Halkın derdiyle hem dert olan ilim adamı: Erol Güngör  

Fildişi kulesine çekilmeyen bir ilim adamı, öngörüleriyle bugün de muzdarip olduğumuz dertlerle ilgili uzun yıllar öncesi hakikati ve çözüm yolunu gösteren bir münevver. Erol Güngör’den sözediyoruz. Ali Fuat Başgil gibi, Nurettin Topçu gibi toplum problemlerine, halkın sorunları ile hem dert olan, gelecek öngörüsü güçlü bir düşünce adamı. Bugün eserlerinin yeni baskıları yapıldığı için bunca heyecan dalgası oluşmasının sebebi belki de düşünceden, idrakten bu kadar uzağa düşmemiz. Güngör’ü yeniden okumak ama üstün körü değil anlayarak, kendimize göre değil onun ne demek istediğinin farkında olarak okumanın tam zamanı. 

9 Aralık 2018 Pazar 07:00
Pazar Haberleri

ZEYNEP TÜRKOĞLU



İlim ve fikir adamı Prof. Dr. Erol Güngör 43 yaşında dünya hayatını tamamladığında ardında taşları yerinden oynatması gereken çok soru, üzerine düşünülmüş, çözüm aranmış hayli derin mesele bıraktı. Hepsi eserlerinde mevcut. Bu eserlerin derli toplu halde yeniden neşri için kurulan Yer-Su Yayıncılık kitapları okurla buluşturmaya başladı. Öte yandan doğumunun 80. yılında yakın dostları Mehmet Genç ve Doğan Cüceloğlu, arkadaşlık ettikleri, tanıdıkları Erol Güngör’ü andılar, anlattılar. Bir diğer yanda ise Gençlik Ve Spor Bakanlığı Yüksek Öğrenim Kredi Ve Yurtlar Kurumu “Ahde Vefa”  diyerek Niğde Ömer Halisdemir Üniversitesi’nde Erol Güngör’ü gündemine aldı. Programın konuşmacısı Prof. Dr. Ejder Okumuş’a göre Erol Güngör, dar kalıplar içinde kategorize edilemeyecek, ben dediği, benden dediği şeyi daraltmayan, duygusallıktan uzak, nesnel, gerçek bir bilim insanı...  

PROF. DR. EJDER OKUMUŞ 

GÜNGÖR, “BİZE GELMEYİN KENDİNİZE GELİN” DERDİ

Erol Güngör’ün yıllar evvel gündemine aldığı sorunlar, çözülemediği için mi, yoksa kadim meseleler olduğu için mi güncelliğini koruyor? 

Zor bir yerden başlıyoruz ama… İslam dünyasının, özelde de Türkiye’nin son iki yüz yıldır, biraz daha genellersek daha da geriye gitmemiz gerekir; son beş asırdır, yaşadığımız problemler aslında üç aşağı beş yukarı aynı. Biraz da bundan kaynaklanıyor. Daha özelde merhum Erol Güngör’ün gündeme getirdiği Türkiye’nin bu yeni problemleri, bugün de bizi kuşatan problemler. Bu biraz problemlerin derinliğinden kaynaklanıyor. Tabii Erol Güngör’ün öngörüsünün de payı var. 20, 30 hatta 40 yıl sonrasını görmek, bir aydın-akademisyen insanın önemli bir özelliğidir diye düşünüyorum. Erol Güngör tek başına aydın veya tek başına akademisyen değil bana göre. Aydın-ilim adamı, aydın-akademisyen bir insandır Erol Güngör. Ali Fuat Başgil gibi, Nurettin Topçu gibi. Toplum problemlerine, halkın sorunlarına duyarlı olmaktan geliyor bu. Bir ilim insanıdır, nispeten fildişi kulesine çekilmesi gerekir. Çünkü ilimde derinleşmek, bilimle meşgul olmak, tabiatı gereği böyle bir şeydir. Ama o böyle yapmıyor. Bunu aşıyor. Toplumun problemleri ile hem dert oluyor. Bu yüzden ilim adamlığının yanı sıra, bir aydın, bir entelektüel. Bu aslında geleneğimizde de var. Gelenekte iki tür ulema var. Erol Güngör de bu tipolojiler üzerinde duruyor zaman zaman. Birinci grup kendini dışarıya kapatmış, kendi dünyasında problem ve keşifleriyle uğraşanlar. Diğeri ise hem bunu yapan hem de topluma açılan ulema. Aydın da böyle iki türlüdür. Merhumun kendi kuşağında gözlemlediği aydın ve akademisyen tiplerinin çoğunlukla birbirinden bağımsız olduğunu görürüz. Toplum derdiyle dertlenmiş aydınların bilimsel yönünün zayıf kaldığı olmuştur. Erol Güngör bu iki özelliği üzerinde meczeder, barındırır. Gelecek öngörüsü de güçlüdür Güngör’ün. Bizim de en çok ihtiyaç duyduğumuz konulardan biridir bu. Üniversitelerimizde, eğitim sistemimizde en çok kafa yorulması gereken hususlardan biri, kırk yıl sonrasını görebilecek, bakışa sahip olmak… 

Geleceğe hazırlanıyor muyuz sizce? 

Yeterli olup olmadığı başka bir tartışmanın konusu ama kımıldıyoruz. Erol Güngör kendi zamanında bunu yapmışsa, bizim çok daha ilerilere gitmemiz lazım. Bugün neden Güngör’ü konuşuyoruz? Onun düşüncelerinden, eserlerinden bahsediyoruz? Erol Güngör’ü aşmak için, yeni Erol Güngörlerin yetişmesi için. Hem onu okuyup tarihsel bir boyut olarak anlayacağız, ama aynı zamanda da onun ötesine geçeceğiz. Bu çok önemlidir. Göngör Hoca’nın “Bize gelmeyin, kendinize gelin!” demesi de bu yüzdendir. Biz bunu bütün bir Türkiye olarak, hatta ümmet olarak –burada da sadece belli görüşlere mensup olanları kastetmiyorum, isterse kendisi inançsız olsun, sonuçta bu kültürün çocuğudur- bütün hepsini katarak söylüyorum; söyleyebilmeliyiz. 

Bir aydın ve akademisyen olarak Erol Göngör’ün meselesi neydi? Neyle ilgilendi? 

Öncelikle şunu söylemek lazım. Erol Güngör sadece kırk beş yıllık bir ömrün içinde günceli aşan, özelde Türkiye’nin genelde İslam dünyasının problemlerini ele alarak incelemiş. Bugün biz o problemlerle yüz yüzeyiz. Bazı şeyleri net konuşalım. Bugün siyasetin güçlenmiş olması sevindirici olmakla beraber, bilimin, kültürün geride kalması üzüntü vericidir. Halbuki fikrin, kültürün daha güçlü olması icap eder. Güngör de aynen bunu söylüyor. Hatta diyor ki, “Bizim İslam medeniyetini yeniden inşa edebilmemiz için, donuk, katılaşmış düşünce anlayışını bir kenara bırakmamız, yenilenmemiz gerekir. Yenilenmek bizi medeniyete götürecektir. Yenilenme güncel, kısır, siyaset çekişmeleriyle olmaz. İlimle, fikirle uğraşan insanların bu çekişmeleri bir kenara bırakıp, fikri merkeze koyarak uğraş vermeleri gerekir” diyor. Erol Güngör’ün derdi büyük. Nedir? İslam medeniyetini yeniden diriltmek. Bunun için sıkça İmam Gazali örneğini dile getirir. Çünkü Gazali hem geleneği temsil eder hem de gelenek içinde yeniliği ifade eder. İhya-i Ulumiddin isimli kitabı, dini bilginin, diriltilmesi, yeniden canlandırılması anlamında yazılmıştır. Bu dört ciltlik kıymetli eser her ne kadar kütüphanelerimizi doldurmuşsa da ne yazık ki beklenildiği ölçüde okunmuyor. Okunduğu vakit de doğru bağlamda değerlendirilmiyor. Yaygın bir yanlış olarak felsefeye karşı olduğu, düşünceye ket vurduğu düşünülen Gazali’nin bu eserinin mukaddimesinde ciddi bir gelenek eleştirisi vardır. Felsefecileri de eleştirmiş ama aynı zamanda vülgarize ederek popülerleşmesini sağlamış, yaygınlaştırmıştır. Bu da farklı bir bakışla böyle yorumlanabilir. Ulemayı da dini istismarla ve kendini yenilememekle suçlar. İçtihat kapısının kapandığı tartışmaları yapılırken, bundan da sorumlu tutulur. İşte Erol Güngör’ün de gündemindeki meselelerden biridir bu. Yenilik vurgusunu güçlü ama mütevazı bir biçimde yapar. Ali Fuat Başgil’de aynı dili görmek mümkün. En zor dönemlerde, başbakanların asıldığı zamanlarda çok nazik bir dille en çetrefilli konulara girmekten de sakınmıyorlar. 

O halde Erol Güngör’ü konuşurken anlattıkları kadar ifade biçimini de mi önemsemek lazım? 

İkisi de aslında. Zahir batın, iç dış, form muhteva, bunlar hep tartışılır. Aslında bu ikisini ayırmak doğru değil. Bütünü oluşturuyor çünkü. Hatta üslubu da içine alacak şekilde usulde, yani metodolojide çok yol almamız gerekiyor. Tekrar o içtihat, yenilenme meselesine dönersek, Erol Güngör’ün bu konuları gündeme getirdiği zamana yetişmiş biriyim. Ben ve benim kuşağım fakülte yıllarından başlayarak bununla yatıp kalkıyorduk diyebilirim. İslam nasıl bugünün dünyasında hayat nizamı olarak –ideolojik anlamda söylemiyorum bunu- tarz olarak hayatın bir parçası değil, kendisi olacak? Erol Güngör bunun üzerinden sıklıkla duruyor. En önemli problemlerden biri olarak şunu söyler; bir defa yeni aydın-ulema tipi yetiştirmemiz gerek. Bunu yaparken de içtihat kapısının açılması gerektiğini, yeni problemlere, yeni çözüm önerilerinin ancak güçlü âlimler tarafından getirileceğini öne sürer. 

Güngör’ün medeniyet tasavvurunun temelinde ne var? 

Kuşkusuz biz öyle bir medeniyetin insanıyız ki, bütün bir varlığa medeni bir şekilde davranmak zorundayız. Öyle kolay kurulmadı bu. İslam Peygamberi Hazreti Muhammed savaşa giderken bir karınca yuvasını gördüğü zaman ordusuna yolunu değiştirme emrini veriyor. Bu, bir hikaye, mitoloji değil. Râvileri çok güçlü, tarihte net bir biçimde aktarımı var. Ölçümüz budur ve medeniyet görevimizdir bu manada. Bu sebeple Güngör medeniyet ve kültür üzerinde duruyor. Çok sağlam temelleri olan İslam medeniyetini güçlendirmenin gerekliğini anlatırken bunlara temas ediyor. Orada da yine fikri öne çıkarmamız gerektiğini söylüyor. 

Bugün ne doğu ne batıyız. Arayıştayız. Zamanı metafizik bir şey zannederek göklerde arıyoruz. Halbuki zaman biziz, zaman bizim davranışlarımızdır. Dolayısıyla biz ne kadar biz olursak, o kadar zaman bizim olur. Sufilerin ‘Ebu’l vakt’ yani zamanın babası, sahibi olmak, zamanı üretmek dedikleri budur. Kendi zamanını yaratamayan toplumlar başkasını yarattığı zamana mahkûm olurlar. 

Erol Güngör’ün zihnimizdeki bu medeniyet tasavvuru ve inşası ile ilgili tayin edici olma, zamanın sahibi olma meseleleri tarihi zorunluluk mu? Hafızamız mı yüklüyor bunu? 

Tarihi derinlik elbette zorluyor bizi buna. Ama ondan öte imanımız bunu bizden istiyor. Bu neredeyse bizim için ontolojik (varoluşsal) bir durum. 

Erol Güngör Batıcılaşmaya karşı genel bir uyanışın başladığından söz ediyor. Eleştirilerinin yanı sıra bu uyanışın bir iyiye gidiş olduğunu, geliştirilmesi gerektiğini söylüyor. Burada gençlere merkezi bir rol veriyor.  Mütefekkir ve âlimlere yüklüyor bu sorumluluğu. Bugün aslında onun söylediği noktadan çok daha ilerideyiz. Bunu kalite ve nitelikle geliştirmemiz durumunda gelenekle değişim gibi bir ikileme de düşmeyiz. Zaten gelenek olmadan, dün olmadan bugünü yaşamamız, yarını inşa etmemiz mümkün değil. Bakışımızı düzeltmek, bütünü görmek mecburiyetindeyiz.  

MEHMET GENÇ 

“ONDA HORASAN ERENLERİNİN YÜZ HATLARI VAR” 

Erol Güngör ile yaşadığımıza benzer bir arkadaşlığı ben yaşamadım, sanıyorum Erol da yaşamamıştır. Ayrıca da çevremde de görmedim. Biz aşağı yukarı yirmi beş sene her gün görüştük. Her gün mutlaka öğle yemeğinde buluşuyorduk. Öğlen buluşamadığımız zaman akşamları ben fakültedeki odamda çalışırdık. Gece on bir on ikiye kadar çalışır, ondan sonra meşhur Marmara Kıraathanesine gider sohbet ederdik. Şimdi artık yaşamıyor ama Marmara’yı duymuşsunuzdur. Türkiye’nin enteresan adamlarının devam ettiği bir yerdi. Erol Güngör nasıl bir adamdı? Öğrencilerinin ona taktıkları isim “buz baba” idi. Baba; ama uzak. Yaklaşılmaz. Dışarıdan bakanlara çok mağrur intibaı verirdi. Korkar, çekinirlerdi. Aslında asla kibirli değildi. Anadolu’ya Asya’dan gelen o ilk Horasan erenlerinin yüz çizgilerine sahip bir adamdı. Son derece sabırlı, mütevazı ve şefkatli bir insandı. Fakat onu saklıyordu, göstermiyordu. Çok okur, çok düşünür, çok çalışır; az konuşurdu. Bütün sosyal bilimlerde o alanın uzmanı kadar bilgisi vardı. Ben tarih ve iktisatla ilgileniyordum. Müşterek alanlarımız vardı. Literatüre ulaşacağımız kütüphane de fazla yoktu. Literatürü bir şekilde bulduktan sonra onları okuyacak vakit bulmak da ayrı meseleydi. Bir kısım kitapları o okuyordu, bir kısmını ben okuyordum. Birbirimize anlatarak aktarıyorduk. Çok iyi tarih biliyordu. Eski yazıyı okuyup yazabiliyordu. Son derece hızlı ve okunaklı biçimde rik’a yazıyla not alabiliyordu. Hilmi Ziya Ülgen’in ders notlarını Erol’un o eski yazıyla aldığı notlardan oluşturduğu rivayetleri vardır. Bugün bazı gençler 1960’larda yazılmış kitapların bugünkü Türkçe’ye çevrilmesini istiyor. Yani elli altmış sene evvel yazılmış kitapların dilini anlamakta güçlük çeken insanlar var. Erol’un Arapça’sı da Farsça’sı da vardı ama bilhassa Osmanlı Türkçesi’ni çok iyi biliyordu. Erol’un en önemli vasfı, geçmişimizin metinlerini okuyup anlayabilen bir formasyonu olmasıydı. Bir insan kendi kültürünün, değerlerinin denizinde yüzmüyorsa -milliyetçi olup olmaması da çok önemli değil, her şeyini benimsemesi gerekmiyor, bazı şeylerle de boğuşabilir- bütün zihni onunla yıkanmıyorsa ne kadar parlak zekalı olursa olsun kreatif olması mümkün değil. Erol Güngör çok zeki ve meraklıydı, çalışkandı, çok parlak eserler ortaya koydu. Bu eserler Türk dünyasının ana damarının klasiği haline geldi otuz beş sene evvel. Ve halen onu okumayı bekleyen gençler var. Erol bunu kültürünün değerleri ile haşır neşir olmakla sağladı. 

DOĞAN CÜCELOĞLU 

“ONUN YANINDA KENDİMİ TALEBE HİSSEDERDİM” 

“Neden mühendis olmak istiyorsun” diye sordu bana. “Mühendis iyi para kazanıyor, eşrafın kızını bana verirler” diyemediğim için “Memlekete hizmet için” dedim. “Eğer vatana hizmet etmek istiyorsan bilim adamı olmak istemez misin psikoloji alanında” dedi. Bunu söylerken gözümün içine baktı. O bakışta istersen yapabilirsin mesajı vardı. Üç gün uyku uyuyamadım, bana mı bağlı hakikaten. Ve sonra karar verdim. Mektup yazdık Prof. Dr. Mümtaz Turhan’a.  Aynı yıl Erol Güngör Hukuk Fakültesi’nden ayrılıp Fethi Gemuhluoğlu’nun tanıştırmasıyla Mümtaz Hoca’nın öğrencisi oldu. Ve biz Erolcuğumla dört yıl aynı odayı paylaştık. Erol’la beraberken kendimi muallimiyle beraber bir ortaokul talebesi gibi hissederdim. O öğretmendi, ben öğrenciydim. Farkına varıyordum ki müthiş bir tarihsel derinliği var; toplum, kültür ve değerler konusunda. Ama hiçbir zaman da bilgiçlik taslamazdı. Sadece ısrar edip sorarsam şöyle birkaç cümle söylerdi, düşüncelerim derlenir toparlanırdı.