Bulmak için soran kaybolduğunu fark edendir

“Biz insanlar bu sıralar böyleyiz, aramak aklımıza gelmez, çünkü kaybettiğimizi bilmeyiz. Bunun için bir soru gerekir. Benim sorduğum “Ne yok ki onu bulmalıyım”dı. İbrahim ise bunu soramazdı, o hiçbir şeyin farkında olmadan aramaya başlamak zorundaydı.”

11 Ekim 2018 Perşembe 07:00
Kitap Haberleri

HALE KAPLAN ÖZ


2010 Oğuz Atay Roman, 2011 Türkiye Yazarlar Birliği Roman, 2014 Necip Fazıl Hikaye ve 2018 Kristal Lale Yılın Edebiyatçısı ödüllerinin sahibi yazar Güray Süngü’nün yeni romanı İbrahim’in Kaybettiğini Bulmasıdır geçtiğimiz hafta yayınladı. Romanda İbrahim’in kaybettiği hayatını arayışı anlatılıyor. Bilgi, hikmet, akıl, kalp kapıları bu arayışta İbrahim’in önüne bir bir açılıyor. İbrahim’in Kaybettiğini Bulmasıdır hakikatten neşet eden, kalple okunması gereken bir roman. 
 
l “Sora sora insan kendisini bile bulur!” İbrahim’in Kaybettiğini Bulması bir buluşun romanı. Hangi sorudur 
bu romanı size yazdıran? 
 
Çürüme ile alakalı bir şeyler vardı kafamda. Birkaç yıl önce. Bir taslak hazırlamıştım. Çürümeyi nasıl anlatırım diye düşünüp bir yöntem buldum. Anlatmak istediğimiz ruhsal çürümedir, duyguların ölmesidir. Ama bunu insanın bedeninde gerçekleşen bir çürümeyi metafor olarak kullanarak anlatayım diye karar verdim. Hatta öyle bir öykü de yazdım. Sonra uzun bir süre o öyküye baktım. Onu uzatarak romanlaştırmak istemediğime karar verdim. Çürümenin farkedilmesinin akabinde o çürümeyi ortadan kaldıracak şeyi arayayım diye düşündüm. Aramak, bulmak için yapılır ya. Ne bulacağımı bilmeden yola çıktım, İbrahim bulsun ki ben de bulayım diye başladım yazmaya. Neyi kaybettiğimi hatırlayayım dedim, İbrahim neyi kaybettiğini hatırlasın. Ama insan, kaybettiğinin farkına varmazsa neyi kaybettiğini düşünmez. Biz insanlar da bu sıralar böyleyiz, aramak aklımıza gelmez, çünkü kaybettiğimizi bilmeyiz. Bunun için dediğiniz gibi bir soru gerekir. Benim sorduğum “Ne yok ki onu bulmalıyım”dı. İbrahim ise bunu soramazdı, o hiçbir şeyin farkında olmadan aramaya başlamak zorundaydı. Bunun için de sıradan hayatını yaşamasına engel bir şey olmak zorundaydı. Bir alegori kurarak yola çıktım bu sebeple. İbrahim neyi aradığını bilmeden bir şeyi aramaya başlayınca, bu, hem yazması keyifli ve sürprizli, hem de okuması hoş bir roman olmasına yaradı. Yani inşallah buna yaramıştır. 
 
l Uzun uzun okuyoruz, İbrahim’in sağ elinin serçe parmağında gördüğü ilk işaretin ardından yaşadıklarını. Sanki bu romanın da uzun uzun anlatılacak bir hikayesi var.
 
Hayatımızın herhangi bir anında yaşadığımız bir olay ile çok önemli bir şey öğreniriz ya bazen. Bu şeyi o an değil de mesela 20’li yaşlarda öğrenseydik, tecrübe etseydik her şey farklı olurmuş gibi hissederiz hatta. Aslında öyle değildir. Çünkü hayatımızın bir anında yaşadığımız o şeyin bize o önemli şeyi öğretmesi, o an ile alakalıdır, zira düşündüğümüz zaman benzer şeyleri daha önce de yaşamışız ama o önemli şeyi öğrenmemişizdir. Çünkü, önemli şeyi kavradığımız o an biz, daha önceki yüzlerce şeyin şekillendirdiği birisi olarak o önemli şeyi öğrenecek hale gelmişizdir. Geçenlerde tivitırda şimdiki aklım olsa diyerek bir cümle paylaşın diye bir not vardı Mevlana İdris’ten, ben de şunu yazmıştım: “Şimdiki aklım olsa o kadar içime atmazdım. Ama o kadar içime atmasaydım şimdiki aklım olmazdı.” Yani biz, insanız öğreniriz, yaşarız ve buluruz, peşine düşer ve kayboluruz. Ne yüklenirsek onu taşırız, derde dert dersek derdimizdir, onu deva görürsek devamızdır. Bin defa buluruz, bir kere kaybederiz; bin defa kaybederiz, bir kere buluruz. Her kayıpta baştan başlamayız, her bulduğumuzda bitirmiş olmayız. Bir sınavı verdiğimizde, bir sınavı vermiş birisi olarak daha zor (belki de daha kolay) bir sınav daha başlar. Bir sınavı kaybettiğimizde, bir sınavı kaybetmiş birisi olarak daha zor (belki de daha kolay) bir sınav daha başlar. İnsan bulmanın yoluna düşer ancak, çünkü neyi bulması gerektiğini tam bilmez ama  çoğunlukla kaybolduğunu farkeder. Kaybolduğunu fark eden insan etrafa daha keskin gözlerle daha dikkatle bakar. Etrafa baktığında ne göreceği, gözleriyle alakalı olduğu kadar ne görmek istediği ya da ne görmeye hazır olduğuyla da alakalıdır. Platon’un mağarasındaki adamlar gölgelerini görüyorlardı ama onu hakikat biliyorlardı. Bütün öğretileri ve ideolojileri bir yana bırakıp içimize baksak orada bir ahlak yasası göreceğiz. O ahlak yasası aslında bize her şeyi kolaylaştıran yegane şey. Yani ona ulaşınca her şey kolaylaşacak, ama ona ulaşmak o kadar kolay değil.
 
l İbrahim’in adı neden İbrahim?
 
İbrahim, bizim bildiğimiz ilk arayan ve bulandır, bunun için İbrahim. Göklere bakandır, güneşe ve aya bakıp “Benim rabbim sen misin?” diye sorandır. İnsan bu soruyu bulmak için sorar, bulmak için soran kaybolduğunu farkedendir. Benim İbrahim’im de öyle biraz. Ona diyorlar ki, sen hayatını kaybetmişsin. O da kaybettiği hayatını bulmak için yola çıkıyor.
 
l Türk edebiyatının hakikatle ilişkisinin nasıl bir serencamı var? “İnsanların Tanrı’ya değil gerçeğe inandığı” günde hakikatin edebiyatı, İbrahim’inki kadar, romancınınki kadar, okuyucu için de bir sınav gibi.
 
Edebiyatın hakikatle ilişkisi, sinemanın ilişkisi, müziğimizin serencamı, bunları edebiyat eleştirmenleri, sanat tarihçileri, konuşur, yazar, zaman da en büyük eleştirmen olarak hükmünü koyar. Bize düşen ne var bilmem, bana düşeni söyleyecek olursam, içimde duyduğumu, duymaktan kaçamadığımı, kendi zihnimin bana sunduğu bir biçimle anlatmak derim. İnsanları hakikate çekmek, insanlara hakikati göstermek, bunlar büyük laflar, ben yamuk yumuk yaşıyorum zaten, ama bu yamuk yumukluğun muhakkak ki bir sebebi var, anlattığım hikaye bu sebebi de içerir, çünkü sonuçlardan bahsettiğinizde bile sebebi işaret edersiniz. Aynı şekilde sebepleri kaşımak için anlattığımız her hikaye, sebeple beraber bir sonuç önerir ya da bir sonucu tartışır. Zamanın şartlarını da içerecek şekilde dünyada yaşıyoruz, ayrıca içimizde de bir dünya var. Dünya ve dünyamız bizi şekillendiriyor, biz bu şekil gereği yaptıklarımızla dünyayı şekillendiriyoruz. Sadece yazanlar için değil, herkes için geçerli bu. Yazan yazmayan, okuyan okumayan diye ayıramayız insanları meselemiz hakikatse, gerçekse, ahlaksa, doğru ve yanlışsa. Bize göre, sana göre, bana göre, zamana göre, duruma ve şarta göre değişmez bazı şeyler. Bunu anlamak için ihtiyaç duyduğumuz pek çok şey var elbet, gereken şeylerden biri de edebiyat. Yazara da düşen, okura da düşen, kendisi eğer talipse bir şeyler var. Talip değilse de kimsenin kimseye söyleyecek bir şeyi yok.
 
l Gaybın romancıya sunduğu imkanlardan da bahsedelim mi?
 
Gayb, bu roman özelinde fantastik, düşsel diye isimlendirilebilir belki. Ama bu isimlendirmeden sonra ise hayır fantastik veya düşsel değil demek de bana düşer. Biz gaybın hikayelerine aşinayız. Bunlar bizim için yeni değil. Bir millet olarak bu hikayelerin bizi büyüttüğünü söyleyelim önce. Akabinde meselenin teknik yönü biraz şöyle bir şey; hikayenin kabuğu, içinde saklı olan çekirdek içindir, bazen onu korumak için ki her elini uzatan ona erişemesin. Erişmek isteyen emek versin. Güzellik tek başına yetmez, insanlar onu yağmalar, tek başına etkisi olmaz. Olsaydı, güzel olun, iyi olun derdi güzel olanlar ve iyi olanlar. Güzelliği ve iyiliği bir kabuk içinde sunarsınız, o kabuğu aşabilen güzelliğe kendisi ulaştığını hisseder. Hem kabuğu kurup içine güzellik koyan sizi takdir eder, hem kabuğu kırıp içindeki güzelliği gören kendini takdir eder. Bu aslında bildiğimiz anlamda, metni okurun tamamlaması meselesidir. Hikayenin kabuğu, yani biçimsel kısmı, öze dair kurduğunuz şey, öz kadar önemli. Ama kabuk, tek başına yeterli gelirse, hikaye amacına ulaşmaz, çünkü zekice ve eğlenceli bir şey, mesela zamanda yolculuk, mesela bilimkurgu hikayesi, mesela bilinç akışı, mesela olay örgüsü mesela çarpıcı bir kurgu, neyi kullandıysanız, o kadarda kalır. Bu sohbet özelinde kullandığımız gayb ile kastettiğimiz o gerçek üstü hikaye de o kadarda kalır. Yani gelenek, anlatıda gaybı kullanmış, Güney Amerikalılar üst gerçekçilik diye bir şey kullanmış, bugün bir yazar zamanda yolculuk kullanıyor, başka bir yazar başka bir şey kullanıyor, farketmez. Bir adamın bir ağaç dibinde uykuya dalıp, bir rüyaya dalıp, o rüyada 70 yıl yaşayıp, geri dönmesi, bildiğimiz hayattır aslında. Buna bakıp aa gerçek üstü dersek biçimde kalmışız demektir, bak dünya hayatı böyle bir iki saniyelik bir rüyadır aslında der isek hikaye bize ulaşmış, biz yazarın hikayesinin çekirdeğine ulaşmışız demektir.
 
l “Düşmek: İnsan düşerdir.” Evet, ata mirasıdır. Adem dünyaya düşmüştür. En esaslı düşüş de galiba derde düşmektir. “Git bak bakalım kuyu mu kule mi?” Aşağı/yukarı yönelim metaforu izlediğiniz ana yol diyebilir miyiz?
 
Bu romanda İbrahim’in kayıp hayatlar bahçesini bulmak için aşması gereken kapılar olsun istedim ve bu kapıları çok basit bir şekilde belirledim. Bilgi kapısı, hikmet kapısı, akıl kapısı, kalp kapısı. Bunları fiziksel kapılar olarak görürsek, elbette hikaye fantastik bir hal alır. Kuyu mu yoksa kule mi, o dibinde durduğumuz şey, bu hikmetle alakalı. Tıpkı o hissin, dert mi deva mı olduğunun kalple alakalı olması gibi. Yani ana yol kule mi, kuyu mu değil, ana yol neyi kaybettiğini bilecek misin, bilmeyecek misin? Bileceksen, ararsın, yoksa aramazsın. Ararsan bulabilirsin. Aramazsan kayıp da değilsin.
 
l Kuyu ve kule ilişkisinde paradoksal bir durum var İbrahim’in (ve okuyucunun) kalbini taşıran. Anlatın bize onu.
 
Çok basit aslında, derman arardım derdime, derdim bana dermanmış. Tabii burada romanın bir bölümünde yapmaya çalıştığım şeyi bir cevap olarak aynı şekilde kurmak ve bozmak istemiyorum ve bu sebeple bu kadar net cevap verir gibi yapıyorum. Net cevap ya cahil olduğunu bilmeyen cahilin, ya da tam anlamıyla bir bilgenin vereceği bir cevap olmalı. Benimki, kuyuda mıyım, kulede miyim, bilme çabası. Ki bilirsiniz ki çoğunlukla bilmek yetmez.