GÜLCAN TEZCAN
Uzun yıllar hukukçu olarak adalet için mücadele vermiş bir isim Bahadır Yenişehirlioğlu. Ama biz onu önce roman yazarı sonra da oyuncu olarak tanıdık. Payitaht Abdülhamid dizisinde Tahsin Paşa karakteri ile sadece dünyanın dört bir yanında insanların gönlüne giren Yenişehirlioğlu, Tahsin Paşa ile teşrik-i mesaisini bir romanla kayıt altına aldı. Roman hakkında ipucu vermeden sevilen yazar ve oyuncu ile Tahsin Paşa’yı ve Osmanlı’nın çöküş yıllarını konuştuk.
Yeni romanınız Hünkârım bugün okurla buluşuyor. Bir Tahsin Paşa Romanı alt başlıklı roman dizinin getirdiği birikimin bir sonucu mu yoksa okurdan gelen bir taleple mi ortaya çıktı?
İlk sezondan itibaren Payitaht Abdülhamid’de devam ediyorum. Üçüncü sezona başladık, 5 Ekim gibi de yayında olacağız. Tahsin Paşa önceden de bildiğim bir karakterdi. Hatıratlarını okumuştum ama onlarda kendisi ile ilgili çok ipucu yok. Devletin işleyişini anlatıyor, kendi hayatı ve özeli ile alakalı çok ipucu vermiyor. Abdülhamid’in sır katibi olma halini özel hayatı için de korumuş.
Oyuncu olarak bir karaktere çalışmakla bir roman karakterini kurgulamak çok farklı olmalı...
Kesinlikle öyle… İçinde bulunduğum süreçle de alakalı sanırım. Ama ben neticede bir yazarım. Dizi olmasaydı da Tahsin Paşa’yı yazarken yapacağım hazırlığı karakterimi inşa etmek adına zaten yapmıştım. Tahsin çok sevdiğim bir karakter. Hayatım boyunca gölgede kalmış karakterler beni hep ilgilendirmiştir. Dizi başladığı andan itibaren benim Tahsin’i yorumlamam çok içsel bir hal aldı. Onu araştırdıkça, okudukça ve oynadıkça bir aynilik geliştirdik aramızda. Telepatik bir bağ oluştu diyebilirim açıkçası. Zaman zaman Tahsin’den ayrılamaz hale düştüm. Eğer bir Tahsin Paşa romanı yazılacaksa bu kadar canlı içimde yaşatıyorken bunu ben yazmalıyım diye düşündüm. Ki bu ciddi bir kolaylık da oluşturdu.
Nasıl bir kolaylık?
Payitaht dizisinde benim Abdülhamid’in yanında durduğum gibi masamın başında durduğunu hayal ettim Tahsin Paşa’nın. Bir gün ‘Paşam karına nasıl aşık olmuştun’ diye sorarken buldum kendimi. Bilgisayar başında çalışırken zaman zaman da boşluğa baktığımı görmüş eşim. Halbuki odanın tavanına bakmıyordum, Tahsin bana Mabeyn’e ilk kabul edildiğindeki ruh dünyasını anlatıyordu.
Abdülhamid’in sır katibi ama aynı zamanda onu eleştirebiliyor da.
Tahsin’i farklı kılan biraz da bu. Diğer paşalar gibi Abdülhamid’e yalakalık yapmamış Çünkü onlar Hünkarın söylediğine ‘Emredersiniz Hünkarım’ deyip arkadan iş çevirmişler, tam aksi şeyler yapmışlar. Tahsin ise düşündüğünü ve o an yanlış gördüğü şeyi Abdülhamid’e çok net söylemiş. Bununla birlikte Abdülhamid’in söylediği neyse ona da sonuna kadar uymuş. Asla arkadan iş çevirmemiş. Kendi fikrine ters bile olsa söyleneni yerine getirmiş. Çünkü o aldığı terbiye ve inanç manzumesi neticesi ayakları sağlam yere basan hak ve adalet kavramlarından yürüyen ideal bir karaktere sahip ve omurgalı bir duruş sergiliyor. Herkesin korktuğu ve düşündüğünü ifade edemediği Abdülhamid Han karşısında inandığını söylemiş ama Abdülhamid Han da sonuna kadar güveneceğini biliyor ona.
Tahsin Paşa’nın bağlılığı sadece Abdülhamid Han’a mı?
O’nun biat ettiği ve ölümüne sadakati göze aldığı şahıstan ziyade makamın bizatihi kendisi aslında. Makam ne? Osmanlı İmparatorluğu’nun son temsilcisi ve Hilafet Makamı. Bu iki güçlü alan ve bunların İslam coğrafyasını temsili noktasındaki muazzam bir kimlik Abdülhamid Han. Zira Hünkârın İslam coğrafyasına gelebilecek her türlü zararı bertaraf etmek için verdiği mücadeleye şahit olduğu için ona mutlak bağlılık duyuyor.
Abdülhamid Han gibi Tahsin Paşa da yalnızlaşıyor. Bu bir kader ortaklığı mı?
Abdülhamid ile hemen hemen aynı kaderi paylaşıyor. Abdülhamid Han’a hizmet ettiği sürece Hilafet makamına ve devlete hizmet ettiği dönem itibariyle Tahsin Paşa hep gölgede kalmayı yeğlemiş. Çünkü devletin bütün sırlarına vâkıf. Geride kalıp bir vizyon oluşturmuş, izlemiş. Olayları, karakterleri, küresel oyun kurucu devletlerin elçilerinin ortaya koymaya çalıştığı planları anlamaya, yorumlamaya ve çözmeye yönelik bir durumu olmuş ve bu doğrultuda da önermelerde bulunan bir karakter. Gölgede kalmış olması, o sessizliği ve sır hali sadakat hali onu hem Abdülhamid’in hem de diğer kişilerin gözünde bir karakutu haline dönüştürüyor. Abdülhamid sürgüne gönderildiğinde Tahsin Paşa da Sakız Adası’na sürgün ediliyor. Döndüğünde her şeyin değişmiş olduğunu fark ediyor. Abdülhamid Han ölmüş, dönem değişmiş, Payitaht’ta sosyal hayat değişmiş, işgal yılları başlamış ve bambaşka bir yere ışınlanmış gibi hissediyor. O yalnızlık, çaresizlik, boşluk çok hazin. Osmanlı nasıl içe doğru bir kara delik gibi çöküyorsa Tahsin Paşa’nın da aynı şekilde çöktüğünü görüyoruz. İşte o çöküşü aynı zamanda sosyolojik ve toplumsal olarak bir mekanda İstanbul ve Osmanlı genelinde de vermeye çalıştım okura.
Çok netameli bir dönemi anlatıyorsunuz… Bunu yazarken nasıl anlatacağınız konusunda tedirginlik duyduğunuz olaylar oldu mu?
Neticede tarihi bir süreci anlatıyorsunuz. Gayet tabi romancı kimliğimle kendi kurgumu yapıyorum ama ana iskeleti tarihi süreci esnetmem asla mümkün değil. İttihat ve Terakki ile İttihat’ı İslamî tarafından sıkışmış bir Abdülhamid görüyoruz. İttihat ve Terakki’ye nasıl bakıyorsam İttihat’ı İslamiye›ye de öyle baktım. 31 Mart Vakası o kadar önemli ki ben 31 Mart Vakası’nın okullarda sadece bir tarih değil ders olarak okutulması gerektiğini düşünüyorum. Eğer biz 31 Mart Vakası’nı bütün cepheleriyle genç nesle öğretmiş olsaydık belki 15 Temmuz’u yaşamayabilirdik. 31 Mart bütün darbelerin atası ve bize çok öngörü sunardı. Herkesin şu saatten sonra 31 Mart Vakası’nı çok ciddi irdelemesi taraftarıyım o sebeple romanda diyaloglarda 31 Mart Vakası tartışıyorum. Yıldız Suikasti’ne dair okumalar yapmam gerekiyordu. Bunun Avrupa’da nasıl tezgahlandığını, nasıl planlandığını daha sonra İstanbul’da Payitaht’ta nasıl eyleme geçirildiğine ilişlin detaylara vâkıf olmak için çok ciddi okumalar yaptım.
"Dizi başladığı andan itibaren Tahsin’i yorumlamam çok içsel bir hal aldı. Onu araştırdıkça, okudukça ve oynadıkça bir aynilik geliştirdik aramızda. ‘Eğer bir Tahsin Paşa romanı yazılacaksa bu kadar canlı içimde yaşatıyorken bunu ben yazmalıyım’ diye düşündüm."
DARBELERE KARŞI OLMAK DEMOKRASİ ADINA BİR DURUŞ
Romanlarınızda darbeler ve yakın tarihin kırılma noktaları var…
Çünkü ciddi manada yaralıyım. Türkiye’nin yaşadığı kırılma dönemlerinden etkilendim. 12 Eylül travmasını çok ciddi yaşadım. Beyaz Usta Siyah Çırak romanımda anlatıyorum. 15 Temmuz’dan ciddi etkilenmiş biriyim. O yüzden Kara Güneş’i yazdım. Bir aydının, sorumluluk sahibi bir yazarın bu alanlara değmemesi mümkün mü? Benim ana prensibim hak ve adalet kavramlarından sapmadan olayları, insanları, dönemleri değerlendirmek. Bu anlamda darbelere sonuna kadar karşıyım. Bana göre bu özgürlük ve demokrasi adına bir duruş.
Dizide güncele çok fazla gönderme olduğu eleştirisi var...
Özellikle böyle yapalım denilmiş bir husus değil. Mazide yaşananları bilmiyorsak buradan bir öngörü çıkarmıyorsak yeni nesiller nasıl bir gelecek inşa edecekler? Bu kültür hafızanızdaki kayıtla alakalı. Tarihi sürece vâkıf olmayan bir insanın geleceğinin, mefkuresinin olması mümkün değil. Bu onu güdükleştirir. Zaten neslimizin gerçek tarihten kopartılmasının sebebi de bu. Tarihlerini bilmesinler, zihni yapıları iğdiş edilsin ve biz o alana istediğimiz gibi yazı yazalım. Bu oyuna yıllarca düşmüşüz. Hâl böyleyken ben açılmış yaraları iyileştirmeyi bir misyon olarak görüyorum. Aktör ve yazar olarak bu yaralara merhem olamıyorsam varlık sebebimi inkar etmiş olurum.
"Türkiye’nin yaşadığı sosyolojik haritadan ve o kırılma dönemlerinden ciddi etkilenmiş, 12 Eylül travmasını çok ağır bir biçimde yaşamış biriyim. Bunun yaralarını hâlâ atlatabilmiş değilim."
"Osmanlı nasıl içe doğru bir kara delik gibi çöküyorsa Tahsin Paşa’nın da sürgün sonrası çöktüğünü görüyoruz. O çöküşü sosyolojik ve toplumsal olarak İstanbul ve Osmanlı genelinde vermeye çalıştım okura."