Piyasa kendimizle duygularımız arasına bile ‘ekmek’ sokuşturdu

Selahattin Yusuf: “Sorunlar, dertler, pürüzler. Bunlar aynı zamanda hayatla bir bağ kurmaktadır. Bütün pürüzleri temizleyip yerlerine piyasa çözümlerinin verniğini döktüğümüzü ve meseleyi kuruttuğumuzu düşünelim. “Pürüzlerin” ortadan kalktığı bir hayatla aramızda temas da kalmamış olacaktır.”

14 Aralık 2017 Perşembe 07:00
Kitap Haberleri

HALE KAPLAN ÖZ


Selahattin Yusuf, ilk romanı İsa Hanginiz?’deki karakterini, yeni romanı Masumiyet’in Son Günleri’ne de misafir ediyor. 1970’ler ve günümüz olarak iki dönemli ilerleyen romanda, bir zamanların efsanevi öğrenci lideri Masum Oran’ın, yeni toplumsal düzene bir türlü eklemlenemeyişi ve neredeyse obsesyon haline gelen ‘sanat sinemasında başarı’ tutkusuyla hayata bağlanışına tanıklık ediyoruz. Aşk, tekinsizlik, kimlik, toplumsal dönüşüm ve sanat romanın temel izlekleri…
 
Önceki romanınızda da vardı o. Masum’u bir karakter olarak bu kadar uzun ömürlü kılan nedir?
 
İlk romanım İsa Hanginiz?’deki İsa, aslında farklı bir dünyanın insanıydı. Eski bir arkadaşımın başından geçenlerden yola çıkmıştım onu yazarken. Yaklaşık yirmi yıl önce, Ankara’da bir bekar odasında dinlemiştim hayat hikayesini. Hikayenin, o gece sabaha kadar süren, kahkahalara sık sık göz yaşlarının karıştığı uzun bir anısı var bende. Sabah olduğunda karar vermiştim. Onu yazacaktım. Ama yıllar içinde o hikaye benimkiyle de sarmaş dolaş oldu. Kendi hikayemden, kendimden ancak o kadar kaçabildim yani. İsa Hanginiz? Ne demek bu? Sorunun tarihi anlamını kavradığımızda, ancak o zaman içimizdeki tellere cereyan gidebilir sanıyorum. Yeni Ahit’teki hikayeyi hatırlayalım. Filistin’de Romalı bir komutan, sabaha karşı İsa (Hz. İsa) ve havarilerini bir dağda, saklandıkları kuytuda kıstırmıştır. O gece, sabaha karşı son şansları da ellerinden alınacaktır. Ölüm kalım anı gelip çatmıştır. İsa’nın kim olduğu ortaya çıktığında, bildiğimiz şeyler başına gelecektir. Arkadaşlarından, hülyalarından ve bu dünyadan artık ayrılacaktır. Tam o an. O anın şiirini başlığa taşımak istedim. Yani Romalı komutanın o soruyu sorduğu anın şiirini. O soru sorulduğu anda, Yehuda’nın ihaneti, çarmıh, zindan, sırtında kendi çarmıhını taşıyan tarihi kurban... Hepsi de o soruyla başlayacaktır. Dolayısıyla benim roman, o ilk sorudan sonra gelen her şeyin bu kez çağdaş bir yorumu/yeniden yazımı oluyor.  Neden peki? Çünkü öyle hissediyordum o romanı yazarken. Sanki bir Romalı asker bir gün sabaha karşı bizi bir kuytuda kıstırmış ve sonraki hayatımız -uzun Golgota tırmanışımız- o meşum soruyla başlamış gibi, yani. Artık nereye gidersek gidelim, ne yaparsak yapalım, o sorunun muhatabıyızdır. Modern durum benim açımdan buydu o zamanlar. İsa’nın arkadaşlarıyla (havarileriyle?) akıl hastanesinden kaçıp metruk bir eve yerleşmesi ve onlardan geniş bir aile kurmak çabası. Benim yorumum bu. Tabii ikinci romanımla da benzeşen yanları var bu hikayenin. Bu kez gerçek bir aile ve ev var tabii. Ama Masumiyetin Son Günleri’nde de baş karakterim Masum bu soruya muhatap olmuş gibidir. Bunu söylemek bana düşmez elbette, ama bir çeşit epik özgeçmiş yazıyorum aslında. Bir çeşit “Gelecek Uzun Sürer” savunması hazırlıyorum. İçine her şeyi, bütün delilleri koymaya çalışıyorum. Kim böyle yapmıyor ki?
 
Masumiyetin ömrü peki?
 
“Masumiyet” konusunu romandan bağımsız olarak ifade etsem daha iyi olur. Şöyle. Masumiyet, benim ele aldığım, irdelediğim filan değil; tutunduğum bir mesele/kavram. Masumiyetin özünde müthiş bir gıda var. Hepimize yetecek kadar. Hatta umutsuzluğumuza bile yetecek kadar. Saf masumiyetle karşı karşıya kaldığımızda, bize o kadar büyük bir iyilik bağışlanmış olur ki, neredeyse teselli edilmemiz gerekir. 
 
Yaşadığı dönemin Masum’daki sanatçıyı ne şekilde etkilediğine dair ne söyleyebilirsiniz? Olanak mı tehdit mi içermektedir yaratıcılığı için?
 
Romanda iki dönem var. 1970’ler ve günümüz. 1970’lerdeki üniversite kampüslerinde siyasi atmosfer, sol, gençlik var. Bir de Masum’un dünyanın kaç bucak olduğunu öğrendiği günümüz var. Gençliğindeki hülya ve ideal dolu dünyanın, gelip günümüzün kayalıklarına oturması var. Aşkı ve sair ilişkileri de öyle. İki dönem arasında bir köprü hikayesi aslında bu. Ama birleşmeyi değil, mesafeyi anlatan bir köprü. 1970’lerin nispeten yerli ve Batı karşıtı soluyla günümüzün neredeyse tamamıyla Batıcılığa sığınmış solu arasında bir çekişme. Sol, inananlarına 1960 ve 1970’lerde ideolojik koruma ve aidiyet güvenliği sağlıyordu. Bu aidiyet sanatta ve edebiyatta vurgulandığında hemen hemen amacına varmış oluyordu. Bunun 1970’lerde elbette köreltici bir karakteri vardı. 1970’ler, kaba şematik/ideolojik yazarları dev aynasında görürken; Cemil Meriç ve Oğuz Atay gibi yazarlar konusunda belirgin biçimde miyoptu. Günümüz solu farklı. Batıcılaştı ve temel sınıfsal kökeni olan küçük burjuva zeminine yerleşti. Dolayısıyla bir yandan birey yavaş yavaş oluştu; ama öte yandan bireyin kendi ayakları üzerinde durması gerektiği de -haddi bildirilerek- kendisine hatırlatıldı. İdeolojik sahte aidiyet örtüsü kalktı ve bazıları açıkta kaldı. Öyle olunca tabii yoksulluktan gelen Masum’un hayatı da kararmış oldu. Eskiye göre iş tutuyordu o. Geç kalmış bir Don Kişot, zamanını şaşırmış bir karakterdi. Eski efsanevi öğrenci lideri, kültür-sanat dergileri şampiyonu Masum Oran, günümüze ayak uydurmaya kalkıştığında, üçüncü sınıf bir “Bihruz bey” (Araba Sevdası) ile kaybetmiş bir anti-kahraman karışımı bir şeye dönüştü. Elini attığı her şey ve herkes, kendisine gerçek (baştan kaybetmiş) hikayesini hatırlatmakta gecikmedi. Acımadılar Masum’a. 
 
Masum hikayesizlikten yakınıyor. Gerçeksiz ve samimiyetsiz sinemadan ve sanat-edebiyat ortamından yakınıyor. “Mat bir sorunsuzluk dünyasında” yaşayanlardan bahsediyor. Nedir tam olarak anlatmak istediği? 
 
Masum yerine ben cevap vereyim. Piyasa ekonomisi bize “sorunsuzluk” vadediyor. Bütün sorunların çözümünün var ve mümkün olduğunu vazediyor. Yeter ki ödemeler aksamasın. Piyasa ekonomisi ve onun yeni insanı artık kendimizle duygularımız arasına bile “ekmek” sokuşturdu. Her yeri ekmeğe bağlıyor. “Uygun ödeme koşulları”nı yerleştirmediği delik kalmadı vücudumuzda. Aşk acısı eskiden olgunlaşmanın biricik yoluydu mesela. Şimdi ise onu “sağaltacak” kimyasal karışım elde ettiler. Geçen reklamını gördüm bir yerde. Hem dizilerle, üçüncü sınıf yazarlar-şairler ve bütün medyayla kampanyalar halinde ölüyor bitiyor aşk pompalıyor; hem de kampanyaların hedefini -aşkı- gidermek için hap üretiyor. Sözüm ona hastalığı da şifayı da üreterek işlem hacmini katlıyor yani piyasa. Sitelerde köpekleri gezdiren insanlara dikkat ediyor musunuz son zamanlarda? Aristokrat, filozof bakışlı köpeklerin sokaktaki arkadaşları dar gelirli insanlar artık. Bir sektöre dönüştü ve ara elemanlarını üretti çünkü o iş. Varlıklılar köpekleriyle geçirdikleri zamanı ikiye böldüler. Meşakkatli kısmını para karşılığı yoksullara devrettiler. Kendilerine sadece temiz ve yüzlerini yalamaya hazır, instagrama hazır, kendileri için birer ego masajı otomatına dönüşmüş halde teslim ediliyor köpekleri. Arkadaşına t-shirt’ünü ters giydiği için gülecek zeka düzeyindeki insanlar, gece bile gözlük takmak ve gazetecilerin ilgisinden korkmak zorundalar. Neden? Ne veriyor topluma bu insanlar? Ne üretiyorlar? Hiç. Ünlü olmasıyla ünlenmiş. O kadar. Ama işin daha vahimi şu; bazı cami imamları bile sahnede şov yapıyor. Gerdan kıvırıyor, sesinin çalımıyla bizi can evimizden vurmaya çalışıyorlar. İlginç -sözüm ona- fetvalarla gündem oluşturmaya çalışıyor, toplumun sırtına yük oluyorlar. Anlayacağınız, herkes işin içinde. Bütün bunları düşünmek zorundayız yazarken. Edebiyat, hastalanmış bulunan zamanının kılcal damarlarına kendi ilacını göndermek ve röntgeni kendi gerçekliği içinde çekmek zorunda. Ruhumuzu bütün kırık çıkıklarıyla, iskeleti bütün arazlarıyla ortaya koymak zorunda. Piyasaya yeniliyoruz, evet. Olabildiğince fazla insanlık değerimizi onun çürütücü ilgisinden kaçırmak zorundayız. Onun her şeyi kolayca halleden, hayatla aramızdaki bütün pürüzleri “gideren” marazi girişkenliğinden kaçınmak zorundayız. Şöyle düşünelim. Sorunlar, dertler, pürüzler. Bunlar aynı zamanda hayatla bir bağ kurmaktadır. Bütün pürüzleri temizleyip yerlerine piyasa çözümlerinin verniğini döktüğümüzü ve meseleyi kuruttuğumuzu düşünelim. “Pürüzlerin” ortadan kalktığı bir hayatla aramızda temas da kalmamış olacaktır. Hayatla aramızda ilişki kalmayacaktır yani. Hoş piyasa o karanlık dönem için de -elbette uygun ödeme koşullarıyla- bize yeni ve hayatla aramızda yeniden temas imkanı sağlayacak suni pürüzler üretebilecektir. Ve işin vahameti belki o zaman bile gözden kaçırılacaktır. Ruhumuz iki kez tuzağı boylamış olacaktır çünkü.  
l Masum zaaflarını saklayacak mahrem bir iyilik bulmak istiyor. Nedir mahrem iyilik?
 
Sokaktaki, iş hayatındaki iyilik insana yetmez. İnsan benliğinin bütün dertlerini sokağa veya topluma taşıyamaz. Bu marazi bir tavırdır. Zaman zaman görürüz bunu. Romanda da var zaten. Kişisel dertlerini bir toplumsal sorunun içine fırlatıp kurtulmak. Hayır. İnsanın dertleri günün sonunda evinde hale yola konulur. Mahreminde, yani. Sorunlar son çözümüne aile içinde varır, varmalıdır. Bu eskiden bizde aynı zamanda mahalle idi. Mahalle geniş aileydi. Ama onu (mahalle baskısı kavramına onun için hınç duyuyorum ben eskiden beri) piyasanın ve devasa bir entelektüel boşboğazlığın arkasına saklayıp gözden yitirdik.  
 
Evlilik, hesaplı ve güvensiz bir ilişki biçimi olarak karşımıza çıkıyor romanda. Neden?
 
Toplumumuzda artık böyle maalesef. Ama geriye kalan bütün ilişkilerimiz de böyle olduğu için böyle. Evlilik kurumu bütün toplumsal ilişkiler ağının tam ortasında, niçin etkilenmiyor olsun ki? Onu geniş ve sıcak kucağında kanguru kesesi gibi saklayan, ondan çok daha büyük bir toplumsal ilişkiler organizasyonu olmadan nasıl yaşayabilir ki aile? Zaten görüyoruz. İsmine çekirdek dedikleri bir aile türedi. Yalanın daniskası. Çekirdekten aile mi olur. Bencilliğin kurumsal bir dışavurumu ve itirafı kesinlikle. Ölmedi, kalbimizde yaşıyor deriz. Bilmiyoruz ki, yaşarken kalbimizde de yaşasaydı ölmemesinin daha sahici bir yolu nasılsa bulunurdu.   
 
Biçimi çok önemsiyorsunuz ama içtenlik ve sadelik paralel yürüyebiliyor metinde etkileyici bir halde. “Basit olan güçlüdür” kuralına inanıyor musunuz? 
 
Teşekkür ederim. Basit olan güçlüdür, evet. Buna Batı edebiyatının iyi metinlerinde de rastlarız. Bizim gelenekte de öyledir. İnsanlığın bütün iyi edebi mirası zamana karşı basitlikle, yalınlıkla dayanır aslında. Ama bu, sanat ve özel olarak edebiyat söz konusu olduğunda, kaçınılmaz olarak tasarlanmış basitliktir. Herhangi bir kafa karışıklığının, ki başlangıçta gerekli, hatta şarttır, zamanla bir estetik öneriye de dönüşebilmesi için mutlaka sadeleşmesi gerekmektedir. Metin, her şeyden önce bir duyma gücü ve görme yeteneği gerektirmektedir. 
 
Yoldaşlık yol kadar mühim hatta belki daha mühim. Okuru ne oranda gözetiyorsunuz yazarken?
 
Yazarla metni arasına girmemeli okur aslında. Buna başlangıçta yazar izin vermemeli ki sonuç her üç taraf için de en iyisi olsun. Yazarla metin arasından su sızmamalı. Metnin gerekçesi daima kendi derdi, dahası kendisidir.