlarda genel anlamda şöyle bir sıkıntı var… Bu işi hakkıyla yapmak isteyenler, yani Oryantalist olmayan bir şekilde, Avrupa’nın penceresinden kendi tarihimize bakmadan, tarihi hakkaniyetle anlatmak isteyenler ne yazık ki bu roman ve sinema diline pek hâkim değiller; yani bilmiyorlar bu işin nasıl yapıldığını.
Öte taraftan bu işi iyi bilenler ise genelde Oryantalist klişelere, “Barbar Doğu, Medeni Batı” ikilemine kayıyorlar. İşte, hem tarihi çarpıtmadan kendi gerçekliği içinde anlatmak, hem de bunu uluslararası standartlarda, sağlam bir hikâye ve edebi ölçütlerle yapabilmek... Her şeyden önce iyi bir hikâye ortaya koyabilmek büyük mesele.
Hem bir akademisyen hem de bir romancı olarak eserlerimin ardındaki motivasyonda bunu başarabilmek yatmaktadır. Bunu yaptım demiyorum, bunun kararını okur verecektir, ama böyle bir derdim vardı demek istiyorum.