HÜSEYİN SU
Tarihin enkazından bütünüyle kurtulmak, hayatımızı belirleyen eski inançların, gelenek ve göreneklerin tozundan toprağından arınmak çok kolay olmuyor; bunu iyi biliyoruz. Çoğu zaman insanın öncesiyle sonrasını ayıran sınır ancak keskin bir ferasetle seçilebilecek kadar ince, girift ve birbirine geçmiş oluyor. İnanmak, toplum için bu durumun çözümünü bir yandan kolaylaştırırken bir yandan da zorlaştırabiliyor. Belki de bu durum, inanç ve düşünce hayatımız itibariyle en çok Türk toplum zaviyesinden geçerli. Çünkü bir türlü ‘kendimiz’ olamadığımıza çok sık şahit oluruz.
İslâm öncesi Türklerin dinî inanç ve ölüm kültüründeki yuğ törenlerinin ağıtçılarından kendimizi ayırabilmemiz için hayat, inanç, düşünce, kültür, sanat, edebiyat ve siyasa gibi alanlarda öncülerimizi uğurlarken, anarken önce hem onları hem de kendimizi iyi anlamamız, onları uğurlarken bizim dönüp kendimize gelmemiz, kendimize bakmamız, bu vesileyle onlar için üzülüp dua ederken, kendimiz için de tefekkür etmemiz gerekir. İnsanların görmesi için dökülen gözyaşlarının kendilerine de arkalarından ağladıkları ölülere de hiçbir yararının olmadığını o ağıtçılar da biliyordu şüphesiz. Aynen buradaki gibi Müslümanların ölüm ve defin adabının da giderek devlet, çeşitli kurumlar, siyasa protokol ve ritüellerinden ibaret törenlere dönüşmesi, ölen insanın da hayatı boyunca titizlikle dikkat edip koruduğu inanç ve ilkelerinin, hassasiyetlerinin bile hiçbir biçimde dikkate alınmadan hoyratça kullanılmasına yol açıyor. Sanki o insandan ölümüyle, hayatında ne denli iddiası varsa hepsini yalanlaması isteniyor, dahası onun adına bunlar yapılıyor.
BİR ‘İNSAN İMGESİ’ ÜZERİNDEN MEŞRUİYET
Onları yanlış anlayarak, kendimiz gibi inanıp yaşadıklarını varsayıp yanlış yerde konumlayarak, onlar üzerinden fotoğraf vermeye ve bir ‘insan imgesi’ üzerinden meşruiyet kazanmaya çalışarak, kendi arzu ve çıkarlarımız uğruna onların temsil ettiği değerleri yanlışlarımıza eklemleyerek, hayatları boyunca nice güçlüklerle vuruşup nice mahrumiyetlere katlanarak, nice umarsızlıklara karşın onların ısrarla ve bir ömür hayatlarıyla çizdikleri çizgilerini, ilkelerini, retlerini ve kabullerini görmezden gelerek, yok sayarak, daha kötüsü de onları kendimize benzeterek, en sonunda da indirgeyerek... hem onlara hem de kendimize ve geleceğimize haksızlık ediyoruz. Bununla sadece kendimizi kandırmış oluruz, kendimizle birlikte bir kısım insanları da bir süre kandırabilsek bile zaman gelir, bizi utandıracak bir şafak söker, tan ağarır, ardından gün ışır ve hakikat dile gelir, konuşur, sonsuza dek konuşur... Hakikatin diliyle konuşan da o insanların düşünceleri, ilkeleri, hayatlarıdır.
Bütün bunları, hem hayatımızda, hem düşünce dünyamızda, yürüdüğümüz yolda izlerini gördüğümüz ve sürdüğümüz o insanların ölümlerinin ardından her zaman onları hüzünle, sevgiyle, hasretle yâd ederken yaptığımız gibi bir kez de Nuri Pakdil’in irtihalinin ardından hatırlıyor, düşünüyor ve söylemeye çalışıyorum...
Nuri Pakdil’in hayatı boyunca direndiği mevziler, ödünsüz savunduğu sınırlar, devrimci bir öfkeyle saldırdığı imgeler, simgeler, ateşten daha yakıcı kavramlarla tanımladığı siyasal, ekonomik anlamlar, ulemasından sokak satıcısına ve ayakkabı boyacısına kadar topyekûn toplumu tarihsel, şerî bir bilinç ve duyarlıkla çağırdığı direniş hattının keskinliği... hepimizi içten içe çok sevindirse de durduğumuz yeri, uzlaşmacı tavrımızı apaçık göstermesi, suçluluk psikolojimizi yüzümüze vurması bakımından da utandırıyordu.
Bu nedenle ilgili olmalı şüphesiz, yuğ törenlerinin, insan psikolojisi açısından ve toplum nezdinde her zaman rahatlatıcı bir etkisi de var.
Bazı insanlar vardır ki herkes kendisinden bir şeyler görür ve bulur onda veya öyle olduğunu sanır, dahası buna inandırır kendisini, böyle olsun ister. Ne denli ayrı düzlemlerde durduklarını, yaşadıklarını ilk anda göremez, görmek de istemez, şimdi sırası değildir onu görmenin, toplum nezdinde de kendisini o insanın yanına yerleştirmeyi önemser, temsil ettiği hiçbir değere inanmasa da aynı fotoğraf karesinde görünmek ister onunla. Birer imge hâline gelen bu insanlar, bu tür genel karelere girmemekte bir ömür direnseler bile, insanların zalimliğinden miraslarını kolay kolay kurtaramazlar.
BİZİM EĞİLDİMİZ YERDE…
Çünkü o imge insan, en masumane ifadeyle söylemek gerekirse bizim hep olmak isteyip de olamadığımızı olmuş, bizim düşünüp de söyleyemediklerimizi söylemiş ve yazmış, bizim içimizde düğümlenip kalan, mütemadiyen yutkunup durduğumuz öfkemizi, hıncımızı, kahrımızı, kederimizi, tabii ki inancımızı ve umudumuzu dile getirmiş ve bizim eğildiğimiz her yerde o hiç eğilmemiş, sarsıldığı olsa bile dimdik durmuş, bizim düştüğümüz yerde ayakta kalabilmeyi başarmış, bir kere hayır dediğine en zor koşullarda bile uzanmamış bile, bizim uzlaştığımız yerde elini vermemiş, herkesin ‘kara siyasa’ ve ‘kirli mülkiyetle’ kirlenmiş elini tutmaya asla tenezzül etmemiş, çoğunun ustaca karşıya geçtiği zamanlarda bile mevzilendiği yeri kesinlikle terk etmemiş ve hiçbirimizin duramadığı, her yerden görülebilecek kadar net bir ‘duruşa’ sahip olmuştur.
İnsanlar genellikle, böyle ‘imge insan’ların varlıklarından kıvanç duydukları kadar, belki de daha fazla rahatsız olurlar, batar onların sıra dışılığı. Tıpkı vicdanımızın, inancımızın, aklımızın, fikrimizin sızısı gibi... Hâlbuki o imge insan, bir anlamda bizim onurumuz, vicdanımız olmuş, hayatıyla, diliyle veya kalemiyle alnımızdaki lekeyi silmiştir.
KÜLTÜREL MALÛLİYET
İşte bu bağlamda Nuri Pakdil, bir insan olarak Türkiye’de kültür, sanat, edebiyat, siyasa ve İslâmî düşünce düzleminde yüz elli, iki yüz yıllık bir zaman dilimine bakıldığında örneğine pek rastlanamayacak muhalif bir imgeyi, bir ‘imge insanı’ temsil eder. Onun kalemi inancının kavgasını verir ve sesi ise aynı inancın öfkesini ifade eder. Onun, bu muhalif kavga ve öfke imgesini hayatı boyunca titizlikle nasıl kurduğuna ve koruduğuna kendisini birazcık yakından tanıyan herkes şahittir. Dışarıdan bakılınca bu imgeyle çelişkili bir durum varmış gibi görünen son yıllarında, rahatsızlığı sürecinde yaşananları ise elbette kendi iradesinin dışında tutmak ve bu entelektüel muhalif imgenin imha edilişini de ayrıca değerlendirmek gerekir. Bizim gibi ‘muhafazakâr dindarlık’ kültürüyle düşünen ve eyleyen toplumlarda, sözü ve eylemi kendi bağlamında anlama ve sürdürme konusunda ciddi sorunların olduğu bir gerçek. Söz konusu kültürel malûliyet nedeniyle aynı sorunu Nuri Pakdil’in düşünceleri, ilkeleri, hayatı ve ‘muhalif imgesi’ bağlamında da yaşayarak gördük. Onun bu muhalif imgesinden, yerli yersiz slogan atan, yarı sağlıklı yarı sağlıksız, yarı şaka yarı ciddi, iddialarından vaz geçmiş, uzlaşmış ve genel akışa karışıp uyum sağlamış, direniş hattının sınırlarını alabildiğine gevşetmiş, gündeme getirilmeye ve sürekli gündemde tutulmaya, herkesle rahatça oturup kalkmaya müsait, dilinin öfkesi ve acısı alınmış, tıpkı ‘bize benzeyen’... popüler bir imge üretildi. Şimdi, o muhalif imgeye ve ilkelere inananlarca yeniden ve tam da buradan hareketle yazarak, konuşarak, tartışarak bir ayıklama yapılması ve Nuri Pakdil’in bir ömür boyu verdiği emeğin, çabanın boşa gitmesine, unutulmasına izin vermemek gerekiyor.
Onun bu muhalif imgesinin içeriği her ne kadar yazı, sanat ve edebiyat yöntemi ve araç gereciyle tezahür etmiş olursa olsun, bu örnek, sadece bir ‘yazarlık, sanatçılık’ imgesi ve öfkesinden ibaret değildi. Çünkü kendisi hiçbir zaman böyle görmedi ve son derece siyasa yüklü bir eylem olarak anladı ve anlattı bize. İnanan bir insanın, inanan bir yazarın, sanatçının, devrimci duruşunun ve yüzdeyüz adanmışlığının imgesi ve öfkesiydi bu. Bugün bize düşense, onun şahsında şahit olduğumuz bu muhalif devrimci imgeyi yeniden ayıklayıp yorumlayarak geleceğe taşımak ve yaşatmak olmalı. Çünkü böyle bir imgeye, her toplumun ihtiyacı var ama daha çok da bizim toplumumuzun ihtiyacı var.