Son Haçlı Seferi’ni durduran savaş: Niğbolu
ABONE OL

130 bin kişilik Haçlı Ordusu’nun tam 16 gündür muhasarası altında olan Niğbolu’nun ihtiyar Kale kumandanı Doğan Bey, bir gece burçların güney doğu istikametinden gelen “Bre Doğan! Bre Doğan!” seslerini işittiğinde büyük bir şaşkınlık ve tedirginlik yaşadı. Sesin geldiği yöne gidip Kale’den aşağı baktı. İlginçtir ama karanlıkta duran sesin sahibi, üzerinde Macar askeri kıyafeti olan bir süvariydi. Süvariden gelen “Muhasaranın durumu nedir bre Doğan? Yeterli erzak ve teçhizatınız var mı?” sorusuyla Doğan Bey’in şaşkınlığı bir kat daha arttı. Çünkü ilk görüşte Macar askeri sandığı bu kişi Osmanlı’nın hakanı Yıldırım Beyazıt’tı. Beyazıt orada “Gayret idün. Göreyim sizi üşde fil – hal yıldırım gibi ben dahi yitişdüm” dedi.

“Bre Doğan!” seslerini duyan tek kişi Kale Kumandanı değildi. Devriye gezen Haçlı askerleri de Beyazıt ile Doğan Bey arasındaki konuşmaya şahit olmuşlar ve hemen karargâha dönüp gördüklerini Fransız Mareşal Boucicault’a bildirmişlerdi. Haçlı Ordusu’nda Macar yoğunluğu olmakla birlikte Avrupa’nın neredeyse büyük küçük bütün prensliklerinden ve krallıklarından askerler vardı. Fransa da bu orduya asilzadeler ve en seçkin subaylarıyla destek vermişti. Kâğıt üzerinde Haçlıların lideri Macar Kralı Sigismund olsa da, idare tamamen Fransız Burgonya’nın veliaht dükü Korkusuz Jan ile onun maiyetinde olan Mareşal Boucicault’ta idi. İşte bu Fransız mareşal, devriye gezen askerlerin getirdiği malumatı ciddiye almadı.

Kalabalık oluşlarına ve teçhizatlarına güvenen Haçlı Ordusu Türklerden herhangi bir mukavemet beklemiyordu. “Gök çökse mızraklarımızla tutarız” diye böbürleniyor ve zamanlarının çoğunu yolları üzerindeki Ortodoks şehir ve köylerinden yağmaladıkları ganimetleri paylaşarak geçiriyorlardı. Günlerdir Niğbolu önünde oyalanan Haçlılar, Kale kumandanı Doğan’ın pes etmesini bekliyor ve kendi aralarında çıkardıkları “Beyazıt Memluk sultanına kaçtı” dedikodusuna itibarla şimdiden zafer sarhoşluğu yaşıyorlardı. Boucicault, Osmanlı hakanının 70 bin askeriyle karargâhını kurduğu Tırnova’dan tek başına gelip Doğan’dan bilgi aldığı o gece de asgari disiplinden olabildiğince uzaktı. Yanlış istihbarat getirdikleri ve muhasarayı tehlikeye attıkları gerekçesiyle devriye askerlerinin kulaklarını kestirdi. Tarihçi Johannes Leunclavius’a göre bu hadise dahi Haçlı birliklerinin ciddiyetsizliğini çok net gösterir.

“Haçlıların amacı Suriye ve Filistin’e girmekti”

Haçlı Ordusu’nun 1396’da kapısına dayandığı Niğbolu bu muhasaradan 8 sene önce Çandarlızade Ali Paşa tarafından Osmanlı hâkimiyetine alınmıştı. Anadolu’dan getirilen Türklerin çoğunlukta olduğu şehir Tuna kıyısında bulunuyordu. Avrupa, burada yaşayacağı zaferden o derece emindi ki, o zamana kadar Osmanlı ile iyi geçinmeyi şiar edinmiş Venedik dahi, Gelibolu’da inşa edilen tersaneden rahatsız olduğu için Tuna’dan 44 gemilik donanma desteği yollamıştı. Kesin zafer konusunda tek şüphesi olan Macar Kralı Sigismund’tu. Sigismund 1392’te Beyazıt’ın Anadolu’da olmasını fırsat bilerek Eflak prensi Mirçe ile Niğbolu’ya bir sefer düzenlemiş, sadece birkaç ay elinde kalacak Niğbolu’yu kontrol altına alsa da ‘düşmanın’ yüksek askeri yeteneklerini Rumeli akıncılarına bakarak kavramıştı.

Yeniden 1396’ya gelelim… Niğbolu’ya varmadan ilk Budapeşte’de toplanan Haçlı Ordusu ‘de facto olarak’ Fransızların kontrolünde olduğundan Sigismund’un “Osmanlı topraklarına girmeyelim, Bayezıt’ı Macar sınırında bekleyelim” önerisi ciddiye alınmamıştı. Aziz Suryal Atiya, The crusade of Nicopolis kitabında Fransız birliklerinin her açıdan muazzam hazırlandığını ve bu hazırlığın başka maksatlar taşıdığını anlatıyor: “Burgonya Dukası’nın armaları altın Kıbrıs teliyle çekilmişti. Dört büyük sancaktaysa Hazreti Meryem’in resmi bulunuyordu. Kont armaları da zer telden çekilmişti. Bu bir harb kıyafeti değil, olsa olsa zafer alayı kıyafetiydi” diyen Atiya, seferdeki siyasi hedefin Kudüs Krallığı’nın yeniden ihyası olduğunu söylüyor. Neşri ile bir Bizans kroniğinin yazarı olan ve çok iyi derecede Türkçe bilen Dukas da “Amaç arz-ı mukaddesti” bilgisini veriyor. Fransızların ihtiyatsızlığı buradan geliyordu.

Sigismund’un “Macar topraklarında bekleyelim” önerisini dinlemeyen Fransızlar aynı hatayı Niğbolu önünde de yapacaklardı. Büyük meydan muharebesi tecrübesi olmayan birliklerin (bunlara Jean de Vienne hariç Fransız asilleri de dahil) geride beklemesini isteyen Macar Kralı’na; Hammer’in verdiği bilgiye göre “Biz öncü birlikler idik. Ama şimdi anlaşılan Macar Kralı şerefi kendine almak istiyor” yanıtını vereceklerdi. Oysa Macar Ordusu Osmanlı’nın meydan muharebesindeki yeteneklerini çok iyi biliyordu; içlerinde I.Murat’a paralı asker olarak hizmet etmiş olanlar bile vardı. Fakat nihayetinde Sigismund da bu havaya kendini kaptırmış olacak ki, tarihçi Gibbons’tan öğrendiğimize göre Niğbolu önünde verdiği bir ziyafet sırasında askerlere “Sultan Beyazıt ister gelsin ister gelmesin. Biz gelecek yaz (bu sırada Eylül ayıydı) Anadolu’dan geçip Suriye’ye gireceğiz” diyor.

“Aklın olmadığı yerde kibrin sözü geçer”

Niğbolu hakkında bir kitap yazan David Nicolle (Çandarlızade Ali’yi Beyazıt’ın oğlu sansa da fena bir kitap değildir) Haçlıların çok önemli bir bilgiden mahrum olduğunu söylüyor: Kaçtı diye küçümsedikleri Sultan Beyazıt, Ortaçağ’ın gördüğü en ehil ve muktedir komutanlarından biriydi ve kibirli prensler bu durumdan habersizdi. Tuna üzerinden hareket ettikleri için ‘Haçlıların Niğbolu’ya varacağını; burayı merkez olarak kullanıp Sırbistan – Osmanlı arasındaki bağı keseceklerini ve Edirne’ye çok hızlı bir harekât planladıklarını’ anlamıştı. Sırbistan kısmı önemli çünkü Stefan Lazareviç’in askerleri Osmanlı’nın hizmetindeki en yetenekli birliklerden biriydi. Niğbolu öncesinde de Beyazıt’a destek için Filibe’den Tırnova’ya varmışlar, çarpışma esnasında Hanedan Birliği’ni savunmuşlardı. Haçlılar Niğbolu’ya vardığında Beyazıt Bizans İstanbul’unu kuşatmış haldeydi. İtalyan gemilerinin Gelibolu’dan Bizans’a uğramadan geçişinden ve casuslarının getirdiği bilgilerden ötürü zaten az evvel ifade ettiğim gibi Tuna üzerinde yaşanacaklardan haberdardı.

24 Eylül’de Osmanlı Ordusu görüldüğünde Haçlılar için artık yeni bir plan yapacak vakit kalmamıştı. Gerilerinde Tuna olduğundan ricat da edemezlerdi. Arkadan bir saldırı almamak için önce bilhassa Vidin’de aldıkları esirleri katlettiler. Şimdi sırada hilal görünümünde olan Osmanlı harp düzeninin ortasında yem olmak vardı. Önce, yukarıda ifade ettiğim “Öncü kim olacak” tartışması yaşandı. Korkusuz Jan ile Eu kontu Philippe d’Artois’in dediği oldu ve en öne Fransız birlikleri yerleşti. Yaşlı şövalye Enguerrand de Coucy ile tecrübeli amiral Jean de Vienne’in bu karardan sonra aralarında geçen diyalog şu oldu: Haçlıların başına gelecekleri anlayan Coucy telaşla Vienne’e geldiğinde “Akıl ve hakikatin olmadığı yerde kibrin sözü geçer” cevabını aldı. Haçlı Ordusu Beyazıt tarafından 8 saatte imha edildi. Atiya’nın verdiği bilgiye göre Haçlı zayiatı 100 bindi. Kılıç ve oklardan kaçanlar da Tuna’da boğulmuştu. Kaçmayı başaranlar pek azdı ve bunlar arasında Macar Kralı Sigismund ile İngiltere’nin müstakbel Kralı IV. Henry de vardı. Korkusuz Jan dâhil 27’si Fransız olmak üzere 300 Avrupalı asil esir alınmıştı. Haber Fransa’ya ulaştığında Kral VI. Charles inanamamış, haberi getiren kılıç artıklarını boğdurmak üzere Chatelet Kalesi’ne hapsetmişti.

“Yine gel ve bana yeni zaferler bahşet”

Fransa Kralı’nın kardeşi Louis de Capet-Valois’in araya girmesiyle Yıldırım Bayezıt esir edilmiş Fransız asillerinin fidye karşılığında serbest kalmasını kabul etti. Fidyeler teslim edildikten sonra (çok yüklü olmalı ki Fransa Venedik’ten borç almıştı) Beyazıt asillere Bursa’da bir ziyafet verdi. Korkusuz Jan burada Osmanlı hakanına karşı bir daha silah kaldırmayacağına dair yemin etti. Beyazıt ise Burgonya’nın veliaht düküne “Bana karşı bir daha silah kaldırmayacağına dair ettiğin yemini sana bağışlıyorum. Bilakis, şerefini kurtarmak üzere bana karşı Hristyanlığın bütün kuvvetlerini yeniden topla. Yeniden gel! Bana şanımı artırmak için yeni zaferler bahşet!” diye tarihe geçen bir yanıt verdi.

Doğan Bey bunu mu hakediyor?

Avrupa’nın bütün gücüyle geldiği ‘Son Haçlı Seferi’nde (1396) Osmanlı için Niğbolu’da zaferi mümkün kılan ilk isim, Kale Kumandanı Doğan Bey’dir. I. Murat döneminden yadigâr yaşlı Kumandan, Beyazıt ve ordusu gelene dek tam 16 gün amacı Kudüs’e kadar gitmek olan 130 bin Haçlı’ya karşı Niğbolu’yu korumuştur. Niğbolu düşüp Haçlılar Bulgaristan sahasına girebilseydi Beyazıt için bir imha muharebesi belki mümkün olmayacaktı.

Doğan Bey isminin bugün çoğumuzda bir çağrışım yapmayacağından eminim. Ama bunda tek suçlu herhalde biz değilizdir… Bu büyük Kumandanın hatırasını yaşatmak ve sembol bir isim olarak herkes tarafından bilinmesini sağlamak için acaba ne yapıldı? Söyleyeyim: Adı Doğan Bey olan Bursa TOKİ’leri. Çirkinliği herkesin malumu o binalar sadece göz zevkimizle değil, hatıralarımızla da oynuyor.

Osman Çetin’in “Bursa Gezileri” adlı harika bir kitabı var. Çetin, kitabında, Doğan Bey’in kabrini nasıl bulduklarını anlatıyor. Niğbolu Savaşı’nın ardından Bursa’ya dönen, bir cami yaptıran ve vefatından sonra bu caminin yakınına defnedilen Doğan Bey’in mezarı 1990’larda evlerin arasında sıkışmış kalmış bir haldeymiş. Mezarda herhangi bir kitabe olmamakla birlikte taşı yeşile boyanmış; “Bursa’yı koruyan evliyalardan biri” sanılıyormuş.

Bugün bu hata kısmen telafi edilmiş durumda. Mezarın etrafını saran binalar yıkılmış (Doğan Bey’in yaptırdığı cami ne yazık ki bugüne gelememiş) ve öylesinden bir taş yapılmış. Ama yeterli değil. TOKİ’ler nedeniyle caminin ihyası zaten mümkün değil, belki gerek de yoktur. Fakat Hammer’in “Haçlılar arasında böyle deha yoktu” diye tarif ettiği Doğan Bey bir “Niğbolu muhafızı” yazısından daha fazlasını haketmiyor mu?