ERDİNÇ AKKOYUNLU
Kararsızlık vebadan hızlı yayılır ve bir vakitler adı ‘kara ölüm’ olan bu hastalıktan daha ölümcüldür. Hele ki iş edebiyattaki kararsızlığa gelirse, o zaman bir edebiyatın varlığından söz edilemez.
Çünkü yazarlar ve okurlar, o kararsızlıkla hiçbir bilinmeyenin yoluna düşmez. Sadece daha önce denenmişin çok güvenli patikalarında doğa yürüyüşleri yapar. Hatta dönüp dolaşıp aynı yere gelir de kimse bundan rahatsız olmaz. Bu bir cenaze yürüyüşünden başka bir şey değildir. Dönersin dolaşırsın, vardığın yer bir mezarın başı olur. Kararsızlık seni temkinliliğe itmiştir. O temkinlilik edebiyatta bir vaha gibi görünse de pekala uçurumdur ve unutulmuşluğun sivri kayalarında parçalanırsın da, peşinden gelen kararsızlar seni gömer kendi ölümlerine doğru yürürler. Sahi, edebiyatta kararsızlık bu kadar ciddi mi. Ve Türk edebiyatında bir kararsızlıktan söz edilebilir mi? Ya da edebiyat kanonunun bir kararsızlık kıskacında olduğundan dem vurmanın yeri mi? Aslında tam da yeri ve zamanı. Yayınlanan roman sayısı üç binlere dayanan Türkiye’de okuma grafiği de her gün yukarı çıkınca... Kesiverelim böyle öğretici bir cümleyi. Gerçeklerden söz edelim. Sadece ve şimdilik ben dahil küçük bir grubun... Tıpkı her tek Tanrı’lı dinin doğuşundaki gibi küçük bir grup ‘inanmışın’ var olduğunu düşündüğü gerçekten bahsedelim... Yoksa aynı yerde dolaşıp kendi fikirlerimizin cenazesine katılacağız...
Tarihi yüz yılı aşsa da, Türkiye’de ne bir Türk edebiyatı var ne de Türk edebiyatıyla ilgili herhangi bir derinlik arama çabası. Edebiyata dair her söz, aslında hayata dair edilmiştir. Ve benim gibi edebiyat boşboğazlarının bu tür yazılarında kitleleri değil küçük grupları, hatta tek tek birkaç bireyi hedefleyen vurucu sözleri, filozof tespiti gibi yazılır. Bu da onlardan biri: Hayatta bir konudan söz edeceksek, onun ne kadar derin olduğu ne kadar önemli olduğunun ölçütüdür. Değil mi ki tüm toplumların söylencelerinde ya da yazılı ata metinlerinde en bilindik hikaye temasını aşk oluşturur. Aşık olmak, eğer karşındakinin güzelliğine ve sana sağlayabileceklerine karşı bir sevme hali değil de gerçek bir aşk ise... Yani karşındakinin senin karşında olsa bile, seni ret etse, senle kanlı bıçaklı dahi olsa onun söylediklerini ve yaptıklarını değil, söylemek isteyip yapmak istediklerini bilme haliyse... Onu yargılama değil kabullenmeyse... O zaman ölümsüzdür... Göz karadır... Dağları da deler, çölleri de aşar hatta kovulsa da kimi güzel anların kapı eşiklerinde bir gün gelebilecek olanı bekler... Böyle olduğu için de efsanevidir ve edebiyatın alanına girer. Aşk derin bir mevzu olduğu için önemlidir. Tarih boyunca karşılıksız aşktan yahut aşk bunalımından ölenlerin, ki buna yaşarken ölenler dahil; zira en çok onlar ölür, bugün yeryüzünde yaşayanların nüfusundan fazla. Bunu söylemek için de benim gibi bir edebiyat boşboğazı olmanın dışına hayatın perdesini şöyle bir kaldırıp bakmak pekala yeterli. Hak verenlerin kulak çınlatmasıyla anlayacağım ki bu yazı yayınlandığında, bir konunun önemli olduğunu ne kadar derin olduğunu gösterir ve bunu da anlatmanın en örnekli ve edebi yolu aşktır. Peki öyleyse eğer bir edebiyatın ne kadar derin olduğunu anlamanın yolu pekala içindeki aşk romanlarını saymaktan mı geçer? Eğer yolumuz sadece popülerliğin ya da okumayı hoş vakit geçirmenin sınırlarına dayansaydı bu çıkarsamayı bir dua gibi duvarımıza asabilirdik. İş Türk edebiyatından söz etmeye gelince, üstelik yazı üslubu daldan dala atlama diye isimlendirilebilecek ama gerçekte modern edebiyatın kurucusu İngiliz edebiyatı klasiklerinden alınmaysa... Duralım biraz... Edebiyat kanonu ister beş kelimelik cümlelerle anlat ister içine biraz da edebiyat karıştır, hiçbir zaman Türkiye’de bir Türk edebiyatı olmadığı fikrini kabul etmez. Çünkü her zaman edebiyatı yöneten bu karar verici sınıf, senin ne okuyacağına da dolayısıyla nelerin yayınlanacağına da karar verir. Ve hiçbir zaman Türk edebiyatının derinleşmesini istemez. Neden mi?
SADECE DAHİLER VAR
Edebiyat yazısı yazmak pek çok soru sormak ve ona yanıt aramak daha çok aramak gibi yapmaktan ibarettir. Sorulara cevap buluyorum diyenle işim yok. Daha ben daha çok edebiyatla ilgili yeni şeyler sorabilenlerin peşindeyim. Cevabı sadece zaman verir nasılsa. Biraz zaman verelim cevap için. Ama sormaktan geri durmayalım. Bir Türk edebiyatı var mı? Bence özgün bir Türk edebiyatı yok. Tarihi yüz yılı bulsa da Türk edebiyatı, Avrupa edebiyatının nitelikli taklitlerini üretebilen bir yazım sürecinden başka bir şey değil. Ama. Büyük bir Ama’yı buraya yazmak lazım. Ama hiçbir dünya edebiyatında görülmediği üzere de çok ama çok nitelikli kimi yazarlara sahip bir edebiyat bizimkisi. Sait Faik Abasıyanık döneminin en iyi kısa öykücüsü. Yaşar Kemal, gelmiş geçmiş en büyük doğa anlatıcısı aynı zamanda eğitimini almadığı halde pek çok roman kuramını Anadolu söylencesiyle birleştirebilmiş bir dahi. Oğuz Atay, ki her ne kadar yaşarken yok sayılsa da, Anglosakson edebiyatını iyi çözümleyerek Türk aydınlanmasına eleştirel bakış getiren romanlar yazmış. Aynı zamanda Türk edebiyatının da en iyi öykü kitabını oluşturabilmiş yazarı. Metin Kaçan, Kasımpaşaca olarak nitelendirilebilecek bir İstanbul semt dilini romana, kurgu-konu birlikteliyle aktarabilmiş... Latife Tekin köyden kente göçü yeni bir roman diliyle ifadelendirmiş... Leyla Erbil, Amerikan edebiyatı tabanlı hikaye formunu Türkçe potada eritebilmiş isimler. Orhan Pamuk’un Türkiye’de doğup büyümüş ama yabancı gözüyle ülkeye bakabilen, yine Doğu edebiyatını da Batı ile birleştirebilen çabası Nobel’e varmış... Hasan Ali Toptaş’ın ilk dönem romancılığının özgünlüğü, yine İhsan Oktay Anar’ın tarihsel roman olmayacağı ancak romanların tarihinin olabileceğini anlatan yaratıcılığı, Barış Bıçakçı’nın sadeliğin ihtişamı formu çabaları, Hakan Günday’ın sert-korku edebiyatı, Ahmet Ümit’in olayı yaşatan polisiyeleri...
Bu listeye birkaç isim daha eklemek pekala mümkün. Ama bu çabalar topyekün ilerleyen bir edebiyat uğraşının; söz gelimi edebiyat atölyelerinde işlenen ya da özgün olma çabaları yayınlandıktan hemen sonra işleri bu farkındalığı paylaşmak olan eleştirmenlerce öncelenen isimler değil. Atay 70’lerin, Pamuk da 80’lerin başında ilk romanlarıyla kazandıkları ödüllü eserlerini yıllarca yayınlatamadı. Diğer yazarlar da yayınlansalar bile yıllarca kuytularda kaldı. Çünkü Türkiye’de popülerliğin dışında hiçbir geçer akçe yok edebiyat kanonu için. İş nitelikli edebiyat bile olsa durum değişmiyor. Edebiyatta derinlikten söz edeceksek de, birbirine yapılan gönderme örneklerinden bahsetmemiz gerekir.
YAZIDA DERİNLEŞEMİYORUZ
Bu saydığım romanlardan hangisi için bugün yazılan yeni bir roman bir gönderme ya da işi biraz daha sıkı tutarak bir metinler arasılık yapar. Ya da yaparsa izin verilir yayıncılar tarafından. Kara Kitap’a Nobel verilmesi onu tarih sayfasına pekala sokar ama Kara Kitap’a metinler ararasılık yapan bir roman 20 yıldır yazılmadıysa, o edebiyatın derinliğinden söz edemezsin. Hadi yazarlar yeniyi denemenin kendi kariyerleri için pek hayırlı olmayacağını düşünüp, denenmişin yolundan giderek farkı sadece kimlikteki isimleri olan şekilde birbirinin aynı romanlar ve hikayeler üretiyor. Ama bunu yaparken bile edebiyatı derinleştirmek için küçücük bir gayret yada yüreklendirmeye de herkesin kapısı neden kapalı? Mesela bu ülkede bir sanat ikonu olarak Zeki Müren yaşamadı mı? Gazel döneminde ortaya çıkıp sanat müziğini yeniden sevdiren. Onlarca Yeşilçam filmi de yapan, arabeskçilerin şarkılarını gazinolarda da söyleyen. Sonra köşesine çekilen yine sahnede ölen? Zeki Müren bile Türkiye’de hiçbir romancının ya da öykücünün ilgisini çekmiyorsa bir romanın konusu olmak için, Türkiye’de birbirine atıfta bulunan, metinler arasılık yapan ya da kültürel ikonları edebileştiren bir Türk edebiyatından söz edilemez. Öyle olunca da Zeki Müren size iyi uykular diler...