Yard.Doç. Dr. Nebi Miş: Partili Cumhurbaşkanı denetim için imkandır

Miş: Yeni sistemde cumhurbaşkanının partili olması denge-denetleme açısından çok önemlidir. Cumhurbaşkanı mutlaka partili ve partisinin genel başkanı olmalıdır. Çünkü TBMM denetimi dışında partisi tarafından da denetlenecek, istikrar pekişecektir.

20 Şubat 2017 Pazartesi 07:00
Röportaj Haberleri

Fadime Özkan



Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine geçiş için referandum süreci işlerken siyasi partiler ve çevreler de iki cevaptan biri etrafına toplanmaya başladı. Hayır cephesini oluşturan blok CHP-HDP'den oluşuyor ama bu kez bloğun başını 7 Haziran'a giden süreçten farklı olarak CHP çekiyor. Saadet Partisi ile Vatan Partisi, sol-sosyalist partilerle BBP gibi beş benzemez de aynı cephede bulunmakta. Terör örgütleri PKK ve FETÖ'nün hayırcı olduklarını açıklamaları ise -şimdilik- konumuz dışı. Konumuz "partili cumhurbaşkanlığı" sisteminin nasıl olacağı. Uzman konuğum ise Sakarya Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Nebi Miş. Nebi Miş aynı zamanda SETA Siyaset Araştırmaları Direktörü.

*****

Partili cumhurbaşkanı fikrine Türkiye henüz hazır değil. Daha çok tarafsızlık ilkesine ve sembolik anlamına halel geleceği kanaati var. Aynı zamanda ‘Hayır’ cephesinin argümanlarından biri bu. O yüzden demokrasi tarihi açısından cumhurbaşkanlığı makamı ve tarafsızlık kavramından başlayalım. Türkiye’de siyasal sistem nasıl tasarlandı; erken Cumhuriyet dönemi, DP dönemi, 60 darbesi ve sonrası nasıl yaşandı?

Dönem dönem gidelim. Erken cumhuriyet döneminde Cumhurbaşkanları aynı zamanda Cumhuriyet Halk Fırkası’nın da başkanı; dolayısıyla bir partinin genel başkanı. Bu durum 1950’ye dek bilfiil devam ediyor. 50’den sonra -Celal Bayar / Demokrat Parti döneminde de Cumhurbaşkanı partilidir ama erken Cumhuriyet döneminden farklı olarak partililiği fazla öne çıkmaz. 1960’a kadar cumhurbaşkanları partilidir ve partili olmanın ötesinde partinin bütün politikalarının da belirleyicisidir. 1960’dan günümüze kadar olan dönem ise ikiye ayrılıyor. 1961 anayasasıyla ideolojik açıdan çevreyi temsil edebilecek cumhurbaşkanlarının seçilmesini engellemeye yönelik bir sistem dizaynı yapılıyor.

Cumhurbaşkanlığı makamını, sistemin en üst noktasında, vesayet mekanizmalarının garantörü bir makam olarak düşünüyorlar. 1960’lardan sonraki dönemlerde ya cunta liderlerinden ya da emekli askerlerden cumhurbaşkanını seçme süreci ortaya çıkıyor. Burada dikkat edilen şey şudur; her ne kadar cumhurbaşkanlarını meclisler seçse de, kriz çıkartılarak da olsa aslında cumhurbaşkanlarını daha çok tarihsel blok seçiyor.

Tarihsel blok kimlerden oluşuyor?

Sivil askeri vesayet mekanizmaları ile bunlara eklemlenen aydın sınıfı diyebileceğimiz imtiyazlı elit gruplar ve devletten beslenen ekonomi grubu oluşturuyor tarihsel bloğu. Cumhurbaşkanlarının sistemin hep o ideolojik örtüşme merkezinde seçilmesi isteniyor. Aksi bir gelişme olduğunda krizler çıkartılarak halka yakın cumhurbaşkanlarının seçilmesi engelleniyor.

Halk vekillerini TBMM’ye gönderiyor ama o Meclis halka yakın birini Cumhurbaşkanı seçemiyor, seçmeye kalktığında suni bir krizle terbiye ediliyor ve sistem elitlerinin zorladığı bir isme film icabı seçiyor gibi yapıyor, öyle mi?

Çünkü o kişi sistemi korumakla yükümlü. O sistem “tanımlanmış bir sistem”dir. 1960 darbesi sonrası yapılan 61 Anayasası ile daha çok siyaseti kırılganlaştıran, güçsüz konumda tutan ve hatta siyasetin güçsüzlüğü üzerinden vesayetini devam ettiren bir mekanizmadır. Siyasetin alanları tanımlanmıştır. Cumhurbaşkanlığı vesayet mekanizmalarının çerçevesini belirleyen bir makamdır ve bu makama yönelik işlevler belirlenmiştir. Siyaseti kontrol etme mekanizmalarından birisidir Cumhurbaşkanlığı; Mecliste vesayet mekanizmalarının istemediği, siyasetin alanını açan, demokratikleşmeyi genişleten alanları kısan ve Meclisten geçen yasaları veto eden bir makam olarak düşünmüştür. Aslında bir kontrol mekanizmasıdır ama yanlış anlaşılmasın, demokratik bir kontrol mekanizması değil antidemokratik ve vesayeti devam ettiren bir mekanizmadır. Bu sebeple Türkiye’de en geç demokratikleşen makamlardan birisi Cumhurbaşkanlığı makamıdır.

Dolayısıyla aslında statükonun sembolü?

Statükoya zarar gelmemesi için onu gözü gibi koruyan bir makamdır Cumhurbaşkanlığı.

Yapay krizler, isimler, dönemler üzerinden nasıl örneklersiniz bu söylediklerinizi?

Mesela 1980 darbesine gidilen süreçte cumhurbaşkanlığı seçimleri Mecliste bir krizle ortaya çıkıyor. Burada siyaset kurumunu suçlayamayız. 1980 darbesine gidilen süreçte 115’ten fazla Mecliste cumhurbaşkanlığı seçimleri oylaması yapılıyor. Deniyor ki “Mecliste siyasal partiler var, siyasetin sorumluluğudur, dolayısıyla Meclis bunu beceremedi”.  Siyasete sorumluluk yükleniliyor ama bunu siyasetin üzerinden değerlendiremeyiz çünkü 1960 darbesinden itibaren, 71 muhtırası ve bütün ara dönemlerde siyaset edilgenleştiği, kırılganlaştığı ve parçalandığı, kimlik grupları arasındaki mesafe açıldığı için bu durum doğrudan siyasete yansıyor; siyaset güçsüzleşiyor. 1965’lerden itibaren Adalet Partisi sistemde güçlü bir konuma gelince 1971 muhtırası geliyor, ardından da koalisyon dönemleri.  1970’den 80’lere kadar ondan fazla farklı hükümet kuruluyor. Dolayısıyla 1980 darbesine gidilen süreçte cumhurbaşkanlarının bir kriz üzerinden seçilememesi, siyasetin parçalanmışlığıyla ilgilidir. Benzer süreç 1990’lardaki cumhurbaşkanlığı seçimleri tartışmasında da yaşanmıştır. Örneğin; Ahmet Necdet Sezer’in seçildiği dönemde siyasetin çerçevesi öyle çizilmiştir ki siyaset, eli mahkûm Sezer’i seçmek zorunda kalmıştır çünkü siyasetçiler yeni bir darbe süreciyle siyasete müdahale edileceği korkusundan uzlaşmak zorunda kalmıştır. Önceki krizlerde sonuç alındığı için 2007’deki cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde de kademeli bir kriz kullanılmıştır.

Özal, darbeci General Kenan Evren’den sonra Cumhurbaşkanı seçildiğinde üzerindeki baskıdan ve tedirginliğinden titriyordu. Ama Türkiye’nin ilk sivil Cumhurbaşkanı da Özal’dı, öyle değil mi?

1960’lardan beri iki tip cumhurbaşkanı var, Turgut Özal ve herhangi bir siyasi partiden seçilen Cumhurbaşkanları bu makamı sivilleştirmeye yönellik adımlar atıyor. 1983’ten itibaren siyaset göreli olarak özgürleşmeye başlıyor, Turgut Özal siyasal sistemde geniş halk kitlelerince benimseniyor, destekleniyor ve halkın bu desteği Cumhurbaşkanlığı seçiminde herhangi bir kriz yaşanmasını önlüyor.  Zaten 83’ten itibaren Özal’ın zihninde sürekli siyasi alanın güçlendirilmesi var. Daha önce emekli askerlerden ve cunta liderlerinden Cumhurbaşkanı seçildiği ve çok uzun süre bu makam askerlerce işgal edildiği için Özal’ın Cumhurbaşkanı seçilmesi geniş toplum kesimlerinde büyük memnuniyet oluşturdu.

Dönemin gazetelerine ve tartışmalarına bakarsanız bir yandan Özal’ın seçilmesi sivil Cumhurbaşkanı tanımlamalarıyla ele alınmış diğer yandan Özal’ın neyi yapıp neyi yapamayacağı müesses nizamın temsilcilerince, alan daraltacak söylemlerle tartışılmıştır. Dolayısıyla Özal’ın seçildiği dönemde Cumhurbaşkanlığını nasıl kullanacağına yönelik engelleyici bir çaba içinde bulunmuştur ama Özal’ın siyasi kişiliği, halkla ilişki biçimi bu alanı daha önceki dönemlere nispetle demokratikleştirmiştir. Ama maalesef bu demokratikleşme kurumsal değil kişiye, kişilerin güçlü olmasına karizmatik liderliğine ve toplumdan aldığı desteğe bağlıdır.

Bir sonraki Cumhurbaşkanı Demirel’di ve altı kere gidip yedi kere gelmesiyle ünlü, geniş halk tabanına sahip karizmatik bir siyasiydi. Ama biliyoruzki sistemin dönüştürülmesi konusunda Özal kadar istekli değildi. Bir kıyaslama yapmak gerekirse ne söylenebilir, sivillik ve statükoya bağlılık bakımından?

Birkaç cümle ile özetlersek; Demirel çok pragmatist bir liderdir. Siyasi hayatının birçok döneminde darbelere maruz kalsa da, erken dönem siyasetinde bile maalesef askerin vesayetini meşrulaştıran siyasal söylemelerinin de bulunduğunu görürsünüz, 1960’larda, 70’lerde. Cumhurbaşkanlığı döneminde ise Özal’ın Cumhurbaşkanlığından sonra bir kırılmadır. Özal’ın Çankaya’yı demokratikleştirme yönünde attığı adımlardan geri gidiştir, hayal kırıklığıdır. İdeolojik örtüşme dediğimiz şey Demirel üzerinden tekrar tahkim edilir. 1990’lardaki siyasetin güçsüzlüğü, parçalı bir siyasi alan nedeniyle ülke koalisyonlara mahkûmdur. Koalisyonların ortaya çıkardığı siyasi güçsüzlük cumhurbaşkanına alan açar ve Demirel de bu alanı sivilleştirilme yönünde değil daha çok vesayet mekanizmalarının yani sivil ve bürokratik elitlerin, bunlara eklemlenen medya ve çıkar gruplarının ve imtiyazlı elitlerin sözcülüğünü yapar. Ama daha sonra tartışmayı biraz da kendi iktidarı üzerinden başlatır. Şöyle bir durum çıkıyor ortaya: İkinci dönem seçilme şansının başkanlık sistemi üzerinden gündeme gelmesinin ardından 1997’de bir Mısır gezisinde “ben dört senedir cumhurbaşkanıyım, altı farklı hükümeti onayladım, Türkiye’de bu sistem artık işlemez” diyor ve başkanlık sistemini savunmaya başlıyor. Ki başkanlık sistemini savunan Özal’ı Padişahlık üzerinden eleştiren Demirel, 1997’den itibaren Başkanlık sistemini savunuyor, cumhurbaşkanını halkın seçmesi meselesini gündeme getiriyor. Ben bunu siyasi pragmatizm üzerinden okuyorum.

Özal sistemi sivilleştirmeye çalışıyor ve başkanlığı da başından itibaren savunuyordu. Demirel’inki şahsi ikbal üzerinden mi?

Pragmatizm ve sahicilik açısından değerlendirirsek; örneğin 1983’te genel, 1984’te yerel seçimler yapıldı ve Anavatan Partisi’nin oyu beş puana yakın düştü. Özal riski görüyor ve kurmaylarına şöyle diyor: “Böyle giderse Türkiye tekrar koalisyonlara mahkûm olabilir, 1970’lere dönebilir”. Başkanlık sistemi tartışmaları 1984’te böylece biraz erken bir vakitte başlıyor. Evren sistemde, 80 darbesi çok taze, sistem üzerinde darbe korkusu var, dolayısıyla bu fikri 87-88’lere kadar erteliyor.

Türkiye’deki siyasal sistemin dönüşümü tartışmaları aslında tüm dönemlerde aynıdır. Özal dönemi tartışması bir özettir. Otorite buhranıdır, yönetilebilirlik sorunudur, siyasette istikrar arayışıdır. Başkanlık sistemi değişimin dinamosudur. Türkiye’ye çağ atlatılacaksa yolu siyasette ve yönetimde istikrardan geçer diye başkanlığı savunuyor. Bu anlamda Özal’ın başkanlık sistemi savunusu, kendi iktidarını devam ettirmek amaçlı değildir. 1970’lerde Milli Görüş partilerinin veya Milliyetçi Hareket Partisi liderlerinin savunduğu otorite buhranı ve yönetilebilirlik sorununun devamıdır. Özal’ın savunduğu sistem bu anlamda daha sahici bir yerdedir.

28 Şubat’ın cumhurbaşkanı Demirel ve ardından siyaset dışı ama ideolojik taraflı Sezer statükoyu pekiştirmiş oldu. AK Parti ise başından itibaren statükoyu değiştirmek ve sivilleştirmek isteyen bir parti olmasına ve krizlere rağmen Sezer’le çalıştı. AK Parti’nin siyasi aklı nasıl işledi?

Bunu siyasi konjonktürle düşünmemiz lazım. AK Parti 2002 sonu iktidara geldiğinde özellikle AK Parti iktidarını zayıflatmaya ve sonlandırmaya yönelik bir tartışma vardı, siyasal dizayn bunun üzerindendi. 28 Şubatın izleri tazeydi. AK Parti iktidara geldiğinde siyasal sistemin dönüşümünü ve demokratik alanın genişlemesini tedrici olarak yaptı. Bunu da demokratik bloku mümkün olduğunca genişleterek ve halk desteğini artırarak yaptı. Bu rasyonel bir politikaydı. Cumhurbaşkanı Sezer ile kriz çıkararak demokratik alanının genişlemesi mümkün değildi çünkü Türkiye’nin tarihsel kodlarında krizlerin iki işlevi vardır. Ya geriye dönüş yaşanır ya da bu krizlerde eğer halk desteği mümkün kılınabilirse demokratikleşme sağlanır. Dolayısıyla AK Parti özellikle ilk dönemlerinde toplum desteğini sürekli kılacak, demokratik alanı kademeli olarak genişletip demokrasiyi derinleştirecek bir perspektifle siyaset üretti. Mümkün olduğunca krizlerden kaçındı. Kriz olması durumunda dizayn siyasetini savunanlar ve blok siyasetini uygulayanlar kolaylıkla siyasi alana siyasete müdahale edebilirlerdi.

Bunun için bir dizi girişim de oldu aslında?

2005’ten beri Cumhurbaşkanının seçilmesi sürecindeki tartışmaları, cumhuriyet mitinglerini ve 27 Nisan muhtırasını hatırlayalım. 27 Nisan muhtırası öyle bir gecede yazılmış bir metin değildir. Siyasi alanı geriletmeye yöneliktir. AK Parti’nin kademeli demokratikleşme seyri bu anlamda siyaseti doğru okuyan bir husustur.

Bugünü anlamak için o dönemi iyi bilmek, anlamak gerek. Vesayet sisteminin 2007’de siyasete galebe çalma girişimini açısından ne söylemek gerek?

2007 krizi kademeli olarak geldi. Daha iki yıl varken 2005’te AK Parti’nin cumhurbaşkanı seçemeyeceğine yönelik bir tartışma başlamıştı bile. 1980 darbesine giden süreçtekine benzer bir kriz yaratılarak Cumhurbaşkanı seçtirilmedi. Vesayetçi odaklar öğrenilmiş bir siyaset üzerinden tekrar kriz yaratmaya çalıştı 2005’te. AK Parti “daha Cumhurbaşkanlığı iki yıl var, bunu bugün gündeme getirmeyelim, siyaseti krize sokmayalım” derken cumhurbaşkanlığı seçimi üzerinden kriz yükseltilmeye çalışıldı. Cumhurbaşkanının eşinin başörtülü olmayacağı yoksa Çankaya’nın düşeceği söylendi dönemin muhalefet liderlerince. Cumhuriyet mitingleri düzenlendi. Mitinglerin amaçlarından biri AK Parti’ye cumhurbaşkanı seçtirmemekti.

Ardından 367 krizi diye, önceki cumhurbaşkanı seçimlerinde uygulanmayan bir metodla yeni suni bir kriz üretildi. Toplum bunun saçma ve uygulanamayacak bir tartışma olduğunu düşünüyordu ama 2007’ye yaklaşıldığında 367’den medet uman çevreler Mecliste krize dönüştürdü. Orada da bırakmadı. Hem Ahmet Necdet Sezer, hem CHP Anayasa Mahkemesine götürdü. AYM dört günde karar vererek Cumhurbaşkanın seçilmesini engelledi. Burada da bırakmadılar. 2005’ten itibaren kademeli olarak uyguladıkları siyaseti 27 Nisan gecesi Genelkurmay’ın internet sitesinde muhtıra çevirerek sistemi kilitlediler. Sistemin hiç çıkışı kalmadı. O zaman da AK Parti Meclisteki Anavatan Partisi gibi küçük partilerle tartışma başlattı, Cumhurbaşkanını halkın seçmesine yönelik bir anayasal düzenleme yaptı. Türkiye’de demokratikleşme adımları krizlerden sonradır. 2007 krizi de bu anlamda 1970’lerden itibaren yoğun şekilde tartışılan cumhurbaşkanını halkın seçmesi konusunu referandumla karara bağladı.

Kriz bir imkâna dönüştü aslında…

70'lerden beri süren bir mücadelenin sonucu alınmış oldu. Kazanılmış bir haktır ve bu haktan geri gidilmeyeceğine yönelik genel bir konsensüs var.

2007’de AK Parti’nin adayı Abdullah Gül cumhurbaşkanı seçildi ama süreç de yürüdü. 2014’te ilk kez halkoyuyla Cumhurbaşkanı seçimine giderken 2012 gibi yine bir kriz çıkartıldı. Ama bu kez Kemalist görünümlü vesayetçiler değil, Gülenist teröristler. Sezer döneminde Ergenekon canlı bir yapıydı, 2012’de FETÖ. PKK da ona küresel karakterleriyle birlikte ''Seni başkan yaptırmayacağız'' tehdidiyle eklendi. Şu anda da hem FETÖ hem PKK hayır cephesinde hizalandı. Sorum şu: Sistemin özünü oluşturan vesayetçilerle terör örgütleri arasında nasıl bir korelasyon var?

Türkiye’deki siyasete müdahale süreçlerini şöyle okumak gerek: Bütün darbecilerin bildirilerinde selam gönderdikleri ilk yer uluslararası bağlantılardır. O dönemde devlet hangi uluslararası organizasyonlara üye ise önce oralara bir selam gönderilir. Yani “kaygılanmayın, sizin Türkiye’ye yönelik politikalarınızın devamı için pozisyon belirleyeceğiz''. Bu şu demek aslında; içe yönelik üretilen krizlerin, müdahalelerin hep bir dış desteği vardır ve bu dış destek, içerideki uzantılarını da kullanarak siyasi alana kolayca müdahale eder. 2000'lerden itibaren Ergenekon süreçleriyle, vesayet mekanizmalarıyla ilgili, 27 Nisan Muhtırasıyla ilgili o dönemki uluslararası kendisini ''Demokrasi savunucusu'' diye ortaya koyan örgütlerin tutumlarına bir bakalım. Avrupa Birliği’nin güçlü tepki vermediğini görürsünüz. Çünkü ideolojik örtüşme gereği Türkiye’deki statüko uluslararası düzenin de istediği statüko olduğu için sessiz kalmıştır. Dolayısıyla siyasete statüko tarafından müdahale gelirse ya görmezden gelinir uluslararası çevrelerce ya kısık sesli bir açıklama geçiştirilir. Türkiye’de demokratik açılımı sağlayan, sistemi iyileştiren, ekonomik kalkınmayı sağlayan iktidarlara karşı hemen bir kriz siyaseti devreye sokuluyor ve çeşitli koalisyonlarla kriz destekleniyor. Bunlar 70'lerde sol terör örgütleriyle PKK ile olmuştur, 80’lerden sonra serpilen 2000'lerde güçlenen ve son olarak 2016’da darbe yapmaya kalkan Fetullahçı Terör Örgütüyle olmuştur. Türkiye’deki terör örgütleri ister sağdan, ister soldan, ister kendini dini gibi gösteren bir gruptan olsun bunlar üzerinden içeride bir dizayn kurularak içerinin kırılganlığını arttırmışlar ve Türkiye üzerindeki politikaları çok kolay hale gelmişlerdir. Uluslararası çıkar çevreleri Türkiye üzerindeki siyasetlerini bloke eden, direnen, tepki koyan güçlü siyasetleri istemiyor.

Dolayısıyla 2014’de Cumhurbaşkanını halkın seçmesinden itibaren Türkiye yeni bir safhaya geçecekti. Özellikle güçlü, çok geniş toplum kesimlerince desteklenen meşruiyeti çok yüksek bir liderlikle...  

2017 referandum için iki ay var. Pakete ''Hayır" diyen partiler arasında CHP ve HDP'nin yanı sıra Vatan Partisi ve Saadet Partisi de var. Erbakan’ın devamı bir partinin CHP ile aynı noktada olması ilginç mi?

Saadet’e bir parantez açarak şunu söyleyelim, 1969'da Milli Nizam Partisi'nin veya 73'teki Milli Selamet Partisi programına, seçim beyannamelerine bakarsanız tamamen bugünkü AK Partinin getirmiş olduğu Cumhurbaşkanlığının hem anayasal tasarımını hem de mantıksal örgüsünün aynı olduğunu görürsünüz. Bunu 2000'lere kadar da sürdürdüğünü görmek mümkündür. Bugün Saadet Partisi lideri Sayın Karamollaoğlu bunun demokratik olmadığını ve kendilerinin istemediği bir çerçevede anayasa dizaynının yapıldığını söylüyor. 1970'lerdeki Milli Görüş partilerinin programlarını ve seçim beyannamelerini açsınlar bir okusunlar, orada savundukları bugün AK Parti'nin teklifi ile meclisten geçen bu sistem ondan hangi durumlarda farklılık arz ediyor? Bunu bir topluma açıklamaları lazım, birincisi bu. İkincisi, bu referandum sürecine gidilirken maalesef Türkiye'de özellikle parlamento dışı güçsüz siyasi yapılara çok kolay nüfus edildiğini biz önceden gördük. Örneğin, FETÖ’nün 15 Temmuz'dan önce de parlamento dışı muhalefete çok kolay bir şekilde sızdığını görüyoruz. O dönemde, parti liderlerinin açıklamalarını okunursa demek istediğim daha kolay anlaşılır.

Hangi parti mesela?

Örneğin; liderlik düzeyinde konuşuyorum, tabanını ayrı tutarak, Saadet Partisinin Sayın Karamollaoğlu’ndan önce ki siyasi liderinin açıklamalarına bakarsanız 15 Temmuz’dan önce, FETÖ’nün bütün o siyasal alana yönelik olarak AK Parti’ye Sayın Erdoğan’a yaptıklarını tekrar ettiler. Ayrıca yine tabanı ayrı tutarak maalesef Büyük Birlik Partisi bu süreçte, tüm FETÖ’nün siyasal alana yönelik söylemlerini kullandılar. Yani maalesef Türkiye’de bu otonom yapılar siyaseti dizayn etmeye yönelik olarak bu tip bir dizayn siyasetinin içerisinde oluyorlar. 15 Temmuz’dan önce bunu gördük, hatta bu daha önce ki süreçlerde de muhakkak oluyordu, onu söyleyelim yani 2007’den sonra ki süreçte kaset kumpasları da sonuçta siyasette bir dizayn ve bu otonom yapıların, bu terör gruplarının siyaseti kendi çıkarlarına yönelik olarak illegal yöntemlerle dizayn ettiği süreçlerdi bu gelen bir süreç ve tam da bu referanduma giderken baktığımız zaman maalesef hala 15 Temmuz gibi bir süreci yaşayan bir Türkiye’yi görmeyen bu siyaset aklı, bu parti liderleri yine blok siyasetine, dizayn siyaseti ile birlikte hareket ediyorlar.

Bu bahsettiğimiz siyasi partilerin yüzdelik dilimdeki yerleri çok küçük. Oyları binde 5 olan var. Ama Hayır cephesinin başını CHP-HDP çekiyor ve ikisi de Mecliste 2. ve 3. büyük gruba sahip. CHP geleneksel anlamda Kemalist, ulusalcı ve daha Türkiyeci iken, HDP etnik milliyetçi, üniter devletten değil bölgesel özerklikten yana, üyelerinin önemli bir kısmı PKK ile bağlantı iddiasıyla tutuklu. İki parti üzerinden ne söylenebilir?

CHP’de bir liderlik değişimi yaşandı. Bu değişim normal yollardan siyasetin seyri içerisinde olmadı. Deniz Baykal’ın gidişinde Sayın Kılıçdaroğlu’nun CHP’nin başına gelişinde farklı kumpaslarla CHP’ye yönelik bir dizayn siyaseti uygulandı. Kılıçdaroğlu’yla beraber CHP, Kemalist reflekslerden yönetim düzeyinde gittikçe uzaklaştı. Parti içerisinde iki blok halinde yoğun bir tartışma yaşandı. Eski Kemalist kadrolar gittikçe tasfiye edildi, bunun yerine Kılıçdaroğlu’nun biraz daha sola yakın aktörleri partiye taşıdığını gördük ve hatta bunların çoğu belki de sadece söylem düzeyinde sosyalist. Solun söylemini kullanıyor ama diğer taraftan belki de çeşitli çıkar gruplarını da temsilen partide bulunuyorlar. Gittikçe CHP’nin söyleminin HDP siyasetine yaklaştığını gördük.

Ana muhalefetin uca savrulması demek değil mi bu?

2010’lardan itibaren bu yaklaşma başladı, en yoğun yaklaştığı dönem 7 Haziran ve 1 Kasım süreciydi. Türkiye’de özellikle medyanın bir kısmı HDP’ye ve HDP’nin genel başkanına yönelik toplumsal alanda imaj çalışmaları yaptı. CHP-HDP tabanını oluşturabilecek gençlere yönelik imaj çalışmaları yapıldı. Söylemlerin örtüşmesi CHP'deki Kemalist bloku rahatsız etti ve CHP yönetiminin ve Partinin karar mekanizmalarını eski Kemalist bloklar değil daha çok Kılıçdaroğlu döneminde partiye hakim olmuş olan sosyalist, sol söylemi kullanan ve bir çok yerde de HDP ile birlikte siyaset üreten kişiler oluşmaya başladı. 7 Haziran sonrası ‘birlikte nasıl salladık’ söyleminin kullanılması aslında o siyasetin birlikte üretildiğine yönelik bir durumdur. Dolayısıyla her ne kadar bunun özellikle Türkiye’deki geniş seçmen kitleleri açısından olumsuz olduğunu CHP gördü. CHP, HDP ile aynı yerde olmadığına yönelik açıklamalar yapıyor. Ama zihinlerimiz çok taze yani ‘seni başkan yaptırmayacağız’, ‘birlikte nasıl salladık’ gibi söylemler birlikte üretilen ve birlikte yaygınlaştırılan siyasi söylemlerdi.

 ‘Hayır’ cephesine baktığımız zaman aslında şaşırtıcı olmayan ama yeni görünür olan bir parti var, Vatan Partisi. Doğu Perinçek’in PKK ve Öcalan ile ilişkisi fotoğraflı ve ortada iken MHP’ye yönelik söylem üstünlüğü kurmaya çalışıyor ve Bahçeli ile Erdoğan’ın şahsında bir polemiğe giriyor. Vatan Partisi şu süreçte ne yapıyor?

Tam da bir önceki soru ile ilgili, iki blok tartışması yaşanınca CHP’nin muhtemel Kemalist kadrolarında yaşanan özellikle emekli askerler daha milliyetçi Kemalizm’e yaslanan aktörlerin Vatan Partisinde kendine yer buldu. Ve vatan partisi eski sol söylemden Kemalist milliyetçi bir söyleme doğru taşındı. Dolayısıyla burada da gittikçe Kemalist milliyetçi söylem Vatan Partisi’nin tüm o söylemlerini belirlemeye başladı ve şöyle düşündü CHP’nin içerisinden önemli oranda en azından üst kadroları Kemalist kadroları bağlamında insan devşirdi. Ve bunun aynısını MHP’de bir siyasal kriz yaşanmaya yönelik dönemler oldu. Bu süreçte benzer bir şekilde alanını genişletmek için MHP‘nin seküler, milliyetçi tabanına yönelikte bir söylem inşa etmeye başladı ve buradan bir seçmen bloku ve söylem gücü yüksek olan aktörleri koparma siyaseti güttü. Tamda bunun üzerinde MHP’nin AK Parti ile olan bu Cumhurbaşkanlığı sisteminde uzlaşması vatan partisinin bunu kendisine bir imkân olarak gördü ve MHP’ye olan söylemini sertleştirdi. Bunu Sayın Devlet Bahçeli gördüğü için çok sert bir açıklamayla eğer Türkiye’de kendisi yeni bir siyasal yapıda yer alacaksa bu vatan partisinin değil Sayın Erdoğan’ın yanında olduğunu söyleyerek burada konumunu net olarak ortaya koydu hatta burada da kalmadı

MHP özellikle ülkü ocakları başkanına çok sert bir açıklama yaparak, ülkücülük geleneğinde verilen sözlerin bir emir olduğunu ve burada lider bir karar alıyorsa ona herkesin uyması gerektiğini açıkladı. Yani parti içerisinde tahkim etmeye yönelik ve dışardan gelen müdahalelere de kapalı bir siyaset izledi. Dolayısıyla Vatan Partisi’nin bu milliyetçi söylemini Türkiye’deki seküler, milliyetçi, Kemalist yapılarla düşünmek gerekiyor ve bunun üzerinden bir insan devşirme, seçmen devşirme politikası olarak görmem gerekiyor.

MHP ve Vatan Partisi, Bahçeli ve Perinçek arasındaki bu polemiğin konusu Erdoğan’a dönüştü. Bahçeli dedi ki; Perinçek ile Erdoğan arasında bir seçim yapmam gerekirse kesinlikle Erdoğan’ı seçerim. Perinçek de hemen cevapladı ‘’Erdoğan’ı seçen beni seçmiş olur’’. Bu polemikten ne anlamalıyız?

Türkiye’de Sayın Erdoğan’ın uzun yıllardır siyasette oluşturduğu bir siyaset anlayışı bir değer mekanizması ve bunun üzerinden de toplumun çok geniş kesimlerine ulaşan bir siyasal liderlik beceresi var. Ve bu siyasal liderlik becerisi sadece Türkiye’de ideolojik pozisyon olarak bir seçmen guruba değil çok geniş seçmen grubuna da ulaşan bir lider dolayısıyla burada Sayın Erdoğan’ın Türkiye’deki geniş toplum kesimlerindeki popülaritesi ve desteğini aslında bu küçük siyasal partilerde bundan yararlanmak istiyorlar yani bir anlamda onunla çok çatışır düzeyde görünmek istemiyorlar ve belirli politik duruşlarda ayrılarak kendilerini de aslında belirli seçmen bloklarına da kodluyorlar. Örneğin Türkiye’de hemen hemen her siyasi partinin içerisinde seçmen bloku vardır. Milliyetçi seçmen grubu vardır. Bu Milliyetçilik bazen sekülerdir bazen Kemalist’tir bazen muhafazakârdır. Ama bu üç milliyetçilik tipi bu partilerin bazı alanlarda çok geniş olmasa bile seçmen bloklarını keser. Bir de şu var Türkiye’nin bekası açısından Sayın Erdoğan’ın Türkiye’de kendi seçmeninin değil toplumu tarafından önemini herkes görüyor. Yani 15 Temmuz içerden ve dışardan Türkiye’nin bekasına yönelik olarak büyük bir meydan okumaydı. Bunun püskürtülmesi ile aslında tamda Erdoğan siyasetinin Erdoğan liderliği üzerinden ortaya çıktı dolayısıyla Türkiye’de Erdoğan ile çatışarak Milliyetçi seçmen gruplara yönelik siyaset üretemezsiniz.

Mevcut tasarı partili Cumhurbaşkanı öneriyor. Ve resmi gazetede yayınlandıktan sonra Cumhurbaşkanı herhangi bir partiye üye olabilir. Partili Cumhurbaşkanlığı kavramını konuşalım. Bu şekilde tarafsızlığına halel gelecek ve Türkiye’de herkesi temsil edemeyecek deniyor, bir partinin mensubu olduğu için. En temel argüman bu. Cevap nedir?

Genel bir cevap olarak Türkiye’de Cumhurbaşkanları ister daha çok 1960’larda ki seçilenler olsun ister 1980’den sonra siyasi parti içinden seçilenler olsun hiçbir zaman bu anlamda tarafsız olmamıştır. Yani vesayet döneminde askerler içerisinden seçildiyse de ideoloji orada çok önemlidir. Partiler içerisinde gelenlerde hem Demirel hem Özal sürekli kendilerinin partilerine konumlarını daha yakın tutmuşlardır. Örneğin 1988 de Özal’a benzer bir eleştiri yapıyorlar yani Cumhurbaşkanı tarafsız olması lazım işte kendi siyasi partisi ile arasına mesafe koymasına yönelik. Kardeşim bu Anavatan partisini ben kurdum ben geliştirdim ve bu benim partim ben şimdi nasıl SHP’li diyebilirim diyor. Şimdi bu tarafsızlık ve siyasi partili olma meselesini farklı bir bağlamda tartışmamız lazım o bağlamda şu bir, Cumhurbaşkanı seçildikten sonra tüm toplum kesimlerine karşı ürettiği siyasette tarafsız olmak zorundadır. Diğer taraftan da geniş halk kitleleri tarafından seçilen bir Cumhurbaşkanı da bir siyasi parti içerisinden seçmeninde daha doğal bir tarafı yoktur.

Peki, Abdullah Gül ve Erdoğan bağlamından ne dersiniz? Mesela dediniz ki Özal ve Demirel, Cumhurbaşkanı seçildikten sonra kendi partilerine dair yakın oldular.

Gül tabi ki gönüllü olarak AK partiyi yani kendisinin içerisinden çıkan parti ile bir gönül ilişkisi vardı ama Abdullah Gül dönemini şöyle düşünmemiz lazım o zaman Ak Partinin başında çok güçlü bir lider var o hareketin kurucusu ve dolayısıyla Gül’ün Ak Partiye yönelik bir müdahale etmesi düşünülemezdi. Sadece şöyle düşünülebilir özellikle Ak Parti lideri ile bir kriz çıkarmayacak bir siyaset izleyerek aslında oda bir anlamda Cumhurbaşkanlığı konumunda içinden gelen siyasetin geleneğini önemsemiştir çünkü bundan daha doğal bir şey yoktur. Siyaset dediğiniz bir kadro ile yapılan ve belirli bir hedefler üzerinden yapılan bir siyasettir. Ve Erdoğan’ın Abdullah Gül ile zaten siyasal parti perspektifleri benzer olduğu için burada doğrudan Gül’ün Ak Partiye dönük olarak çok net bir demeç vermesi ve partiye müdahale etmesi söz konusu değildir. Onu biraz daha istisna olarak görmek lazımdır. Sayın Erdoğan bir siyasi parti kurucusudur. Siyasi bir hareketin lideridir. 2014’te de siyasetin içerisinden gelerek ve bunu seçim kampanyasında da söyleyerek seçildiği zaman etkin yönlendiren bir Cumhurbaşkanlığını vaat ederek seçilmiş birisidir bu anlamda da kendi içerisinden çıktığı hareketten de da bağımsız olarak düşünemeyiz. Cumhurbaşkanlığı döneminde yasal olarak bir mesafe olması kaçınılmazdır. Bu mesafede aslında özellikle siyasal partiler içinde çeşitli sorunların çıkardığını biliyoruz ve Cumhurbaşkanlığı sisteminin referandumdan geçmesi halinde de bu siyasal parti, cumhurbaşkanı ilişkisinin tekrar anayasal bir çerçeveye kavuşacağını söylememiz gerekiyor. Çünkü anayasal bir çerçeveye kavuşmadığı zaman burada hem Türkiye’nin siyasal parti kültürü açısından hem de siyasetin içindeki çift başlıklar açısından çeşitli sorunlar yaşandığını her dönem gördük.

Partili Cumhurbaşkanlığında, Cumhurbaşkanını denetleme durumu nasıl olacak. Yürütmeyi yani Cumhurbaşkanını halk seçecek ama yasamayı da halk seçecek, partili ve muhtemelen genel başkan olursa Cumhurbaşkanı, yasama organında da etkin olacak ve parlamentonun Cumhurbaşkanını denetleme fonksiyonu ortadan kalkacak" deniyor. Yasama ve yürütme ilişkisi bakımından ne söylenebilir?

Bu çok teorik bir argüman aslında. Niye? Öncelikle şu, bugünkü mevcut parlamenter sistemden daha kötü bir denetim ve denge mekanizması olmayacak. Önce bunu bir başlangıç noktası olarak koyalım. Yani bugünkünden kesinlikle ve kesinlikle daha kötü olmayacak. İkincisi meclisin yürütmeyi denetleme mekanizması, meclis araştırması, meclis soruşturması, genel görüşme, bütçe ve kanunlar çerçevesinde devam ediyor zaten. Yani bu çerçeve korundu. Burada şöyle bir itiraz var. Yürütmenin denetlenmesinde gensoru ve güvenoyu niye kaldırıldı gibi bir tartışma var. Eğer siz başkanlı bir siyasal sistemde çünkü cumhurbaşkanlığı sistemi başkanlı bir siyasal sistemdir. Gensoru ve güvenoyunu tartışmaya açıyorsanız dünyada ki hükümet modellerinin A-B-C-D’sini bilmiyorsunuz demektir. Çünkü parlamenter bir zihinle başkanlık sistemini ya da cumhurbaşkanlığı sistemini tartışıyorsunuz demektir. Bu anlamda gensoru ve güvenoyu hükümetin başının halk tarafından seçildiği bir siyasal sistemde olmaz. Dolayısıyla burada denetim ve denge mekanizması işlemeyecektir, birde şunu ekleyelim. Bu denetim ve denge mekanizması tartışılırken sadece denetleme tarafına bakılıyor. Bunun birde denge tarafı var yani yürütmenin işlevselliği açısından ve ülkenin yönetilebilirliği açısından siyasi istikrar açısından yürütmenin de kesinlikle etkili olarak çalışması gerekiyor. Yani dengenin yürütme görevi, Türkiye’de maalesef hiç tartışılmıyor sadece yasamanın denetleme tarafı tartışılıyor. Bu anlamda bu yasama ve yürütme bu anlamda eş değer olarak tartışması lazım.  Etkin bir yürütme nasıl gerçekleştirilecektir yürütme bu işlerini yaparken yasama bunu nasıl denetleyecektir. İki taraflı bakılması gerekiyor.

Dengeden kasıt herhalde yasama ve yürütme arasında işlevsel bir uyumun sağlanması?

Dengeden kasıt uyum yönetiminin etkin bir şekilde görevini yapabilmesidir. Sürekli siyasi tartışmalarla, siyasi pozisyonlarla yürütmenin alanının kısılmaması ve krizlerin çıkarılmamasıdır.

Türkiye’de sistem çatışma üzerine kurulu. Vesayet ve siyaset arasında bir çatışma öngörülüyor ve bazı partiler statükonun, vesayetin temsilcisi konumunda. Tek başına hükümet kurabilen bir çoğunluk yoksa koalisyon ve istikrarsızlık var demektir. Bu açıdan ne söylersiniz?

Buradan şöyle bir sıralamayla gitsek daha net olabilir, Cumhurbaşkanlığı sisteminde ki düzenleme şu; ‘Anayasa mevcut parlamenter sistemin anayasal çerçevesindeki cumhurbaşkanı seçilenin varsa partisiyle ilişkisi kesilir’ hükmü bu anlamda kaldırılıyor ve bunun kaldırılmasıyla siyasi kültür içerisinde oluşacak seçilen cumhurbaşkanları, ister partinin başkanı olur, ister partinin normal bir üyesi olur. Bu siyasetin içerisinde o partinin ve liderin belirleyeceği bir husus. Öncelikle anayasal çerçeve budur. İkincisi cumhurbaşkanlarının partisiyle ilişkisi meselesinde gözden kaçırılan bir husus var. Anayasalarda böyle bir hüküm nasıl olabilir, anayasa konusunda ‘nasıl olurda cumhurbaşkanının partiyle ilişkisinin önü açılır’ gibi bir tartışma var. Klasik parlamenter sistemlerin uygulandığı örneğin, Avrupa konseyinde ki ülkelerin hiçbirinin anayasasında cumhurbaşkanının partisiyle ilişkisini yasaklayan bir yasa yoktur. Venedik kriterlerinde de benzer bir süreç vardır. Elbette yetkisiz cumhurbaşkanlarının olduğu sistemlerde birazda semboliktir bu durum, siyasi partiyle ilişkisine çok gerek duyulmaz çünkü siyasi partinin başında başka güçlü liderler vardır. Yarı başkanlık sistemlerinde ise örneğin, Fransa da parti ve cumhurbaşkanı arasındaki ilişkinin çerçevesinin belirlenmiş ve güçlü olmasına yönelik tarihsel süreçte bir durum ortaya çıktı. 2000’lerden sonra Fransa cumhurbaşkanları özellikle partinin tüm kademelerine hakim oldular çünkü meclisle yürütme arasındaki tıkanıkları aşma açısından bu önemliydi. Zaten başkanlık sistemlerinde seçim kampanyalarının yürütülmesinden tutunuzda partinin örgütlenmesi süreçlerine kadar burada başkan ve parti arasında net bir ilişki vardır. Amerikan sistemi üzerinden konuşursanız farklı bir durum ortaya çıkar, kesinlikle bütün kampanyalarını parti yürütür ve partilidir, partili başkandır ama Amerikan sisteminin özelliğinden kaynaklanan parti sistemi farklıdır. Yani genellikle senatonun başkanıdır. Ama diğer yandan ister hakim partinin olduğu Meksika, Venezuela gibi ülkelerde, ister ılımlı partinin çok olduğu ülkelerde, isterse de çok partinin olduğu başkanlık sistemlerinde, başkan aynı zamanda bir partinin lideridir. Türkiye’ye gelirsek cumhurbaşkanlığı sisteminde benim iddiam şu; cumhurbaşkanıyla partisi arasında kesinlikle ve kesinlikle bir ilişkisinin olması gerekiyor hatta başkanlık düzeyinde olması gerekiyor. Genel başkan olması gerekiyor.

Neden?

Nedeni şu Türkiye’nin siyasi kültüründe, partilerin istikrarı aynı zamanda sistemin istikrarı ile doğrudan ilgilidir. Yani şunu demek istiyorum, maalesef Türkiye de vesayet dönemlerinde öncelikle siyasetin güçsüz olması amaçlandığı için siyaset sürekli parçalanarak sitem istikrarsızlaştırılmıştır. Böylelikle Türkiye de ki bürokratik sınıflar, otonom çıkar grupları ve vesayet odakları sistemde partiler güçsüz olduğu için etkin olmuşlardır ve partiler parçalanmıştır. Biz bütün Türkiye’nin parti kültürünü AK Parti dönemi olarak düşünmeliyiz. Evet, Erdoğan güçlü ve karizmatik bir lider olduğu için siyasetin merkezini her zaman bir yerde toplaya biliyor. Ama bu ne zamana kadar böyle olacak diye bir durum yok eğer siyasi parti başkanı güçsüz olursa siyasetin merkezi tekrar dağılır. Parçalanma sürecine girer bu anlamda da eğer parti başkanları aynı zamanda da seçilmiş cumhurbaşkanları ise burada siyasetin merkezinin parçalanması daha zordur. Ayrıca cumhurbaşkanı partisinin başkanı olduğu zaman parti güçlü olur, siyasetin merkezi güçlü olur bunun sayesinde ise partilere, otonom yapıların ve bürokratik yapıların nüfus etmesi daha zor olur. 15 Temmuzdan önce bir sürü partiye operasyon çekildiğini biliyoruz bunlar eğer liderlik düzeyinde de güçsüz olursa bu operasyonlar çok daha güçlü olur ve siyaset istikrarsızlaşır.

Yani bir Türk siyasi rekabet alanının açılmaması ve suiistimal edilebilir durumdan kaçınılması için iki başlılığın oluşmaması gerekiyor.

Partiler arasında değil sadece parti içerisinde yeni bir siyasi rekabetin ve çift başlılığın çıkmaması gerekiyor. Düşünün cumhurbaşkanı seçilen kişi çok güçlü, elinde devleti yönetiyor ama parti başkanı değil partisini yönetemiyor. Parti de güçlü bir parti. Burada iki tane sonuç çıkar parti başkanı isterse cumhurbaşkanın politikalarından dolayı cumhurbaşkanını partiden bile ihraç edebilir ve böyle bir süreçte cumhurbaşkanı parti desteği arakasında olmadığı için mecliste ihtiyaç duyduğu yasalarını geçirmede zorlanabilir ve meclis tamamen yürütmeyi bloke eder. Yani düşünün kendi partisinin bile destek vermediği bir cumhurbaşkanı sistemde ayakta kalır. Dolayısıyla kendi partisinin desteğini almak, çift başlılığı önlemek hem de siyasetin merkezinin güçlü olması açısından imtiyazlı elit grupların siyaseti yönlendirmemesi açısından cumhurbaşkanının kesinlikle ve kesinlikle siyasi sistemde partili olmasının ve genel başkan olmasının Türkiye siyasi kültürü açısından önemli olduğunu söylemek gerekiyor.

Burada kritik olan denetlemenin bu defa nasıl olacağı? Eğer parti genel başkanı olmazsa cumhurbaşkanı, bir siyasi rekabet alanı oluşabilir ve bu defa o güçlü partinin genel başkanı yürütmeyi denetleyebilir. Cumhurbaşkanını denetleyebilir ve bu kriz oluşturur ama diğer taraftan genel başkan olursa ve parlamento da güçlü çoğunluk ona ait olursa bu defa yasamaya da cumhurbaşkanı hakim olmuş olur, bunun denetlemesi nasıl olacak?

Bu konuda da bir varsayımdan hareketle yola çıkılıyor, Türkiye siyasetinde başkanla, başkanın içerisinden çıktığı partinin her zaman çok güçlü bir şekilde parlamento da temsil edileceğine yönelik elimizde bir kanıt yok. Bu Türkiye’nin siyasi kültürü ve önümüzde şekillenebilecek bir husustur. Evet, dünyada ki örneklerinde başkanların çok etkin olduğu, iyi bir yönetimin sergilediği ülkelerde başkan ve başkanın içerisinden çıktığı siyasi partinin parlamento da güçlü olması durumunda siyasette istikrar önemlidir. Diğer taraftan da her zaman başkanla parlamentonun farklı siyasi gelenekten gelme durumu ya da büyük yasal değişiklikleri yapabilecek çoğunluğa erişme durumu olmayabilir bunu biz Türkiye siyasetinde biliyoruz. Örneğin 1990’larda yerel yönetimlerde refah partisi çok güçlü olduğu halde bazı dönemler genel seçimlerde daha düşüktü ya da 90’ların ikinci yarısında demokratik sol partinin yerel yönetimlerde esamesi okunmazken merkezi yönetimde çok büyük bir desteğinin olduğunu biliyoruz. Tüm bunları düşünerek bu denetleme ve denge mekanizmasını konuşmamız gerekiyor. Kaldı ki burada bu denetim ve denge mekanizmasını düşünürken Türkiye’nin hep söylediğim, mevcut parlamenter sisteminden daha kötü olacağının altını çizmemiz gerekiyor.

Ve bu süreç parlamento da daha fazla partinin temsil edilmesi gibi bir imkânı da doğurabilir mi? Yürütme zarureti parlamentoda ki çoğunluğu da bir partiye veriyordu…

En azından şöyle bir ihtimal var çoklu bir parlamento oluşmasa bile 3-4 partinin temsil edildiği bir parlamento da partilerin oy oranları birbirine daha yakın çıkabilir. Bu şekilde ise denetleme ve denge mekanizması kendiliğinde oluşacaktır. Cumhurbaşkanı-parti ilişkisinde konuşmamız gereken husus şu; yürütmenin başında ki cumhurbaşkanın popülist politikalarına karşı kendi partisi denetleyici bir unsurdur, bu çok teknik bir meseledir. Varsayalım ki, cumhurbaşkanı ikinci dönem seçildi ve hatta üçüncü dönemde seçildi ve parti başkanı değil, sabit bir dönem için seçiliyor çünkü sistemin özelliğinde beş yılı var. Bu beş yılda üzerinde her hangi bir yeni seçim baskısı yok çünkü bir daha seçime giremiyor. Hesap verme durumu yok, sistemi popülerleştirebilir, popülist politikalara yönelebilir, yönetimi kişiselleştirebilir, etkin bir yönetim uygulamayabilir çünkü herhangi birine, seçmene karşı sorumluluğunu düşünmeyebilir, tüm bu olumsuzlukları giderebilmek açısından eğer parti başkanı olursa kendi partisini bir sonraki seçim için temsil etmeli, kendisi seçilmeyecek olsa bile partisini düşünmek durumunda. Bu şekilde yönetimin kişiselleştirilmesi engellenmiş olacak, hesap verme mekanizması kurulmuş olacak kendi partisine hesap verecek, eğer başkan hata yaparsa kendi partisi hesap vermiş olacak ve cumhurbaşkanlarının partili olması aynı zaman da siyasal devşirme açısından önemlidir. Yönetim tecrübesini edinme açısından eğer siyasi kadroların içerisinden gelen biri cumhurbaşkanı olursa, bu yönetim tecrübesi başkanlığı döneminde çok daha etkin bir yönetimi gerçekleştirmesi için faydalı olabilir. Aynı zamanda sistem dışından gelen, parti dışından gelen cumhurbaşkanlarının seçilmesi de bu anlamda engellenmiş olur.

İkinci dönemde o baskı ortadan kalktığı için gevşeyebilir, yatabilir, kişiselleştirebilir vs. kendi partisi bu konuda onu hem uyaran, baskı kuran bir fonksiyon olacak ama aynı zamanda bundan çok rahatsızsa ve sonuç alamıyorsa cumhurbaşkanının tavrı konusunda muhalefet partileri ile bir olup seçime gitme kararı alarak da zorlayabilir.

Kesinlikle, seçimlerin eş zamanlı yenilenmesi meselesi de bu, eğer meclis cumhurbaşkanının politikalarından memnun değilse bunu Türkiye açısından bir sorun olarak görmüyorsa, seçim kararı alabilir ve hem kendi seçimlerini hem de cumhurbaşkanlığı seçimlerini yenileyebilir.