Öğrenci Andı ve Türkçe ezan bağlamında bir soru: Geçmişimiz neresidir?

1932 yılında ezanı Arapça’dan Türkçe’ye çeviren isim aynı zamanda Öğrenci Andı’nın da müellifi olan Reşit Galip’tir. Kökü Sümerlere dayanan, Parisli gibi yaşayan muhayyel bir Türk anlayışı dayatan Galip ile bugün bu inanca sahip olanlara karşı, İslam ile yoğrularak oluşmuş, Selçuklu ve Osmanlı medeniyetine dayanan geçmişimizi tanıyıp, korumalıyız.

11 Kasım 2018 Pazar 07:00
Pazar Haberleri

MEHMET HAKAN KEKEÇ



Geçmişe özlem en evrensel duygulardan biri. Yani nostalji... Nostalji, antik Yunanca’da eve/vatana dönüş anlamına gelen nostos ve acı anlamına gelen alji kelimelerinden türemiş. Demek geçmiş, acı ile anılan bir yer. ‘Şu an/şimdi’ içerisinde evimizden uzağız, geçmişi andığımızda, iç çekerek evimize/vatanımıza dönmüş oluyoruz. 

Nostalji, bir anılarımızdan, bir de idealize edilmiş ortak/kolektif/kültürel geçmişten oluşuyor. Anılarımız elbette olabildiğince özneldir: Daha zengin (veya fakir ama mutlu), daha sağlıklı, daha yakışıklı (veya güzel) günlerimizi/yıllarımızı anar dururuz. Düşünürlerin, sosyologların ‘kültürel geçmiş’ dedikleri diğer boyut ise o kadar nesneldir ki hikayemize ait bile olmayabilir: Bir müzeyi gezerken “o zamanlar da ne güzelmiş” dersiniz ya da tarih okurken belli bir dönemin parçası olmak istersiniz.

***

Sanat için güçlü bir malzeme olmasına veya sokaktaki herhangi biri için tuhaf bir tat barındırmasına rağmen, nostalji ‘siyaset üretenlerin’ sevmediği bir iştir. Bu nedenle siyaset, konjonktüre hâkim olabilmek adına, özellikle ortak (yani kültürel) geçmişi denetim altına almak ve yeniden yorumlamak durumundadır: Büyük reformların devrimlerin gerçekleştiği dönemlerde, üst yapının ortak geçmişi varoluşunun meşruiyeti için kötülemesi âdettendir. Sözgelimi Lenin, çarları övseydi, 1917 Devrimi’nin bir anlamı olur muydu? Kapitalizmi doğuran püriten ahlak ve ‘aydınlanmacılık’, Avrupa’da Katolik papaların kontrolü elde tuttuğu ortaçağa ‘karanlık’ adını vermemiş miydi? Bugün Roma tarihi ile ilgili bir çalışma yapacak olursanız, kaynakların çoğunluğu (yaklaşık yüzde 90’ı) Hristiyanlık dönemine aittir, çünkü 4. yüzyıl sonrasında ‘Pagan geçmiş’ itinayla silinmiştir.

Tabii bunlarla beraber, ‘ortak anıları silen’ bir devrim sürecini takip eden dönemde olsa bile siyaset bir geçmiş edinmek de zorundadır. Yani, gelecek inşa edilirken referans alınan o altın çağ… ‘İlericiliğin kurtuluşu’ bile geçmişin geçmişindedir: Marksizm, neolitik devrim öncesini ‘ilkel komünizm’ olarak adlandırır ve överdi.

***

Gelelim bize: Oğuz Atay, tarih için, “… bir rüyadır, kim nasıl yorumlarsa” tanımını yapıyor. Aslında herkesin uzlaştığı bir ‘ortak tarih’ yok, kim nasıl yorumlar, referansı nerede bulursa. Bu elbette ‘kültürel nostalji’ eğilimlerine de yansıyor: “Türklerin altın çağı hangi dönemdir?” diye sorduğunuzda, onlarca farklı cevap alacağınız kesin. Dolayısıyla her (farklı görüş) siyaset kendine ait bir geçmiş ediniyor ve ‘ötekinin geçmişini’ denetim altına alma peşine düşüyor. Kaçınılmaz olarak Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda da bir yandan “Dört nala gelip uzak Asya’dan…” denirken, diğer yandan Osmanlı kurumları tasfiye ediliyordu.

Bugün yaşanan (ve anlaşılan uzun süre daha yaşanmaya devam edecek) Öğrenci Andı tartışmasını sığ inatlaşmaların ötesinde, ‘Öğrenci Andı’ndaki Türkler bildiğimiz Türkler midir?’, ‘Öğrenci Andı’nda bahsedilen Türklerin geçmişi neresidir?’ ve ‘Öğrenci Andı’nı  ortaya çıkaran konjonktür hangi dönemi altın çağ olarak tespit etmiştir?’ gibi soru(n)ların bağlamında ele almak gerektiğini düşünüyorum. Çünkü Öğrenci Andı adlı ‘ürünün’, tek boyutta değerlendirilebilecek basit bir yemin metni olduğunu düşünenler yanılır.

***

Öğrenci Andı metninin müellifi Dr. Reşit Galip’tir. ‘Reşit Galip kimdir? Tezleri nelerdir?’ sorularının cevabı da yaklaşımımızı belirlemekte yardımcı olacaktır. Uzun uzadıya tekrar etmeye gerek yok. Değerli tarihçi-yazar Koray Şerbetçi’nin 27 Ekim 2018 tarihli Star Açık Görüş’te yayımlanan yazısından alıntılıyorum: “(Cumhuriyet’in ilk yıllarında Milli Eğitim Bakanı olarak öne çıkan Reşit Galip’in) Türk’ü Asya Hunlarından Anadolu’daki Selçuklu ve Osmanlı’ya kadar uzanan büyük bir kültürel mirasa sahip tarihî ve gerçek Türk değildi. Onun Türk’ü, Maarif Vekâleti komisyonunca türetilen kelimeleri kullanan, Alpin ırkından, kafatası brakisefal, ecdadı olarak Hitit ve Sümerlileri bilen, Parisli gibi yaşayan yapay ve muhayyel (hayal gücü ürünü) bir Türk’tü.”

Görünen o ki Reşit Galip’in ‘muhayyel Türk’ü, önceki satırlarda bahsettiğim ‘nostaljiyi kontrol altına alma/yeni bir geçmiş üretme’ çabasının olmazsa olmaz bir ürünüydü. Selçuklu ve Osmanlı’ya kadar uzanan büyük bir kültürel mirasa sahip tarihî ve gerçek Türk değil; Maarif Vekâleti komisyonunca türetilen kelimeleri kullanan, Alpin ırkından, kafatası brakisefal, ecdadı olarak Hitit ve Sümerlileri bilen, Parisli gibi yaşayan yapay bir Türk. Herhalde buradaki Altın Çağ/geçmişin geçmişi de Hititler ve Sümerler oluyor. 

1932 yılında ezanı Arapça’dan Türkçe’ye çeviren isim de Öğrenci Andı’nın müellifi Reşit Galip olmuştur. Eh, ‘kökü Sümerlere dayanan ve Parisli gibi yaşayan’ bu Türk, minarelerden Osmanlılar veya Selçuklular gibi ‘Allah-u Ekber’ dedirtecek değil! O, ‘Tanrı uludur’ dedirtir. Öğrenci Andı tartışmasının bugün CHP vekili Öztürk Yılmaz marifetiyle ‘Türkçe ezan’ gündemine doğru evirilmesi az evvel ifade ettiğim gibi konuyu tek boyutlu olarak ele alamayacağımızı da gösterir.

***

Arapça ezanın bir ‘bozulma’ veya ‘Türklüğü yitirme emaresi’ olduğunu düşünenler elbette yanılıyor. Türkçe ezan olmaz, ama bunun nedeni ‘Araplık, yetersiz Türklük vs’ değildir. Farklı dillerde ezan, İslam’ın ‘mümin’e emrettikleri ile terstir. İslam, tebliğ edilmesi gereken bir dindir. Taraflı ya da tarafsız meseleyi değerlendirin fark etmez: Ulus üstü bir bakışla hangi ırktan olursa olsun Müslümanları kardeş kılar. Tebliğ edilmesi ve ortak bir değer olarak yaşaması gerektiğinden belirlenmiş (ki bu Arapçadır) bir ibadet diline sahip olması doğaldır. Daha doğrusu, öyle olması gerekir.

İslam tebliğ ve gaza da emrettiğinden Türklerde kentlileşme ile de bire bir ilgilidir. Artık ulusal bir dini olan (Gök Tengri) içine kapalı bir toplum olmanız yetmez. Ticareti gelişmiş, kültürel etkileşimin güçlü olduğu yaşam alanları da oluşturmak zorundasınız. Evvelinden denemeler olsa da ilk güçlü (tırnak içinde, kurumsal) örnekleri Karahanlılar’dadır. Selçuklu kentlerinde görülen hayranlık uyandıran taş yapıların ilk örneklerine Karahanlılar’da rastlanır. Demek İslam, Türklerin imza atacağı medeniyete (Türklerin ‘emperyal’ iddialara sahip olmasına) bire bir tesir ediyor. Yerleşik düzenin olmazsa olmazı medreseler ve kervansaraylar inşa ediliyor. ‘Ulusal din’ de herhalde Galip’in ‘muhayyel Türküne’ ait bir özlem olsa gerek.