Irk değil bir insanlık meselesi: Can Yeleği

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nda sahnelenmeye başlayan Can Yeleği göç ve mülteci meselesini tiyatro sahnesine taşıyor. Oyun bir annenin yaşadıklarını ırk değil bir insanlık meselesi üzerinden anlatıyor. Anlatımını tümüyle evrensel kodlar üzerinden yapan Can Yeleği, ajitasyonuna girmeden izleyiciyi sadece düşündürmeye odaklıyor.

18 Kasım 2018 Pazar 07:00
Pazar Haberleri

ALİ DEMİRTAŞ



Ödenekli tiyatrolarda ‘güncel meselelere ilişkin oyunlara pek rastlamayız. İstanbul Şehir Tiyatroları’nda göçmen ve mülteci meselesini konu alan bir oyun sahnelendiğini duyunca çok heyecanlandım. Geçen hafta Reşat Nuri Sahnesi’nde izlemeye gittim bu tek kişilik oyunu. Oyun mültecilik meselesini bir kimlik ya da milleti işaret etmeden ele alıyor. Bu yüzden evrensel bir dil yakalayabiliyor. Dolayısıyla kimliğe değil olguya odaklanıyor seyirci. Can Yeleği ne ağlatıyor ne de güldürüyor. Ülkesinde yaşanan savaştan dolayı ailesiyle birlikte yola çıkan bir anne üzerinden anlatılan oyun, seyircisini sadece düşündürmeye odaklıyor. Oyunla ilgili merak ettiklerimi gösterimden sonra bir araya geldiğimiz oyunun yönetmeni Nihat Alptekin ve oyuncusu Elçin Atamgüç ile konuştuk. Herkesin olduğu gibi Elçin Hanım’ında göç ve mülteci meselesi hakkında düşünceleri var; oyunculuğundan önce. Bunu soruyorum ilk olarak.O da göç ve mülteci meselesinin dünya tarihinde sürekli var olan bir durum olduğunu söyleyerek söze başlıyor.

KANAYAN FAKAT KABUK TUTMAYAN BİR YARA

“Bir gün biz de aynı duruma düşebiliriz. Sadece empati oluşturmaya çalışıyoruz. Yönetmenim Nihat metni ilk getirdiğinde birlikte okuduk ve yazarımız Gönül Kıvılcım’ın oluşturduğu durumlardan, karakterin mücadelesinden ve metnin ilettiği mesajlardan çok etkilendik. Bir şekilde bunu anlatmalıyız hissiyatı oluştu. Sonra Genel Sanat Yönetmenimiz Süha Uygur bize bu hikayeyi anlatma imkânı verdi. Bu sadece bizim değil tüm dünyanın kanayan fakat kabuk tutmayan bir yarası. Bunun bir anne üzerinden anlatılıyor olması çok daha ağır.” şeklinde konuşan Atamgüç, ilk kez tek kişilik bir oyunda yer alıyor. Bu zaten çok büyük bir sorumlulukken bir de konunun getirdiği başka sorumluluk var. Atamgüç bu süreçte yaşadıklarını ise şöyle dile getiriyor: “Gerçekten çok zordu. Ben de anneyim ve anne üzerinden böyle bir acıyla empati kurmak çok ağır. Düşünsenize evinizi terk etmek zorunda bırakılıyorsunuz. Nereye gittiğinizi bilmeden, bir bilinmeze yürüyorsunuz. Ya kurtuluyor ya da ölüyorsunuz. Kurtulsanız bile yaşadığınız travmalar peşinizi bırakmıyor. Dolayısıyla empati kurmakta gerçekten çok zorlandım. Bu hikâye duygusal olarak beni çok yıprattı. Öte yandan insanı yok etmeye kodlanmış bir sistemin içindeyiz. Bu nedenle yaşamı daha fazla anlamlandırmamız gerekiyor. Farkında olduğumuzu söylüyoruz ama gerçekten bu böyle mi ve hayatımıza ne kadar yansıyor? Her şeyin farkındayım peki öyle yaşayabiliyor muyum? Bu oyun bana bunları düşündürdü.”

AĞLATMADAN SADECE DÜŞÜNDÜREREK

Az önce de söylediğim gibi oyunun başından sonuna kadar ısrarla ağlamıyor ya da ağlayamıyoruz. Belki anne ağlasa biz de ağlayacağız bilemiyorum. Ancak bütün bunlar oyunu çok başarılı ve öğretici kılıyor. Çünkü sadece düşünmeye odaklanıyoruz. Elçin Atamgüç de her şeyi çok çabuk tükettiğimizi ve iki şeye çok iyi hâkim olduğumuzu söylüyor: Ağlamak ya da gülmek. Oysaki hayat böyle değil, hayat bu kadar kısıtlı ve sınırlı değil. Atamgüç’e göre oyunculuk bir duyguyu değil durumu anlatmak. Seyirciye yansıyan şey ise kendisinden bağımsız gerçekleşiyor. Aslında buradaki sorumluluk yönetmen için de geçerli. Sonuçta bu metni sahneleyen o. Yönetmen Nihat Alptekin de benden farklı düşünmüyor: “Bu sorumluluk yönetmen olarak bende. Zaten sanatın temel işlevi haz almak değil farkındalık oluşturmak üzerinedir. Bizim seyircimiz melodramatik anlatıma alışık. Biz şu an bu kadar güncel ve büyük bir sorunu basit iki şey üzerinden kuramayız. Çünkü bu dünyayı ilgilendiren politik ve sosyolojik bir durum. Sanatın temel işlevi haz almak değil bir farkındalık oluşturmaktır. Tiyatro, televizyon kadar basit bir şey olamaz. Biz seyirciye göç ve mülteci meselesiyle ilgili bir şeyleri fark ettirdik ve sorgulattıysak tiyatro gerçek işlevini yerine getirmiştir.”

NİHAT ALPTEKİN: SENİN DİKENLİ TELİN NE?

Can Yeleği göç ve mülteci meselesini tamamen evrensel kodlar üzerinden anlatıyor. Herhangi bir aidiyete girmiyor. Ben izlerken o anneyi Suriyeli biri olarak konumlandırıyorum. Ama dünyanın öteki ucundaki biri de başka birini referans alabilir. Ayrıca oyun hiçbir dini unsur da barındırmıyor. Burada yönetmene de büyük bir iş düşüyor. Annenin koşması, bir hareketi, işareti, ağlama şekli ya da bir bakışı dahi herhangi bir dini unsur barındırabilecekken yönetmen bütün bunların önüne geçen bir teknikle sahnelemesini gerçekleştiriyor. “Metin hiçbir dile ait değil yalnızca temel sosyolojik kodları var. Bunlar bütün dinler ve kültürler için geçerli. Bu bir ırk dramı değil bu bir insanlık dramı. Önemli olan nokta da metnin başarılı bir şekilde sahnelenmesi. Oyunda bir mekân ve dikenli teller var ama insanlar bunu dahi kendine göre yorumlayabilir. Seslerse gerçek değil tamamen mekanik. Müzikte de etnik ya da otantik bir özellik yok. Tamamen efektif bir şey. Sadece finalde melodik bir müzik duyuyoruz. Çünkü ölümün ve acının dili yok. Ölümün melodisi aynı. Bu evrenselliği yakalamak istedik.” şeklinde konuşan Alptekin seyircinin kendi hayatını referans alarak bu oyunu izleyebileceğini söylüyor ve şunu soruyor: “Senin dikenli telin ne?”

Son söz olarak Can Yeleği’ni metin, yönetim, sahne tasarımı ve performans olarak çok beğendim. Oyun bu sezon İstanbul Şehir Tiyatroları’nde seyirci ile buluşmaya devam edecek. İnternet sitelerinden programa ulaşabilirsiniz.

YAZAN: GÖNÜL KIVILCIM

YÖNETMEN: NİHAT ALPTEKİN

DRAMATURG: DİLEK TEKİNTAŞ

SAHNE-KOSTÜM TASARIMI: AYSEL DOĞAN

MÜZİK: BARIŞ MANİSA

IŞIK TASARIMI: MUSTAFA TÜRKOĞLU

EFEKT TASARIMI: METİN KÜÇÜKYILMAZ

VİDEO TASARIM: MUSTAFA KÜÇÜCÜK

YÖNETMEN YARDIMCILARI: ALİ MURAT ALTUNMEŞE, FATMA İNAN, SELEN NUR SARIYAR

SÜRE: 65 Dakika / Tek Perde

OYUNCU: ELÇİN ATAMGÜÇ