02 Nisan 2025

Suriye’de istikrar arayışı: İç ve dış dinamiklerin rolü

Beşşar Esed’in Şam’ı terk etmesiyle Suriye’de yeni bir dönem başladı. Ahmed eş-Şara liderliğinde kurulan yeni yönetim, ülkeyi yeniden ayağa kaldırma ve istikrarlı merkezi otorite tesis etme çabası içine girdi. Peki, yeni Suriye yönetimi bu süreçte, nelerle karşı karşıya? Gelin birlikte inceleyelim.

8 Aralık 2024’te Beşşar Esed’ın Şam’ı terk etmesiyle Suriye’de uzun süren iç savaşın ardından yeni bir dönem başladı. Ahmed eş-Şara liderliğinde kurulan yeni yönetim, savaşın ağır yıkımına uğramış bir ülkeyi yeniden ayağa kaldırma ve istikrarlı bir merkezi otorite tesis etme çabası içine girdi. Ancak yeni Suriye yönetimi bu süreçte, birçok iç ve dış dinamiğin etkisiyle ciddi zorluklarla karşı karşıya.

Ülkedeki Kürt unsurların, özellikle YPG yapılanmasının doğuda kontrol ettiği geniş alanlar, Sünni Arap olmayan azınlıkların Dürziler ve Nusayriler gibi yeni yönetime entegrasyonu, İsrail’in Suriye’nin güneyinde genişleyen askeri operasyonları İran’ın Esed bakiyesi unsurlar üzerinden Suriye’yi istikrarsızlaştırma çabası gibi unsurlar, yeni hükümetin başarı şansını doğrudan etkileyecek başlıca faktörler arasında yer alıyor. Mart ayı başlarında, Nusayrilerin yoğunlukta yaşadığı Lazkiye-Tartus hattında yaşanan isyan girişimi, yeni yönetimin karşı karşıya olduğu meydan okumaları gözler önüne serdi. Hükümet güçleri bazı yerleşim yerlerinde zaman zaman kontrolü kaybetse de mevcut durum itibarıyla bu istikrarsızlığın büyük ölçüde kontrol altına alındığı söylenebilir.

Esed sonrası Suriye: Üniter yapının tehdit altındaki geleceği

Beşşar Esed’in Şam’ı terk etmesiyle başlayan yeni dönemde, Suriye’nin üniter yapısının ciddi bir tehdit altında olduğu söylenebilir. Ülkenin bölünme riskini anlamak için tarihsel arka planına bakmak oldukça önemli. Çünkü Suriye, modern anlamda bir devlet haline gelmeden önce, farklı toplulukların yaşadığı ve güçlü yerel kimliklerin belirgin olduğu bir coğrafya olarak öne çıkıyordu. Özellikle Birinci Dünya Savaşı sonrası Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasıyla bölgenin siyasi haritası yeniden şekillendi. 1920’de Fransız mandasına verilen Suriye, Fransız yönetimi tarafından etnik ve mezhepsel farklılıkları derinleştiren bir politika çerçevesinde beş ayrı yönetsel birime bölündü:

Nusayri (Alevi) Devleti (1920-1936): Günümüzde Lazkiye ve Tartus’u kapsayan bu bölge, Nusayrilerin yoğun olarak yaşadığı bir alan olarak Fransızlar tarafından ayrı bir yönetim birimi olarak tasarlandı.

Dürzi Devleti (1921-1936): Suriye’nin güneyinde, özellikle Süveyda ve çevresinde Dürzi nüfusun yoğun olduğu bir bölge oluşturuldu.

Şam Devleti (1920-1924): Şam merkezli olarak yönetilen bu bölge, Fransız mandasının doğrudan denetimi altındaydı.

Halep Devleti (1920-1924): Halep ve çevresini kapsayan bu bölge, ekonomik olarak kuzeydeki Anadolu şehirleriyle güçlü bağlara sahipti.

Lübnan (1920): Fransızlar, Akdeniz kıyısındaki Hristiyan Maruniler ve Dürzilerin yaşadığı bölgeleri ayırarak bağımsız bir Lübnan Devleti kurdu.

Her ne kadar Suriye, 1936’da Nusayri ve Dürzi bölgelerinin de katılımıyla Lübnan hariç tekrar birleşerek üniter bir yapıya kavuşmuş olsa da, Fransızların oluşturduğu bu yönetim sınırları ve topluluk ayrışmaları tam anlamıyla ortadan kalkmadı. 20. yüzyıl boyunca merkeziyetçi bir devlet yapısı korundu ancak mezhepsel ve etnik kimlikler özellikle belirli bölgelerde güçlü bir şekilde varlığını sürdürdü.

Günümüzde, iç savaşın ardından ülke genelinde fiili özerklik arayışlarının giderek arttığı gözlemlenmektedir. Doğu Suriye’de Kürtlerin kontrol ettiği geniş alanlar, güneyde Dürzi topluluklarının özerklik talepleri, İsrail’in Golan Tepeleri üzerindeki hakimiyetini genişletme çabaları ve Nusayri nüfusun yoğun olduğu batı bölgelerinde merkezi yönetime yönelik hoşnutsuzluklar, ülkenin bölünme riskini artıran faktörler olarak öne çıkıyor. Esed rejimi döneminde baskıyla kontrol altında tutulan bu ayrışmalar, yeni dönemde daha görünür hale gelmiş ve derinleşmiş durumda.

Dolayısıyla, tarihsel olarak Fransız mandası döneminde ortaya çıkan bölgesel ayrımların büyük ölçüde güncelliğini koruduğu söylenebilir. Suriye'nin iç savaş sonrası yeniden yapılanma sürecinde bu bölgesel ve mezhepsel ayrımların nasıl yönetileceği, ülkenin geleceği açısından kritik bir konu olmaya devam ediyor. Yeni Suriye yönetiminin kimlik arayışı, bölgesel güçlerin politikaları ve uluslararası aktörlerin stratejik hamleleri, ülkenin üniter yapısının korunup korunamayacağını belirleyecek temel dinamikler arasında yer alıyor.

Esed sonrası Suriye: Yeni rejimin kimliği ve toplumsal dönüşüm

Suriye, yaklaşık yetmiş yıl boyunca Baas rejimi altında yönetildi. Baas ideolojisi, sekülerizm ve Arap milliyetçiliği unsurlarına dayanmasına rağmen, ülkede gerçek iktidar, devletin tüm kritik yapılarını kontrol eden Nusayri azınlığın elinde kaldı. Bu yönetim tarzı, ülke nüfusunun büyük çoğunluğunu oluşturan Sünni Arapların sistematik olarak marjinalize edilmesine yol açtı. Yönetimden dışlanan Sünni çoğunluğun hoşnutsuzluğu zaman zaman isyanlara yol açtı. Örneğin, 1982’de yaşanan Hama olayları, Sünni Arapların azınlık yönetimine karşı başlattığı en büyük ayaklanmalardan biri oldu. Ancak bu isyan, Hafız Esed rejimi tarafından acımasız bir şekilde bastırıldı ve on binlerce insanın hayatını kaybettiği bu olay, Baas yönetiminin otoriter kontrolünü daha da pekiştirdi.

Aslında, 2011’de Arap Baharı’nın Suriye’ye sıçraması, 1982 Hama olaylarının yeni bir sahnesi gibiydi. On yıllardır yönetimden dışlanan, baskı altında tutulan ve siyasal haklardan mahrum bırakılan geniş Sünni kitleler, bu kez daha güçlü bir şekilde rejime isyan etti. Halkın talebi, siyasi hakların tanınması ve herkesin eşit bir vatandaş olarak yönetimde temsil edilmesi üzerine kuruluydu. Ancak bu talepler, önce şiddetle bastırılmaya çalışıldı ve ardından ülke, bölgesel ve küresel aktörlerin de dahil olduğu uzun bir iç savaşa sürüklendi. İran ve Rusya’nın doğrudan, ABD ve İsrail’in ise dolaylı desteğiyle isyanla sarsılan Esed rejimi on dört yıl ayakta kalmayı başardı. Ancak Aralık 2024’te, rejimin son direnişi kırıldı ve Şam yönetimi tamamen çöktü.

Esed sonrası Suriye’de en kritik soru, yeni yönetimin nasıl bir kimlik benimseyeceğiydi. İç savaş boyunca Sünni Arapların güçlü desteğini arkasına alan HTŞ (Heyet Tahriru’ş-Şam) yapılanması, bu soruya dair önemli ipuçları veriyordu. HTŞ’nin toplumsal tabanının büyük ölçüde Sünni Araplardan oluşması ve ideolojisinin İslamcı nitelik arz ediyor olması, yeni dönemde Suriye’nin seküler Baas ideolojisinden tamamen kopacağını gösteriyordu. Nitekim, yeni Suriye Anayasası açıklandığında bu beklentiler resmiyet kazandı. Esed sonrası Suriye, sosyalist Arap milliyetçiliğini terk ederek İslami bir yönetim anlayışını benimseyen yeni bir rejime geçti.

Bu dönüşüm, uzun yıllardır iktidarda bulunan Nusayri azınlığın, güneydeki Dürzilerin ve ülkenin doğusunda ABD destekli Kürt unsurların benimsediği seküler ideolojinin, Suriye'nin siyasi yelpazesindeki etkinliğinin ciddi şekilde sınırlandırılacağı anlamına geliyordu. Yeni anayasa, devletin temel referanslarını İslami ilkeler çerçevesinde şekillendirirken, Suriye’nin artık bir Arap-İslam devleti olarak yeniden yapılandığını ilan etti.

Rejimin kimliğinin resmileşmesiyle birlikte, Aralık 2024 devriminden hemen sonra Esed rejiminin kalıntıları, Kürt unsurlar ve Nusayri topluluklar çeşitli bölgelerde hoşnutsuzluklarını organize etmeye başladı. Bu tepkiler üç ana eksende gelişti:

Batı Suriye’de (Lazkiye-Tartus) Nusayri Direnci: Esed rejiminin çöküşüyle birlikte, özellikle batı kıyılarında yaşayan Nusayri nüfus, yeni yönetimi tanımama eğiliminde oldu. Baas rejimiyle uzun yıllardır özdeşleşen bu topluluklar, siyasal ve yönetsel imtiyazlarını kaybetme kaygısıyla merkezi yönetime karşı direnç gösterdi. Aralık sonrası Lazkiye ve Tartus bölgesinde yaşanan sokak olayları, Nusayri unsurların pasif bir azınlık olmayı reddettiğinin bir göstergesiydi. Mart başında bu bölgede yönetim karşıtı yoğun bir isyan girişimi oldu.

Doğu Suriye’de Kürt Özerklik Arayışları: İç savaş süresince ABD desteğiyle büyük ölçüde özerk bir yönetim inşa eden Kürt unsurlar, yeni Suriye yönetiminin İslami referanslarla şekillenmesini kendi siyasi varlıklarına bir tehdit olarak gördü. Baas rejimi döneminde seküler çizgide varlık gösteren bu yapı, yeni rejimin kendilerine yönelik baskı kurabileceğinden endişelenerek ABD’nin desteğini artırma ve fiili özerkliğini koruma çabalarını yoğunlaştırdı.

Güneyde (Süveyda-Dürzi Bölgesi) Mezhepsel Direnç: Dürzi toplulukları da benzer şekilde, yeni yönetimin İslamcı karakterini bir tehdit olarak algıladı. Uzun yıllar boyunca Suriye içinde özerk bir statü talebiyle hareket eden Dürziler, yeni anayasanın İslami vurgu taşıyan yönlerini kendi kimlikleri açısından sınırlandırıcı olarak değerlendirdi. Bu nedenle, güneydeki Süveyda bölgesinde protesto gösterileri ve yerel direniş odakları ortaya çıkmaya başladı.

İran ve İsrail arasındaki rekabetin Suriye’nin geleceğine etkisi

Esed rejimi, İran Devrimi’nin ardından Irak ile ideolojik bir rekabete girerken, İsrail ile olan askeri mücadelesinde İran’ı stratejik bir dayanak noktası olarak gördü. İslam Devrimi sonrası İslamcı Humeyni yönetimi ile Baasçı Esed yönetimi arasında köklü ideolojik farklılıklara rağmen, karşılıklı çıkarlara dayalı sağlam bir ittifak oluştu. İran, İsrail’e karşı bir direniş hattı kurmak ve Levant’taki nüfuzunu artırmak için Suriye’yi kritik bir ortak olarak değerlendirdi.

Bu ittifak sayesinde Suriye, Irak ve İsrail arasındaki güç dengelerinde manevra alanı kazanırken, İran da Suriye üzerinden bölgedeki müttefiklerine lojistik ve askeri destek sağlayabileceği stratejik bir kara köprüsü inşa etti. Aynı zamanda İran, Suriye aracılığıyla olası saldırıları ulusal sınırlarının ötesinde karşılayabilme ve düşmanlarına karşı etkili bir güç projeksiyonu geliştirdi.

Özellikle 2003’teki ABD işgalinin ardından Irak’ın İran nüfuzu altına girmesiyle birlikte bu kara köprüsü daha da sağlamlaştı. İran, Irak’taki Şii milis gruplarını ve siyasi aktörleri kendi etki alanına dâhil ederek, Suriye ve Lübnan’a kadar uzanan kesintisiz bir nüfuz hattı oluşturdu. Böylece İran, Levant’taki stratejik derinliğini güçlendirirken, Suriye de İsrail ve bölgesel rakiplerine karşı daha avantajlı bir konum elde etti.

Esed rejimi, İsrail açısından doğrudan bir askeri tehdit oluşturmamakla birlikte, topraklarında İsrail ve bölgedeki diğer rakiplere karşı faaliyet gösteren devlet dışı silahlı aktörlere ev sahipliği yapması nedeniyle Tel Aviv için sürekli bir rahatsızlık kaynağı olmuştur. Suriye’nin “başa bela olma kapasitesi” olarak adlandırılan stratejisi, Türkiye, Irak ve İsrail gibi rakip ya da düşman olarak görülen ülkelerin ulusal güvenliğini tehdit eden unsurları barındırmasına olanak tanımıştır. Bu bağlamda, İsrail’e karşı uzun yıllardır faaliyet gösteren Hizbullah, İslami Cihad ve Hamas gibi örgütler, Suriye üzerinden önemli lojistik ve askeri destek sağlamıştır.

Günümüzde, Esed sonrası dönemde İran ve İsrail açısından Suriye kritik bir mücadele alanına dönüşmüştür. Özellikle ikinci Trump dönemiyle birlikte, İran yönetimi ABD ve İsrail’in kendisine yönelik doğrudan bir saldırı gerçekleştirme olasılığına dair artan kaygılar taşımaktadır. Bu tehdit algısı, Tahran’ı Suriye’nin geleceğinde daha etkin bir rol üstlenmeye zorlamaktadır. İran, ABD veya İsrail kaynaklı olası bir saldırı durumunda, Suriye’yi istikrarsızlaştırarak bölgedeki Amerikan ve İsrail müttefiklerine karşı bir baskı unsuru olarak kullanma kapasitesini artırmayı amaçlamaktadır.

Öte yandan İsrail, Suriye’nin doğrudan bir askeri tehdit oluşturmamasını ve topraklarında İsrail karşıtı unsurları barındırmamasını istemektedir. Tel Aviv için ideal senaryo, Suriye’nin güçlü bir askeri kapasiteye sahip olmaması ve İran’ın nüfuzunun mümkün olduğunca sınırlandırılmasıdır. Bu stratejik çıkarlar, her iki ülkeyi de Suriye’nin iç işlerine müdahale etmeye zorlamakta ve yeni dönemde Suriye’nin geleceğinde dolaylı da olsa etkin bir rol üstlenmelerine neden olmaktadır.

Yeni Suriye'nin geleceği

Esed sonrası Suriye’de yeni yönetimin kimliğinin belirlenmesi ve bölgesel aktörlerin Suriye iç işlerine yönelik müdahaleci, tavrı ülke içinde önemli fay hatlarını zaman zaman tetikliyor. Baas rejiminin çöküşüyle birlikte seküler ve sosyalist ideolojiden uzaklaşılarak İslami bir rejime geçilmesi, ülke genelinde farklı gruplar arasında yeni gerilimler yaratmış görünüyor. Yeni yönetim, bu muhalefet odaklarını nasıl yöneteceğine dair henüz kesin bir strateji ortaya koymuş değil. Aynı zamanda İran ve İsrail’in doğrudan ve dolaylı olarak Suriye iç işlerine yönelik müdahaleci tavrı Suriye hükümetinin üniter ve kapsayıcı bir politik sistem kurma kapasitesini tehdit ediyor. Suriye’de yeni yönetimin istikrar sağlaması için farklı yönetim stratejileri benimsemesi gerekebilir. Bu çerçevede üç temel senaryo öne çıkmaktadır:

Merkezi yönetim, rejime muhalif olan azınlık gruplarını zor kullanarak bastırmayı ve güçlü bir otorite tesis etmeyi hedefleyebilir. Ancak bu stratejinin başarılı olabilmesi için iki temel koşul gereklidir: Birincisi, güçlü bölgesel aktörlerden kesintisiz siyasi ve askeri destek alınması, ikincisi ise güçlü bir askeri-endüstriyel kapasiteye sahip olunmasıdır. Ancak mevcut durumda Suriye hükümetinin bu kaynaklara yeterince sahip olduğunu söylemek oldukça zor. Yıpranmış altyapı, uzun süredir devam eden savaşın getirdiği ekonomik kriz ve dış destek konusundaki belirsizlikler bu senaryonun sürdürülebilirliğini tartışmalı hale getiriyor.

Özerklik müzakereleri mi olacak?

Kürtler, Dürziler ve Nusayriler gibi etnik ve mezhepsel gruplarla bölgesel özerklik anlaşmaları yapılarak yeni bir yönetim modeli geliştirilebilir. Bu senaryo, etnik ve mezhepsel çeşitliliği içeren bir siyasi uzlaşı mekanizmasını gerektirir. Ancak böyle bir sistemin başarılı olabilmesi için tarafları ortak bir çatı altında tutabilecek esnek bir siyasi yapı oluşturulmalıdır. Bu noktada, sahadaki en etkili aktörlerden biri olan Heyet Tahrir el-Şam’ın (HTŞ) ideolojisi, çoğulcu ve kapsayıcı bir yönetim anlayışına izin vermediği için bu senaryonun gerçekleşme ihtimalini düşürmektedir. Aynı zamanda, yeni Suriye yönetiminin en önemli bölgesel destekçisi olan Türkiye açısından da, Suriye’nin üniter yapısının parçalanması ve başta Kürtler olmak üzere etnik ve mezhepsel grupların özerklik kazanması kabul edilemez bir strateji olarak değerlendirilmelidir.

Yeni rejim, İslami kimliğini korurken azınlık gruplarına siyasal temsiliyet sağlayarak denge kurmayı hedefleyebilir. Bu senaryo, mevcut şartlar göz önüne alındığında en olası seçenek olarak değerlendirilebilir. Nitekim, hükümet ile YPG arasında imzalanan mutabakat, Kürtlerin sistem içinde belirli bir statü kazanmasına olanak tanırken, Dürzi ve Nusayri azınlıklara yönelik daha ılımlı politikalar da hükümetin kapsayıcı bir yönetime yönelebileceğini göstermektedir. Bu tür bir siyasi model, hem iç dinamikleri dengeleme hem de uluslararası arenada kabul görebilecek bir yönetim yapısı oluşturma açısından en makul yol olarak öne çıkmaktadır.

Suriye’nin geleceği, yeni rejimin bu seçenekler arasındaki tercihlerine ve küresel aktörlerin müdahalelerine bağlı olarak şekillenecektir. Ancak kesin olan bir şey var: Aralık 2024 devrimiyle başlayan süreç, ülkeyi eski Baas rejiminden radikal şekilde farklı bir yönetim modeline taşıdı ve bu dönüşümün getirdiği gerilimler, Suriye’nin istikrarını belirleyecek en önemli faktörlerden biri olmaya devam edecek.

Podcast

19 December 2023
Doç. Dr. Hasan T. Kerimoğlu
Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
28:19
0:01

Url kopyalanmıştır...