FADİME ÖZKAN
Amerika’nın Suriye’den çekilme kararını o kadar hızlı gelen bir karardı ki ya da sahadaki gelişmelere o kadar tersti ki herkes için biraz şaşırtıcı oldu. Ve ne oldu, neden şimdi oldu diye sordurtuyor. Bunun sizdeki cevabı nedir? Neden çekiliyor Amerika Suriye’den?
Bazen stratejik sürprizler olur. Mesela Arap baharı bir stratejik sürprizdir. Yani beklenmedik bir biçimde ortaya çıktı ve beklenmedik sonuçlar doğurdu. Dolayısıyla dejavu politikte herkesin yeniden pozisyon belirlemesine neden oldu. Ben Trump’ın bu kararının şayet tamamen uygulanırsa büyük bir stratejik sürpriz olduğunu düşünüyorum. Ve bu stratejik sürprizler olayın içindeki her aktörü yeniden pozisyon belirlemeye zorlar. O çapta büyük bir meseleden bahsediyoruz. Şimdi burada elbette Türkiye’nin Suriye içerisinde daha önceden yapmış olduğu iki tane büyük operasyon var. Bir tanesi Fırat Kalkanı Operasyonu diğeri de Zeytin Dalı Operasyonu. Bu her iki operasyonda aslında Türkiye bir yerde Amerika Birleşik Devletleri’ni PKK’ya ya da PKK’nın Suriye kolu olan YPG’ye yardım etmenin kendisi için maliyetli olduğunu anlatmış oldu. Şimdi üçüncü bir operasyonun arifesinde ben ABD başkanının böyle bir hesaba girdiğini ve bu maliyetin yani PKK’ya yardım etme maliyetinin sürdürülebilir olmadığını düşünüyorum. Ama bunu söylerken diğer taraftan Amerikan stratejik aklının dirençsiz kaldığını ve Trump ile aynı noktada aynı pozisyonda durduğunu düşünmemek gerekir. Dünden beri Amerikan medyasında ve bu güvenlik mimarisini şekillendiren çevre tarafından yoğun bir propaganda yürütülüyor. Bu propaganda da genelde şu Trump bu kararı alırken güvenlik mimarisini oluşturan ekibinden hiç kimseye danışmadan, askere orduya danışmadan bu kararı aldı diyorlar.
Hatta Trump Erdoğan ile telefonda konuştuktan sonra aldı çekilme kararını diyor Amerikan medyası?
Evet. Muhtemelen Erdoğan ile olan telefon konuşmasında bir yerde bu çekilmeden de bahsedildiğini, orada karar verildiğini ben de düşünüyorum. Fakat burada enteresan bir mesele var. Mesela Trump cephesinden olanlarda diyorlar ki bu arada bu çok önemli bizim Amerikan ordusu siyasetin tamamen dışındadır, dolayısıyla sivil siyaset ne derse Amerikan ordusu da onun emrindedir gibi yanlış bir algımız var. Normalde başkanların daha önce muhtemelen bu tarz kararları ordu ve güvenlik mimarisini oluşturan ekibin onayı olmadan bu çaplı büyük kararlar veremediklerini görüyoruz. Mesela Trump tarafından savunma yapanlar da ‘hayır bu tam da olması gereken yani siyaset bir karar vermiş oldu ordu da buna uymak zorundadır ’diyor.
Burada şunu sormak gerekir; İki yıllık bir Başkan Trump. İki yıldır kendi politikalarını, tezlerini, vaatlerini yerine getiremedi çünkü Washington’a söz geçiremedi. Şimdi ne oldu da Trump bu kadar büyük politik ayrılıklara, farklı fikirlere rağmen, üstelik de çok büyük bir politik değişiklik kararı verebildi?
Ben ABD’nin genel bir perspektifinin olduğunu düşünüyorum. Bu perspektifte şu; bizim şu hataya düşmememiz gerekiyor ABD’nin uzun süre politikasız kaldığını düşünmek makul değil. Yani Amerika gibi bir aktör bu çapta büyük bir jeopolitik meselede yedi, sekiz yılın sonunda politikasız kalamaz. O yüzden ABD’nin bir politikası yok ne yapacağını bilmiyor gibi eleştiriler bana makul gelmiyor.
Bu karara önceden çalışmış mıydı yani Trump?
Ben ABD’nin özellikle 2013’den sonra bölgede iki tane temel perspektif geliştirdiğini düşünüyorum. Özellikle Mısır’dan başlayarak Körfez hattına kadar olan bölgeden bahsediyorum. Burada iki tane birbirine paralel hatta bir projeksiyon inşa ettiğini düşünüyorum. Birincisi güney cephesi, ikincisi kuzey cephesi. Güney cephesinde ABD’nin genel projeksiyonu Mısır, İsrail, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri arasında mutlak bir entegrasyon öngördüğünü bu entegrasyonda da yani burada bir eksen oluşturduğunu ve bu eksenle de İran’ı sarmalamak Türkiye’yi ise dengelemek pozisyonu üzerine kurulu bir eksen geliştirdiğini düşünüyorum.
Dolayısıyla tam da bu yüzden Mısır’daki darbeyi de bu eksende okumak gerekiyor. Muhammed Bin Selman’ın hızlı biçimde yükselişini ve bugün ABD yönetiminin Muhammed Bin Selman’dan vazgeçememesini de böyle okumamız gerekiyor. Kudüs meselesini de böyle okumak gerekiyor. Birleşik Arap Emirlikleri’nin Türkiye’ye karşı hasmane tutumlarını Birleşik Arap Emirlikleri’nin Muhammed Bin Selman’a bunca desteğinin Sisi’ye bunca desteğini de bu kapsamda okumamız gerekiyor. ABD bu dört ülke arasında yani Mısır, İsrail, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri arasında bir entegrasyon yapmak istiyorsa bunun için liderler arasında bir entegrasyona ihtiyaç duyduğunu görüyordu. Ve bu kapsamda Muhammed Bin Selman bir güç çatışması içerisinde sivrilen adam oldu. Nedeni şuydu; normalde mevcut kral Selman Bin Abdülaziz’in yerine Muhammed Bin Naif’in gelmesi gerekirdi. Yani Naif Bin Abdülaziz’in oğlu Muhammed Bin Naif’in gelmesi gerekiyordu. Ki Muhammed Bin Naif Amerikalıların da desteklediği bir isimdi. Terörle savaş konseptinde Bush döneminden itibaren bu işin Suudi Arabistan ayağını oluşturan kişiydi. El Kaide’nin ya da Amerika karşıtı olan grupların hem finansal hem insan kaynaklarını büyük oranda kurutmuş bir aktördü. Fakat Muhammed Bin Naif Birleşik Arap Emirlikleri’nin Muhammed Bin Zaid’i ile kapışma halindeydi. Dolayısıyla mutlak uyum sağlanamıyordu. Bu yüzden Muhammed Bin Naif’ten vazgeçtiler. Muhammed Bin Zaid’e alternatif bulamazlardı ama Suudi Arabistan içerisinde alternatif bulabilirlerdi. O yüzden Muhammed Bin Selman bu süre içerisinde geldi. Dolayısıyla biz bugün mevcuttaki Mısır yönetimi, İsrail yönetimi, Birleşik Arap Emirlikleri yönetimi, Suudi Arabistan yönetimi arasında göreceli olarak bir uyum görüyoruz. Bu uyum da bu ülkelerin siyasal jeopolitik konumlardaki entegrasyonunu da beraberinde getiriyor. İki tane amaç güdüyor bu entegrasyon Amerikalıların bu Güney Hattı Projesi’nde bu dört tane ülkenin entegrasyonundaki birinci amacı İran’ı tamamen sarmalamak, ikincisi Türkiye’yi dengelemek. Bir de Kuzey Hattı Projeksiyonu var. Kuzey Hattı Projeksiyonunda da genel olarak şu an da özelde Suriye ve Irak politikalarından bahsediyorum. Suriye ve Irak politikaları Güney Hattı politikası büyük oranda Jared Kushner üzerinden gidiyor. Küçümsememek gerekiyor. Genç, hırslı bir adam derin ilişkileri olan bir insandan bahsediyoruz. Çok iyi bir profil çalışması yapılacak bir aktör. Ve mevcut yönetimle de yakın ilişkileri var. Trump’ın damadı ama Kuzey Hattı’nda Suriye ve Irak projeksiyonunu ise Brett McGurk yönetiyor. Brett McGurk’u dikkatle takip etmek gerekiyor. Belki İran’ın işte Orta Doğu da Kasım Süleymani diye efsanevi bir ismi var. Ve bu hem popüler bir isim medyanın gizemi ve sahadaki işleri birleşince ortaya efsanevi bir isim çıkıyor. Hollywood kahramanı bir yıldız gibi ortada duruyor ama Amerikalıların buna muadili yoktu. Yani Amerikalıların genel olarak Orta Doğu’da yaptıkları şey şuydu; birincisi siyasetle doğrudan ilişkileniriz yani devletle ilişkileniriz tıkandığımız yerlerde de sahadaki askerlerimizle buna müdahale ederiz ve siyaseti etkileriz üzerinden bir paradigma yürütüyordu Amerika. Fakat Brett McGurk ile beraber bu paradigma değişti. Belki onlarca yıldan bu yana ilk defa Brett McGurk’ün ekibiyle beraber sahada olduğunu görüyoruz. Yani sahada olan bir aktörleri söz konusu. Şimdi Obama döneminden itibaren Işid ile mücadele özel temsilcisi olarak Brett McGurk duruyor ve Trump yönetiminde de Obama yönetiminden kalan ender ekiptir. Bütün bir ekibiyle beraber Trump döneminde de hala Suriye ve Irak politikalarının ana belirleyici aktörlerinden bir tanesidir. Siz Brett McGurk’ü sahada bir aşiretin cenazesinde, bir aşiret lideri ile görüşmesinde, sahada bir camide, bir dini liderle, ailelerin düğünlerinde görürsünüz. Ki bu Amerikalılar arasında çok yeni bir şeydir. Bizler ki onlarca yıl sonra belki bir otuz yıl kırk yıl sonra Brett McGurk’den ikinci bir Lawrence olarak bahsediyor olacağız. Ve ben Brett McGurk’ün hem Obama yönetimini hem Trump yönetimini bu konuda ikna ettiğini düşünüyorum. Suriye ve Irak konusunda bu ulus devletlerin federatif yapılara dönüştürülmesi konusunda Brett McGurk’ün oldukça etkili olduğunu düşünüyorum. Çok güçlü bir ekibi var. Ve YPG projeksiyonunu da büyük oranda Brett McGurk tarafından ortaya atıldığını ve Obama’nın da buna ikna olduğunu düşünüyorum.
Brett McGurk’ün yakın zamanda yaptığı bütün açıklamalar da dahil olmak üzere Amerika’nın Suriye’yi terk edeceğine dair hiç bir emare yoktu, bilakis hala yerleşik olduğunun, kalacağının sinyalini veriyordu ABD?
O yüzden zaten stratejik sürpriz derken onu kastediyorum. Yani bir stratejik sürprizle karşı karşıyayız. Bu Kuzey Hattı Projeksiyonu genel olarak burada her kelimesini ölçerek kullandığım bir cümle söylüyorum. ABD’nin Kuzey Hattı Projeksiyonu mevcut ulus devletlerin siyasal haritaları değiştirilmeden etnik ve mezhep temelli federatif yapılara geçirilmesi projeksiyonu.
Bu nihai hedefe yönelik bir ara form o zaman?
Ben bunun nihai bir hedef olduğunu düşünüyorum. Bunun nihai bir hedef olarak kalıcı olduğunu düşünüyorum. Bunu söylerken şunu kastediyorum; ABD’nin ben 2013 den bu yana bilinçli bir şekilde özellikle Brett McGurk ve ekibinin de etkisiyle bu projeksiyona yöneldiğini düşünüyorum. Buradan da temelde şunu kastediyorum; şimdi böyle bir tarihi geriye sararsak Sykes-Picot ile imparatorluk toprakları üzerinde ulus devletler kurulmuş oldu. Sykes-Picot u ben bir tarihsel zihniyet, tarihsel mantalite ve bir konsept olarak kullanıyorum. Yani yeryüzünde herhangi bir yerde bu illa Ortadoğu olmak zorunda değil harita dizaynına bölgesel dizayna yönelik her türlü hevesin adı Sykes-Picot.
Bir tarihsel mantalite ve konsept olarak söylüyorum. İmparatorluk toprakları üzerinde ulus devletler kuruldu ve ulus devletler kurulurken burada temel mesele de şuydu; biz yaklaşık üç yüz yıldır bu imparatorlukla çarpışıyoruz ama dize getiremedik. Arnold J. Toynbee de tarih incelemeleri kitabında bunu ısrarla vurguluyor. “Batı kemendini Osmanlı’nın boynuna taktı, 300 yıl boyunca çekti. Ancak 300 yılın sonunda o dev cüsseyi devirebildi” diyor. Bu dev cüsseyi devirdiklerinde düşündükleri şey imparatorluk muazzam bir set kurmuştu biz şimdi imparatorluk toprakları üzerinde bu ulus devletleri kurduğumuz kadar parçalı ve yönetilebilir bir yapı oluştu fakat bu projeksiyon sanıldığı kadar kolay olmadı. Aksine biz daha 1950’lere gelmeden Kahire’den meydan okuma gördük. Șam’dan, Bağdat’tan, Tahran’dan meydan okuma gördük. Şimdi Ankara’dan muazzam bir meydan okuma görüyoruz.
Ben yaklaşık bir yüz yıl sonra bu kurulmuş olan ulus devletlerin etnik ve mezhep temelli federatif yapılara geçilmeye çalışılırken o Sykes-Picot u da mutlak anlamda başarılamamış olanın başarılmaya çalışıldığını düşünüyorum. O da şudur; şayet etnik ve mezhepsel temelli olarak bu ulus devletlerin ama mevcut siyasal haritalarını değiştirmeden Amerika’nın ben bölgede yeni devletler kurmak istediğini düşünmüyorum. Var olan ulus devletleri etnik ve mezhep temelli federatif yapılara geçirmek istediğini düşünüyorum.
Şimdi Sykes-Picot’da tarif edilen şey bütün bu bölgenin imparatorluğun parçalanıp içinden ulus devletler çıkarılması ama asıl hedeflenenin etnik ve mezhebi temelli daha küçük parçacıklara ulaşmaktı. Yani bu ikinci adım o parçaya yönelik bir tür kırılmaya hazırlık gibi?
Sykes-Picot’ta mezhep ve etnisitenin birincil belirleyici olmadığını düşünüyorum. Şayet öyle olmuş olsaydı mesela Irak’ı böyle bırakmazlardı. Suriye’yi böyle bırakmazlardı. Tam da Sykes-Picot’u revize ederlerken bu etnisite ve mezhebin yeniden keşfedildiğini düşünüyorum. Ve bu da bir süreçtir.
Etnisiteden kastım Kürtler, mezhepten kastım Şii Araplar ve Sünni Araplar. Amerikalıların 1991’de genel iddiası neydi? İran Irak savaşı boyunca yani 1980 ile 1988 arasında yoğun destek vermiş oldukları Saddam Hüseyin’i İran’a karşı silahla beslemiş oldular. Yani ateşkes imzalandığında İran ile Irak arasında Irak ordusu dünyanın 5. büyük kara ordusu olarak tezahür etmişti. 1991’de Saddam Hüseyin yani 90’ların sonu 91’lerin başlangıcında Kuveyt işgali meselesinden sonra ABD’nin genel yaygarası neydi? Burada deli bir adam var, küresel barış için büyük bir tehdit, elinde kitle imha silahları var ve bu adamın durdurulması lazım. 27 ülkenin oluşturduğu Amerikan liderliğiğndeki koalisyon 1991’de Irak’a operasyon başlattı. İlk 17 günü kara operasyonuydu 17. Günün sonunda hava operasyonu başladı ve 41. günde de Saddam’ın Iraktaki sarayına girildi.
Şimdi her türlü rasyonal hesaplama Saddam Hüseyinin devrilmesini gerektirir yani teslim olmuş bir Irak ordusu ve sarayına girmiş olduğunuz bir lider var. Ve temel meseleniz de neydi? Bu liderin dünya barışı için tehdit olduğu. Fakat Amerikalılar sürpriz bir şekilde Saddamı devirmeden geri çekildiler yaptıkları şey 36. parelelin üstünü uçuşa yasaklı bölge ilan etmekti. Bunu yaptılar ve çekildiler. Ve ülke ambargolara tabi tutuldu. Şimdi her türlü rasyonal akıl ordusu teslim olmuş ve lideri için başlatılmış olan bu savaşın liderin siyasi kariyerine mal olmasını gerektirir. Bıraktılar, benim açımdan bunun bir cevabı yoktu. Ama 2003’te bu sorunun cevabını görmüş olduk.
Ne gördük, hatırlatın lütfen?
2003’te Amerikalılar yarım bıraktıkları işi tamamlamaya geldiler. Bu süre zarfında olan şey çok önemli. Buradaki projeksiyon, etnik ve mezhep temelli federatif yapılar projeksiyonunun nasıl tarihsel bir gelişim içinde olduğunu anlamak için çok önemli.
Birincisi, merkezi hükümet güçsüzleştirilir. Merkezi hükümet güçsüzleştirilirken aynı zamanda periferideki güç yapılarına destek verilmeye başlar. Ve bir koruma kalkanı oluşturulur. Merkezi hükümet güç kaybettikçe paniğe kapılır ve otoritesini korumak için periferiye saldırmaya başlar. Bu esnada merkezi hükümete yoğun ambargolar uygulanır. Periferi beslenmeye başlar. Silahla desteklenmeye başlar. Irak örneğini düşünün, Bağdat-Erbil ilişkisini düşünün. Merkezi hükümetle periferi arasındaki savaş derinleştikçe periferidekiler bir müddet sonra kendilerini merkeze ait hissetmemeye başlarlar ve duygusal bir kopuş yaşamaya başlarlar. Bunun sonucunda yeni bir aidiyet geliştirmeye başlarlar. Bu aidiyet şayet etnisite ön plandaysa etnisite üzerinedir. Mezhep ön plandaysa mezhep üzerinedir. Şimdi Saddam Hüseyin eş zamanlı olarak bir yandan Erbil’e saldırırken bir yandan da Basrada Şiilere karşı opersasyon başlatırken aslında doğal olarak bunun bir sonucu olarak kuzeyde bir Kürt kimliği tahkim oluyor. Güneyde Şii kimliği tahkim oluyor. Orta hatta ise Sünni kimliği tahkim oluyordu. Ve bir müddet sonra bu tarihsel kültürel formlar ideolojik kapışmacı kimliklere dönüşmeye başlarlar. Yani periferi yeni bir ulus inşasına giriyor.
Suriye’de de mi bu oldu?
Şimdi tam buraya gelmiş oluyorum. Bu süre sonrasında Amerikalılar 2003’te döndüler ve hazır olan bir realite söz konusu diyorlar. 2003’te 17 günlük bir operasyonla Irak ordusu iflas ediyor, Saddam Hüseyin sarayından kaçıyor ve sonrasında zaten yakalanıyor. 2005’te Irak anayasası hazırlanırken ABD ne dedi?
ABD’nin projeksiyonu şuydu: Irak da adil ve gerçekçi olalım. Şii diye bir realite var. Sünni diye bir realite var. Kürt diye bir realite var. Oysa bu tarihsel kültürel formlar 91 ile 2003 arasında bu kadar ideolojikleşip netleştiler. Dolayısıyla adil olalım gerçekçi olalım ve bunu bir anayasal statüye oturtalım.
Bu ilk etapta çok makul görünüyor, sonrasında bu kimlikler anayasal statüye oturtulmuş oldu. Irak anayasasında bir statüye oturtulmuş oldu ve biz şunu görmüş olduk: Cumhurbaşkanının Kürt, güvenlik aparatının Kürt, Başbakanının Şii, Meclis Başkanının sünni olduğu bir denklem. Bunun adalet olduğu, çoğulculuğun bunu getirdiği, te Irak’ın etnik ve mezhebi çeşitliliğinin ülkeye yansıması olarak lanse edilmiş oldu. Fakat biz pratikte bunun işlemediğini de görmüş olduk.
Çünkü her türlü tarihsel ve kültürel formlar olan etnisite ya da mezhepleri anayasal statüye kavuşturduğunuz andan itibaren ya da bunlar üzerinden kimlik inşa edip, bu kimliği de devletin resmi siyasal yapısı haline getirdiğiniz zaman tarihsel kültürel formlar olan bu kimlikler kaçınılmaz olarak ideolojikleşir, sertleşir ve çatışmacı bir mahiyete bürünür. Bu yüzden bizde HDP ısrarlı biçimde bir etnisiteyle ilgili diyordu ki “anayasal statüye kavuşturalım” ve hükümet de buna hayır diyordu. Hayır derken bu projeksiyondan kaynaklandığını düşünüyorum. Şimdi aynı şeyi ABD’nin Suriye için yaptığını düşünüyorum. Projeksiyonun ise bunun üzerine inşa edildiğini düşünüyorum.
Amerika’nın “Suriye’den çekiliyoruz” açıklaması tam da Astana sürecinin Suriye anayasasının yazılma aşamasındayken geldi. Suriye anayasasının yazım aşamasına müdahil olmak ve bu ayrıştırmayı temin etmek için şimdi geldi yani bu karar?
Bu arada Amerika’nın bu etnik ve mezhep temelli olarak mevcut ulus devletlerinin siyasal haritalarının değiştirmesi, federatif yapılara dönüştürülmesi projeksiyonunun üç amaç güttüğünü düşünüyorum. Birincisi bugün ve gelecekte meydan okuma potansiyeli olan hiçbir başkentin ve güçlü bir merkezi hükümetin bırakılmaması. İkincisi siyasi olarak kırılgan yapılar oluşturularak geleceğe bir hegemonik müdehale alanının daima açık tutulması çünkü federatif yapılar siyasallara kırılgan yapılardır. Mesela 91’de açılmış olan o hegemonik müdahale alanının gerçekleşme yılı Irak için 2003’tür. Üçüncü amacın da her federatif yapıyı bir diğer federatif yapıya karşı kendisini güvence altına almak için Amerikan desteğine mecbur bırakılması.
Eğer 15 Temmuz başarılı olsaydı muhtemelen ertesi gün bu projeksiyon bizim de kapımızı çalıyor olacaktı. 15 tTemmuz aslında kısa yoldan Ankara’yı düşürme operasyonuydu ama başarısız oldu. Erbil kendisini Bağdat’a meydan okumaması için federatif yapı lazımdı. Erbil’in kendisini güvende hissetmesi için Amerika’nın desteğine mecbur tutulur ve bu Irak da oluşturulan federatif yapının oluşturmuş olduğu sürekli istikrarsızlık durumu daima Amerika’ya hegemonik müdahale alanı sağlar.
Yarın öbür gün Amerikalılar bize Suriye konusunda böyle bir projeksiyonla gelmiş olacaklar. Şöyle diyecekler: Saha realitesini ve gerçekliğini kabul edelim, adil olalım kuzeyde Kürtler var, orta hatta Sünniler var, Akdeniz hattında Nusayriler var, veto yetkisi olan Nusayri Cumhurbaşkanı, güvenlik biriminin Kürtlere teslim edildiği Kamışlı merkezli Kürt yapısı, orta hatta da başbakanlığı elinde tutan Halep merkezli bir Sünni yapı olsun ve bizler de bununla anayasal sürece oturtalım diyecekler. Tam burada sorduğunuz soruya gelmiş oluyoruz.
Diyelim ki Amerika bölgenin YPG’nin malı, bu statünün YPG’nin hakkı olduğunu savunacak ve Türkiye’yi iknaya çalışacak. Ama Türkiye başından itibaren bunu reddediyor ve operasyonları da bu nedenle yaptı. Türkiye’nin kabul etmeyeceği bilgisine neden hala sahip değil ABD? Türkiye’yi neden hala ikna edilebilir görüyor?
Türkiye’ye rağmen işleyen bir süreçti zaten bu. Sayın Cumhurbaşkanı konuşmalarında ısrarla bölgede oldubittiye izin vermeyeceğiz dedi... En son MYK’nın sonuç bildirgesinde yine bu bölgede emrivakilere yer vermeyeceğiz denildi. Bunlar söylenirken bu projeksiyonu kastettiklerini, hatta Cumhurbaşkanının bizatihi kendi konuşmasında yakın zamandaki bir konuşmasında yeni Sykes-Picotlara bölgemizde izin vermeyeceğiz derken bu projeksiyona itiraz ettiğini düşünüyorum.
Şayet ABD’nin projeksiyonu gerçekleşirse Ankara da bundan muaf olmayacak. O yüzden gerekirse Amerika ile sıcak çatışma riski olmasına rağmen daha önce iki operasyon gerçekleştirdik. Bugün özellikle Fıratın Doğusu operasyonunda Amerika istese de istemese de gerçekleştirecek olmamızın nedeni de tam da bu. Türkiye’nin cidden bir beka sorunu yaşamasıyla ilgili.
Biz soyut bir vehimden hareketle bu operasyonların arefesine gelmedik. Bu projeksiyonun yani etnik ve mezhep temelli bölgedeki meydan okuma potansiyeli olan devletlerin federatif yapılara geçirilmek istenmesi projeksiyonundan Ankara muaf değil. Bu gerçekleştiği andan itibaren yarın aynı hesap Ankara’nın da Tahran’ın da kapısını çalıyor olacak. Bizim mesela Kuzey Irak referandumunda Türkiye ve İran’ın uzun süreden bu yana belki de ilk defa bir meselede neredeyse her yönüyle bu kadar anlaşıp onu orda durdurmalarının da nedenlerinden biri de buydu.
Amerika bu acele sürprizli kararı Fıratın Doğusu operasyonunu durdurmak, gevşetmek ve kafa karıştırmak amacıyla mı aldı?
Ben Amerikanın derin aklıyla ya da stratejik aklıyla tarafların burada ciddi bir kapışma içinde olduklarını düşünüyorum. Amerikan stratejik aklının hala bu projeksiyonda ısrar ettiğini, medyaya sızan ve sızdırılan açıklamalardan bunu anlıyoruz. Bu projeksiyon konusunda hala ısrarcı olduklarını ama Trump’ın biraz iç siyasete de oynayarak yani iç siyasi dengeleri de gözeterek böyle bir karar aldığını düşünüyorum.
Fakat Amerikan stratejik aklının ya da kurumlarının Centcom’un, Pentegon’un cidden bu projeksiyona direneceğini de hesaplamak gerekiyor. Ama en nihayetinde mesele şudur: Türkiye’nin hem Fırat Kalkanı operasyonunun hem Zeytin Dalı operasyonunun yapılması sonrasında bugün Fıratın Doğusunda bir operasyona girişecek olması Amerika’ya şunu göstermiş oldu: Bu projeksiyonun çok ciddi bir projeksiyon ama öte yandan bu projeksiyonun çok ciddi bir maliyeti olmuş olacak sana. Yani bu maliyetin Amerika tarafından taşınamayacağını Türkiye bu operasyonlarla göstermiş oldu.
Çünkü Türkiye şunu farketmiş oldu bir zor oyun bozar, ikincisi şayet sahada askeri bir başarınız yoksa siyasal süreçler inşa edemiyorsunuz. Dolayısıyla mesela ben 2014 yılında Suriye muhalefetiyle Rejim arasında ilk defa yüz yüze görüşmeler Cenevre II’de oldu ve hatırlıyorum Türkiye Suriye muhalefet heyetinin müzakere heyetine bile adam koymakta adam sokmakta zorlanmıştı. Ama bugün mesela artık Astana’ya kimin katılacağı, muhtemelen önümüzdeki günlerde de Cenevre’ye kimin katılıp katılmayacağı konusunda ki temel belirleyici aktör olmasının nedenlerinden en önemlisi Türkiye’nin sahada bir başarı elde etmiş olması. Siyasal süreçler sahadaki askeri başarılar üzerine inşa edilir. Amerikalıların ben Türkiye’nin ısrarla bu üç operasyonla daAmerikayı ısrarla bu projeksiyondan vazgeçirmeye çalıştığını düşünüyorum.
Washington’daki karmaşa sürerse Amerika vazgeçer mi peki, geri çekilme kararından geri adım atar mı?
Vazgeçebilir ama nedeni şu, kolay değil Amerika açısından vazgeçmek. Yani güney ve kuzey diye iki tane projeksiyon hattı çizdim bundan vaz geçebilmesi kolay değil ama öte taraftan da şunu görmek gerekiyor; bölgede direnen aktörler Türkiye’yi özellikle kastediyorum yani 1970’lerde 80’lerde 90’larda kolaylıkla baş edebileceğimiz aktörler değil. Hareket kabiliyetleri, teknolojik kabiliyetleri, siyasi manevra kabiliyetleri ve sosyolojik direnci çok daha yüksek olan aktörlerden bahsetmiş oluyoruz. Yani aynı zamanda coğrafyanın getirdiği muazzam bir imkandan da burada bahsetmiş oluyoruz.
Dolayısıyla Amerikalılar maliyet hesabı yapmanın eşiğindeler ve öyle sanıyorum ki en azından bir müddet bu projeksiyonun hızının düşeceğini umuyor ve bekliyorum. Fakat uzun vadede Amerikan stratejik aklının belli aralıklarla Amerikan siyasi aklının dönüp dönüp bu projeksiyonu ziyaret edeceğini, bu projeksiyonun gerçekleştirilebilirliğini ölçeceğini düşünüyorum. O yüzden bunun gerçekleşeceğine karar verdikleri zaman da bölgedeki aktörlerin zayıfladıklarını düşündükleri an olacaktır. Tam da bu nedenle yani Türkiye’de ki siyasal yönetimin bu Ak Parti olur veya başka bir yönetici aktör olur zayıflamaması gerekiyor. Yani siyasi olarak güçlü sosyolojik olarak dirençli teknik olarak kapasiteli bir aktör olmayı sürdürmezsek şayet bu projeksiyonun sürekli biçimde dönüp dönüp Ankara’nın kapısının çalacağını düşünüyorum.
Sahadaki aktörlerin zayıflamasını bekleyecek, fırsat kollayacak yani ABD?
İran ve Türkiye önemli burada. Bizim İran ile ilişkilerimiz çetrefillidir. Birçok konuda bambaşka yaklaşımları olan iki ülkeyiz. Ama bölge ülkelerinin federatif yapılara dönüştürülmemesi gerektiği konusunda öyle sanıyorum ki Ankara ve Tahran benzer bir projeksiyon çiziyorlar. Her ikisi de meydan okuma potansiyeli olan iki başkent ama nasıl bir Ortadoğu sorusuna Ankara’nın ve Tahran’ın verdiği cevaplar farklı.
Trump çekiliyoruz dedi, somut takvim de açıkladı. Daha önce de defaatle “YPG ile ilişkimiz taktiksel; stratejik değil” demişlerdi. Lakin Amerika’nın Suriye’de beslediği, büyük yatırım yaptığı, bütün siyasetini, hikayesini üstüne kurduğu bir YPG gerçeği var. Amerikan silahlarıyla donanmış, eğitilmiş, sığınakları vs NATO mantığıyla inşa edilmiş. 50-60 bin YPG’li. Acaba ABD kendisi çekilse de geride bıraktığı piyonlarının ABD hedeflerini gerçekleştirmek için yeterli seviyeye geldiğini düşünüyor olamaz mı? “Türkiye’yi zayıflatsın, hasar versin, kan akıtsın ve yıldırsın ki YPG’yi meşru aktör olarak kabul etsin” şeklinde?
Çok yakıcı bir soru. Bu sorunun cevabını süreçle göreceğiz. Çok kısa bir zaman aralığı verildi. Dışişleri Bakanlığı personeli 24 saat içinde çekileceği ilan edildi, askeri personelin de 60 ile 100 gün içerisinde. Hatırlayın Obama 2008’de Irak’tan asker çekmeye başlamıştı ancak 2012’nin ortalarına doğru bu süreç ancak tamamlanmıştı. Irak’taki Amerikan varlığı Suriye’deki Amerikan varlığına göre çok daha yüksek ve büyüktü. Perspektif başkaydı, Irak’ta asker bulundurmalarının nedeni doğrudan rejim değişikliğiydi. Suriye’de ise daha özel bir sebeple gittiklerini söylüyorlar -ki bana göre özel hedef sadece DAEŞ’in yenilmesi değil. Az önce bahsettiğim projeksiyonun gerçekleştirilmesine yönelikti.
Şurayı görmek gerekiyor, Amerika Birleşik Devletleri’nin, Amerikan stratejik aklının YPG’yi kısa vadeli taktiksel ortak olarak gördüğünü düşünmüyorum. Amerika’nın YPG’yi uzun vadeli bir stratejik ortak olarak gördüğünü düşünüyorum. Bu yüzden YPG’den vazgeçmesinin kolay olmayacağını iddia ediyorum. Etnik ve mezhep temelli federatif yapıların oluşturulması projeksiyonunda YPG’ye büyük rol biçtiğini düşünüyorum. O yüzden ısrarlı biçimde Amerikan tarafında YPG’nin PKK’nın bir kolu olmadığı tezinin işlenmesi, YPG’ye uluslararası meşruiyet devşiriyor olması, YPG’ye Suriye Demokratik Güçleri ismini veriliyor olması tam da bundan kaynaklanıyor. Bölgeyi etnik ve mezhep temelli federatif yapılara dönüştürürken Kürtleri başat güç olarak görüyor. YPG’yi meşru Kürt temsilcisi olarak konumlandırmak istiyor.
Evet, elbette DAEŞ nasıl Müslümanları ve İslam’ı temsil etmiyorsa PKK ve YPG de Kürtleri temsil etmiyor. Ama dünyaya böyle yansımıyor. Sykes-Picot da başat güç olarak Arap milliyetçiliği kullanıldı. Burada ise koçbaşı olarak, Kürtlük kullanılmak isteniyor. Şimdi ABD’nin evet mevcuttaki Başkanı böyle bir geri çekilmekten bahsediyor ama peki YPG’ye ne olacak, bu silahlara ne olacak, soruları Amerikan yönetimine sorulduğunda ısrarla “mücadele etmede başka yöntemlerimiz var” diyorlar.
Ben bu yöntemlerin biraz şuraya evrilebileceğini düşünüyorum. Sahada şu gerçeklik YPG’ye dayatılıyor olacak: “PKK ile arana daha çok mesafe koy, meşru bir aktör olarak burada dur” diyeceklerini düşünüyorum.
YPG’yi tasfiye etmeyecek yani ABD?
YPG’nin bir format değişikliği ile sürdürüleceğini, tamamen yok edilmeyeceğini, tamamen Suriye rejimine, Rusya’ya ya da İran’a kaptırılmayacağını düşünüyorum. Amerika’nın bunca yatırımdan sonra bu işin içerisinden nasıl çıkacağı önümüzdeki günlerde cevabını alacağımız konulardan biri. Ama her halükarda orta çaplı bir devletin sahip olduğu silahlarla donatılmış bir örgütten bahsediyoruz. Bu silahların nereye gideceği, bunca yatırımın nereye gideceği mühim. Mesela Dışişleri Bakanlığının bütün personelinin çekilecek dediğiniz andan itibaren Brett McGurk ve ekibini de kastetmiş oluyorsunuz. Bu ekip gerçekten gidecek mi? (McGurk hafta sonu istifa etti) Ben bu projeksiyonun burada kalmayacağını, tekrar tekrar Amerikalıların gelip kapımızı çalacağını düşünüyorum.
Beyaz Saray Sözcüsü de benzer açıklamayla “DAEŞ yenildi, harekatta yeni bir aşamaya geçerken ABD askerleri geri çağırdık” dedi. Ne demek bu? Ki İngiltere’nin ilk tepkisi “hayır DEAŞ bitmedi” oldu?
Ben bu projeksiyona İngilizlerin de destek vereceğini düşünüyorum. Bu bölgede İngiltere’nin de federatif yapıyı destekleyeceğini düşünüyorum. Bugün Trump’ın aldığı karar, ABD açısından bakıldığında şuraya tekabül eder: Fırat’ın Doğusunda Amerika’nın tamamen çekiliyor olmasının temel komplikasyonlarından biri Irak’ta tezahür etmiş olacak. Zaten Amerika’da Trump’ın kararına itiraz edenlerin büyük kısmı bunu söylüyor. “Irak’taki stratejik varlığımızı nasıl güvence altında tutacağız. Bu alanı muhtemelen İran dolduracak” diyorlar. Burada temel mesele şudur: ABD’nin de, Rusya’nın da bölgede sosyolojik proxyler konusunda ciddi sıkıntıları var, İran’ın ise böyle bir avantajı var. Mevcut Şii toplumu endoktrine edip kendi politikalarını entegre edebiliyor ve bir sosyolojik taban elde edebiliyor. Ama Ruslar ve Amerikalılar daha çok silahlı güçler üzerinden gidebiliyor. ABD’nin 2013’ten sonra Suriye muhalefetinin ağırlığı Sünni ve ortalama muhafazakar olan Sünni Arap muhalefetinden vazgeçip bütün yatırımını YPG’ye yaparken temelde sadece bir operasyonel tercihte bulunmadığını, ideolojik bir tercihte de bulunduğunu düşünüyorum.
Nedir bu ideolojik tercih?
Şudur: ABD özellikle Afganistan savaşından itibaren bir şeyi tecrübe etmiş oldu: Hangi güce karşı olursa olsun ortalama muhafazakar Müslüman bir muhalefet bir müddet sonra Amerikan çıkarlarını hedef almaya başlıyor. Yani Afganistan’da mücahitlerin Rusya’ya karşı destekleniyor olmasının, Çeçenistan’da mücahitlerin Ruslara karşı destekleniyor olmasının, Irak’ta Amerikalıların başına bela olması, bu silahların Amerikan çıkarlarına yönelmesi Amerikalılarda şu hassasiyeti doğurmuş oldu: Artık silah yardımı yaparken iki kez düşünelim. Çünkü ortalama muhafazakar yapılar bir müddet sonra milli yapılara dönüşüyor ve kendi bölgesel çıkarlarını Amerikan çıkarlarının üzerinde tutmaya başlıyorlar.
ABD’nin kendi çıkarlarını hedef almayacağı konusunda emin olduğu tek aktör vardır, o da PKK. PKK’nın son 40 yılda tek bir yerde Amerikan çıkarlarını tehdit ettiğini göremezsiniz. Bölgede Amerikan çıkarlarını tehdit etmeyecek tek gruba yöneldiğini düşünüyorum. Böyle bir değerlendirme yaptıklarını düşünüyorum. Bu değerlendirmenin gerçekçi olup olmadığı ayrı bir tartışma konusu. Amerikalılar böyle bir ideolojik yaklaşım içerisinde.
Öte taraftan şunu unutmamak gerekiyor, YPG de PKK da sadece Amerikalıların kullandıkları aktörler değil. Son 40 yıl içerisinde PKK çeşitli formlarda Türkiye ile derdi olan her türlü aktör ile işbirliği yapmış bir taşeron örgüt. Zaman zaman İran’a yaklaşabiliyor, mesela önümüzdeki süreçlerde şayet Amerikalılar YPG konusunda yeni ve ikna edici bir strateji ile gitmezse YPG yöneticilerine muhtemelen biz YPG’nin Rusya’nın ve İran’ın kapısını çaldığı bir denklem ile karşı karşıya kalabiliriz.
Geçen sürede Rusya’nın YPG ile irtibatı hiç kesilmedi aslında. Hatta bir ara ABD ve Rusya arasında YPG’yi sahada kim kullanacak rekabeti bile yaşanmıştı. Ama şimdi Rusya ne yapar? Türkiye ile ABD’yi tedirgin edecek denli yakın ilişkiler kurabilmiş, ekonomik ve siyasi olarak yakınlaşmış, Suriye’de birlikte hareket etmiş iken Rusya, Türkiye’yi belki kaybetme pahasına, YPG ile ilişkiye girer mi?
Girebilir. Rusya ve ABD ile ilişkilerin tuhaf bir doğası var. Rusya’nın halen birincil tehdit algılaması NATO’dur. Ve NATO’nun da hakim olduğu üç temel alan var. Doğu Avrupa, Karadeniz ve Akdeniz. Doğu Avrupa’da Rusya’nın coğrafi devamlılığı ve tarihi derinliği var. Coğrafi devamlılığı ve tarihi derinliği olan bir güç bir tarafta, diğer ise parçalı bir yapı, farklı yaklaşımlara sahip ülkelerin oluşturduğu NATO birliği var. Rusya bu coğrafi devamlılığı ve tarihi derinliğinin, tek güç olmasının avantajını kullanabiliyor. Ve ben Doğu Avrupa’da Rusya’nın elinin daha güçlü olduğunu düşünüyorum.
Karadeniz’de başa baş bir güç dengesi söz konusu. Fakat 2013’de stratejik bir konumu olan Kırım’ı ilhakından sonra Rusya Karadeniz’i neredeyse bir Rus gölüne çevirmeyi başardı. Kırım’ı ilhakıyla birlikte Rusya Karadeniz’de de coğrafi bir devamlılık ve derinlik kazanmış ve NATO’ya karşı elini güçlendirmiş oldu.
Akdeniz’de coğrafi derinliği devamlılığı yok Rusya’nın. 29 Eylül 2015’te Rusya adeta orta çapta bir ülke ile savaşa gidiyor gibi büyük bir askeri sevkiyatla Suriye’ye girdi ve girerken de –uluslararası hukukun bir referansıdır- bir hükümetin daveti sonucu gittiğini söylüyor. 2015’in 29 Eylül’ünde Rusya’nın Suriye’ye yerleşmesini ben büyük bir coğrafi kırılma olarak değerlendiriyorum. Öncelikle Tartus’taki deniz üssü askeri açıdan Rusya tarafından onlarca kez genişletilmiş oldu. Buna ek olarak yine Akdeniz’e yakın Hmeymim hava üssü kapasite olarak muazzam şekilde genişletildi ve aynı anda 52 tane uçağa hizmet veren bir kapasiteye kavuşturuldu. Böylece Rusya, Suriye devletinin davetiyle Akdeniz’de de devamlılık ve derinlik kazanmış oldu.
Dolayısıyla ben Rusya’nın Suriye’deki stratejisinin Akdeniz olduğunu düşünüyorum. Deyrez Zor, İdlib de dahil pek çok yerdeki cepheyi Akdeniz’deki varlığını korumasına yönelik bir koz bir mücadele alanı olarak gördüğünü düşünüyorum. Rusya’nın bizim Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı operasyonlarına yeşil ışık yakmasının nedenlerinden bir tanesinin de Amerikan gücüyle kendi varlığı arasına, güvenilir bir partner olan Türkiye’nin girmesini istediğini, güvenilir, öngörülebilir bir aktör olan Türkiye’nin bir tampon bölge oluşturmasını arzuladığını düşünüyorum.
Neden?
Çünkü Rusya şunu düşünüyordu. Eninde sonunda ABD, Rusya ile doğrudan herhangi bir çatışmaya girmeyecek ama kendi proxy’si olan YPG üzerinden Akdeniz’deki Rus varlığına tazyikte bulunacağını düşünüyordu. Bunun için de Türkiye’nin buraya girmesini, YPG varlığı ile ya da Amerikan varlığı ile kendisinin Akdeniz’deki varlığıyla arasında bir tampon bölge oluşturmasını arzuladığını düşünüyorum.
Rusya ile bizim ilişkilerimizde temelde şöyle bir mesele var. Biz Rusya ile ekonomik ağırlıklı ilişki kurmuş bir devletiz. Fakat sonradan son dönemlerde darbe girişiminden sonra Rusya ile güvenlik perspektifinin de oluşturmuş olduğu ikinci, yeni bir ayak gelişiyor. Ekonominin yanına güvenlik perspektifi de oluştuğu zaman masanın dört ayağından ikisi oluşmuş oluyor. Kültürel ve siyasal ayaklar diğer iki ayağı oluşturuyor.
ABD’ye açısından durum nasıl?
ABD’ye gelince. ABD ile Türkiye’nin kurduğu ilişki büyük ölçüde güvenlik perspektifi olan ilişkiler. Biz ABD ile güvenlik perspektiflerimiz aynı olduğunda iyi müttefikler oluyoruz farklı yaklaşımlara sahip olduğumuzda hasım haline gelebiliyoruz. Mesela 2003’te tezkere TBMM’den geçmeyince 2008’e kadar ABD ile ciddi kapışmalar yaşadık ve ABD Türkiye’yi cezalandırmaya çalıştı. 2008’de iktidara gelen ABD yönetimiyle Türkiye’nin bölgeye dair perspektifi uyuştuğu için iyi müttefikler haline geldik. Arap Baharında Mısır’daki darbeye alınan tavır, bölgeye dair perspektifler, YPG’ye FETÖ’ye verilen destekler –hepsi güvenlikle ilgili- yeniden hasım pozisyonuna düştük.
ABD ile derin tarihi kültürel siyasi bağlarımız yok ve büyük ticari partnerler değiliz. Yani güvenlik ayağında kapıştığımız zaman bunu süspanse edecek başka bağlar yok aramızda. Şimdi tekrar şuraya bakalım. Rusya’ya karşı bir dengeleyici olabiliyoruz. Coğrafyamızın, insan kaynağımızın sağlamış olduğu imkanlar söz konusu ve aynı zamanda teknolojik kapasitemiz belli konularda boy ölçüşebiliyor. Dolayısıyla müttefik ilişkisinde Rusya aramızda bir sorun yaşandığında diğer ayakları da hesap etmek durumunda. Aksi halde siz Rusya’ya bir fatura çıkarabilme imkanına sahipsiniz TR olarak. Fakat ABD ile yürüttüğümüz müttefik ilişkilerinin doğası bu değil.
Doğası ne? ABD ile Türkiye’nin ilişkisinin doğası nedir müttefiklik açısından?
ABD müttefiklikten şunu anlıyor. Ben bir pozisyon belirlerim. Müttefikim de ulusal çıkarlarına uygun olsun veya olmasın benim bu pozisyonumu kuşkusuz koşulsuz sualsiz takip etmek zorunda. Türkiye ısrarla 2013’ten bu yana ABD’ye bunu söylüyor. Suriye’deki bu projeksiyonunuz, YPG’ye yardımınız, FETÖ’ye sahip çıkışınız benim doğrudan ulusal güvenlik meselelerim, politik doğruculukla “tabii kaygılarınızı anlıyoruz” diyor ama ısrarla da kendi politikalarını uygulamaya devam ediyor. Nedeni şu: güçler dengesi açısından muazzam bir eşitsizlik söz konusu. Yani Amerikalılar aktörlerin pozisyonlarının kendilerinin pozisyonunu değiştirecek kadar güçlü olmadığını düşündükleri sürece pozisyon değiştirmezler. Çünkü bu aktörlerin kendilerine fatura çıkaramayacağını düşünürler.
ABD’nin Suriye’deki pozisyonunu değiştireceğini açıklamış olması Türkiye’nin gücünü kabulü anlamına mı gelir?
Şu ana kadar bizim Suriye gerçekleştirdiğimiz ve Fırat’ın doğusuna gerçekleştireceğimiz operasyonlar gösteriyor ki artık Türkiye fatura çıkarabilecek bir aktöre dönüştüğü için Amerikalılar mecburen oturup bir revizyona gitmek zorunda hissediyorlar kendilerini. Ve Türkiye ile gerçek manada da belki de ilk defa ciddi anlamlı müttefik olmanın da kapısı açılmış oldu. Çünkü müttefik olmak ulusal çıkarlarınızın birbirinizin ulusla çıkarının altını oymamasını gerektiriyor.
Üç PKK yöneticisine ödül konulması, FBI’in ABD’deki FETÖ’cülere yönelik operasyona başlaması, Gülen’in iadesi için çalışıyoruz açıklaması, Pentagon’un Patriot satışına onay vermesi… Yeni dönemin işaretleri ise Obama dönemiyle başlayan parantez kapanacak ve ABD-Türkiye ilişkileri yeni bir düzleme mi geçecek?
Türkiye’nin ısrarlı tutumu, ABD’yi bölgeye ilişkin bu projeksiyondan vazgeçirebilirse şayet ben Amerikalıların kendi pozisyonlarını da daha ciddi gözden geçireceklerini düşünüyorum. Devlet dışı aktörlerle iş birliği yapma konusunda ABD’de ciddi eleştiriler yapılmaya başlandı çünkü bunun komplikasyıonları görülmeye başlandı. Yani Amerikalılar geleneksel kodlarına dönüp bölgedeki devlet olan aktörlerle yollarına devam etme eğilimine girebilirler. Şöyle bir mesele vardı mesela. Bir YPG’li yöneticinin yakın zamanda Şarkül Avsat gazetesine verdiği röportajda diyor ki, “Amerikalılıar ne YPG’den ne Türkiye’den vazgeçmek istemedikleri için üçüncü bir yol olarak Roj Peşmergelerin yani ANKS peşmergelerin buraya gelmesi için müzakereler yürütüyorlar diyor. Bu iyi bir pozisyon. Amerika içinde iki temel yaklaşımın çatışmasına şahit oluyoruz. Birinci yaklaşım; “Türkiye’ye sanılandan daha büyük anlam yüklüyoruz, aslında vazgeçilmez bir aktör değil” diyen yaklaşım. Diğer tarafta ise “hayır Türkiye vazgeçilmez bir aktördür, Ortadoğu’daki bütün güvenlik mimarimizin altını oyabilecek güçlü bir aktördür, direnç gösterdiği alanlarda Irak’ta Suriye’de güvenlik mimarimizin tamamı çöker, Rusya ile olan güç dengemiz korkunç biçimde Rusya’nın lehine dönebilir, İran ile olan stratejik mücadelemizde İran lehine bir değişiklik yaratabilir, Akdeniz’deki enerjinin güvenliği, İsrail’in güvenliği gibi konularda Türkiye vazgeçilmez bir aktördür ve biz Türkiye’ye düşman olan devlet dışı aktörlerle işbirliği yaptığımızda bunların hepsini, Türkiye’yi kaybedeceğiz” diyen bir yaklaşım… Bu iki yaklaşım çatışma halinde. Son dönemlerde ikinci yaklaşımın Amerikan politikalarında daha belirleyici olmaya başladığını görüyoruz. Yani Amerikalılar sahada YPG’ye olan desteklerinin, içerde ise FETÖ’ye verdiği desteğin kendisine maliyet olarak döndüğünü fark etmeye başladığını düşünüyorum.
O yüzden de PKK’lıların başına ödül konulması, FETÖ ile ilgili ilk defa sanki adım atılacakmış gibi açıklamaların olması, Patriot füzeleriyle ilgili kararının tam da bu maliyetin ve ABD’nin faydasının olmayacağının görülmeye başlandığının işareti denebilir. Ama yine de mutlak bir iyimserlik hali bizi düş kırıklığına da uğratabilir.
Türkiye ne yapmalı?
Türkiye’nin mutlaka, kendi yaratmış olduğu bu stratejik tazyike devam etmesi gerekiyor.
FETÖ elebaşının iade edilmesini beklemeli miyiz artık?
Oraya da evrilebilir. ABD açısından faydasından ziyade maliyeti olduğuna inanıldığı andan itibaren olabilir. Ama şunu da düşünmek gerekiyor. Dünyanın dört bir tarafında ABD çıkarlarına hizmet eden bir grup. Tüm bu süreçte FETÖ olmamış olsaydı Suriye’deki operasyonlarımız ve küresel ilişkilerimiz bağlamında çok daha iyi konumda olacaktık. Ben FETÖ’nün Amerikan çıkarlarına hizmet ettiğini düşünüyorum. 2013’ü hatırlayın. 17-25 Aralık’ın yapıldığı dönemlerde, Türkiye büyük bir meşruiyet krizi yaşanırken bölgemizde de büyük kırılmalar yaşanıyordu. Aynı dönemlerde 1) Hizbullah Suriye sahasında Esed rejimi lehine savaşa müdahil oldu. 2) YPG-PKK ilk defa kanton ilanlarına başladı, kuzeyde. 3) IŞİD Nusra cephesinden ayrıldığını ilan etti ve biz tam Suriye’de 2013’ün sonlarına kadar hatta rejimin gerileyip muhalefetin ilerlediği bir denklemden söz ederken birden bire bu üç kalemde yaşanan değişimle birlikte muhalefetin gerileme, YPG’nin Hizbullah’ın ve IŞİD’in ilerlemeye başladığı bir denklemden söz etmeye başladık. Türkiye’nin tam müdahale edebileceği alanlar doğarken Türkiye içeride bir meşruiyet krizine sürüklenmek istendi. Türkiye bir kriz yönetimine zorlandı ve içeriye kapanmak zorunda kaldı. Biz Suriye’de kaçırdığımız bu otobüsü içerde ancak 15 Temmuzla birlikte yapılan FETÖ temizliğiyle, FETÖ etkisi devlette kırılıncaya değin müdahale edemedik. Hatırlayın Suriye ve Irak sınırımızın teslim edildiği komutan Semih Terzi, FETÖ elemanı birisiydi. Orduyu komuta ediyordu. Aynı dönemlerde Irak’ta seçime gidiliyor, Maliki ile aramızda sorunlar var, İran ile keza, seçime giderken Türkiye içerde bir meşruiyet krizine sokulmak isteniyor. FETÖ’nün verdiği zarar içerde devlet boyunda verdiği zarar değildir, Türkiye’nin her yerde elini zayıflatan bir aktör olarak varlık gösteriyor. Bu aynı zamanda bizim batı ile Arap baharı konusunda çekiştiğimiz ve ayrıştığımız dönemdir. Jeopolitik olarak Batı ile ayrıştığımız dönemdir aynı zamanda bu. Libya’nın siyasal geleceğiyle ilgili, Irak’ın Suriye’nin siyasal geleceğiyle görüşümüzü bildirmek açısından gücümüz zayıflamış oldu çünkü içerde darbe başarısızlığa uğratılmasına kadar olan bütün sürecimiz Türkiye’de kriz yönetimiyle geçti. Bize çıkardığı maliyet budur. Ama şu anda geldiği noktada kendisini güçlü bir liderlikle toparlamış olan Türkiye’nin, Türkiye eğer ABD ile çıkarları çakşır ise Türkiye’nin ABD’ye bedel ödeteceğini, maliyet çıkarabileceğini gördükleri için bu projeksiyonu değiştirebileceklerini düşünüyorum. ABD FETÖ’yü tasfiye ediyor demek için çok erken ama bunun ABD’de ciddi manada konuşuluyor olması ciddi bir gelişme. Biz burada çok konuşuyor olsak da ABD’de neredeyse tartışmaya hiç açılmamış olan YPG ve FETÖ konusunun konuşulmasına, “biz FETÖ’ye neden destek veriyoruz” diye sorulmaya başlandığına şahit oluyoruz. Eğer ABD içinde FETÖ ve YPG kapsamlı şekilde tartışılırsa buradan kazançlı çıkabiliriz.
Bu tartışmanın ABD’de ciddi biçimde başlamasında Türkiye’nin takibinin de etkisi olur mu? Çünkü sadece ABD’yi muhatap almıyor Türkiye. Gittiği her yerde FETÖ’yü anlatıyor, delilleri gösteriyor, FETÖ okullarının barındırdığı tehlikeleri anlatıyor ve okulları kapattırıyor mesela. Dünyanın her yerinde yürütülen ısrarlı takip ABD’de kelebek etkisi yaratmış olabilir mi?
Elbette şöyle. İki yönlü işleyebiliyor. ABD FETÖ’yü sadece Türkiye’ye karşı kullanmıyordu. Dünyanın pek çok ülkesinde FETÖ üzerinden operasyon yapıyordu. Bu çapta uluslararası hale gelmiş bir örgütün uluslararası istihbarat yapılarından azade olmuş olması zaten düşünülemez. Bu bellidir. Afrika’da Uzak Asya’da alan açılmasının nedenlerinden bir tanesi orada doğan bir çok güç boşluğunun ABD adına FETÖ tarafından doldurulması olarak da okunabilir, ki bu zaten çokça yazılıp çizildi.
Bir yandan FETÖ üzerinde global ölçekte doğan bu kuşku, Amerikalıları FETÖ’nün artık yeteri kadar işlevsel olmadığını düşünmeye zorluyor. Öte yandan Amerikalılar FETÖ’ye karşı kuşkulu hale geldikçe FETÖ ile ilgili FBI düzeyinde yönetim düzeyinde açıklamalar geldikçe de FETÖ’nün operasyon için konuşlandırıldığı ülkeler de ABD’nin tavrına bakıp FETÖ’ye karşı şüpheci olabiliyor. Birbirini besleyen iki süreç. ABD açısından FETÖ işlevselliğini giderek yitiriyor. ABD’nin yasadışı ilan ettiği bir aktörün global ölçekte meşru operasyonel bir örgüt olarak yaşaması mümkün değildir.
ABD’nin en az 40 yıl boyunca çok büyük yatırım yaptığı bir örgüt FETÖ, bu kadar kolay vaz geçer mi?
Ama ABD FETÖ’yü tasfiye etse bile ben başka formlara döküp yaşamına devam ettirebileceğini düşünüyorum. Tıpkı YPG’de olduğu gibi. Amerikalılar bütün proxy’lerini sıfırla çarpmak yerine bunları başka formlarda devam ettirebilirler.
İsrail’in de bir tepkisi oldu bu çekilme kararına. Sonuçta tarihsel olarak İsrail’in her zaman arkasında olan bir ABD’den bahsediyoruz ve dönemsel olarak da Trump’ın Kudüs kararını veren başkan olduğunu, damadın etkisini biliyoruz. İsrail ne yapar?
Bir genel yaklaşım olarak denir ki ABD’nin bölge politikasını belirleyen iki faktör vardır, İsrail güvenliği ve enerji güvenliği. Ben ABD’nin bu kararını şayet planlı şekilde hayata geçiremezse Suriye’nin bir kaosa sürüklenebileceğini, İsrail’in de bu kaostan kısmen avantajlı çıkabileceğini düşünüyorum. Ama öte taraftan eğer ABD tarafından planlı bir kaos hesap ediliyorsa İsrail’in bu kaosu yönetebilir. Netenyahu’nun yaptığı açıklamaya göre ABD’nin çekilme kararını onlar da sonradan duymuş. Ben tamamen böyle olduğunu düşünmüyorum. Haber verildiğini düşünüyorum. Çünkü Irak-İran savaşı başladığında İsrail başbakanına ne düşündüğü sorulduğunda verdiği cevap belli: her iki tarafa da başarılar diliyorum.
İsrail kendi tarihinde belki de en az tehlikeyle karşılaştığı dönem Suriye savaşının yaşandığı dönem oldu. İsrail bu boşluktan çok faydalandı, Filistinlilerin haklarına yönelik saldırılarda kendince bir başarı elde etti. Pratikte Amerika’nın bu kararının İsrail’i etkileyeceğini sanmam şayet ABD’nin çekildikleri alanlara tamamen İran’ın doldurmasına müsaade ederlerse o zaman kaygı duyar İsrail. O yüzden ABD kendisi çekilse de bırakacağı boşluğu başka formlara dökeceği YPG ile dolduracağını düşünmemin nedeni de bu; İsrail’in güvenliği.
Bunun süreç olarak şöyle olumlu bir katkısı olabilir. Bir yönüyle İsrail’i de “siz de bölgedeki aktörlerle ilişkilerinizi gözden geçirin” noktasına getirebilir. ABD’nin çekilme kararı, FETÖ ile ilgili kararı, Patriotlar nasıl olumlu bir hava oluşturduysa bunun bir yansıması olarak İsrail de Türkiye ile ilişkilerini iyileştirmek konusunda da baskı oluşturabilir. Çünkü İsrail’in güvenliği bölgedeki yeni güç dengeleri açısından Türkiye ile iyi geçinmeyi gerektirir.
Al Jazeera’de Ortadoğu Masası Şefi olarak çalıştı.
Daha sonra TRT World’e kurucu Yayın Müdürü olarak katıldı ve TRT World Programlar ve Haber Programları Direktörü olarak atandı.
Bu görevine ek olarak aynı zamanda iki yıl TRT adına Euronews Yayın Kurulu üyeliği yaptı.
Halihazırda TRT Arapça Haber ve Programlar Direktörü olarak görev yapmaktadır.
Boğaziçi Üniversitesi mezunu olan Ataş, Brunel University London’da Hukuk Fakültesi’nde Uluslararası Hukuk alanında doktorasına devam etmektedir.