Neden bilmiyorum... Frankfurt Otomobil Fuarı’na gitmek üzere uçağa bindiğimde aklıma geldi. Yıl 2002. Bulunduğum yer Güney Kore Busan’da Marriott Hotel’in cafesi. Gün içinde herhangi bir zaman. Fonda Tarkan’ın ‘Kuzu Kuzu’ şarkısı... Üzerinden tam 11 yıl geçmiş...
Ülkeler, daha doğrusu ülke bireyleri zenginleşip, bu zenginliğe iyi eğitimler de eşlik etmeye başladığında ‘kültürel’ yayılım da kaçınılmazdır. Yayılımdan kastım, ülkeyle ilgili gördüğümüz, duyduğunuz, hissettiğiniz her olumlu şey...
Yine uçakta, şimdi ismini hatırlamadığım Güney Koreli bir grubun İstanbul’da verdiği konserin gördüğü büyük ilgiye ilişkin bir yazı okudum. Sonra Hyundai’nin sadece Türkiye’de üreteceği i10’un tanıtım toplantısını izlerken, Kore’nin popüler kültüre armağan ettiği, fazlasıyla grotesk Gangnam Style’ın klibi bir türlü gözümün önünden gitmedi...
Popüler kültür zırvası ama... Popüler kültüre dahil olabilmek bile bir süreçtir. Bunlar sadece işaret fişeği. Kalıcı olanlara da sıra gelecek. Belki vardır ama ben pek fazla bilmiyorum, önümüzdeki yıllarda Güney Koreli yazarları, modacıları, sporcuları vs. daha fazla duymaya başlayacağız, bundan adım gibi eminim. Art arda uluslararası düzeyde ‘nitelikli kültürel ün’e ulaşanların listesi uzadıkça başarıya büyük ölçüde ulaşılmış demektir. Batı ülkelerini bir yana bırakıyorum. Bakınız Japonya. Son 50 yılın o enfes Japon edebiyatına bakmak yeterli. Japon sinemasını, manga çılgınlıklarını saymıyorum bile...
Özetle...
Dünyada geçer akçe formüllerden biri...
Bir marka para demek. Çok marka, zenginlik demek. Zenginlikten herkes nasibini aldığında ‘tanınmak için senin gitmene gerek kalmaz.’ Onlar akın akın sana gelir zaten...
Frankfurt dönüşünde masamda iki davetiye buldum. Güney Kore’yle ilgili... Biri ‘Silla Tanrıların Diyarı’, diğeri ritim, jimnastik, tekvando ve B-Boy konsepti ile yapılan Flaying adlı sanatsal gösteriye dair... (Ben demedim aynen davetiyede yazıyor). Devasa ve fantastik sahneleri de varmış... Bir kaç saat sonra da bir turizm şirketinin Güney Kore turuna ilişkin bülteni düştü mail kutuma...
Ah kozmik düşünce! Tesadüf mü! Hiç sanmıyorum...
Bir dil bir insan iki dil iki insan...
ÇOK doğru da, konumuz bu değil. Otomotivin konuştuğu dil başka. ‘Tasarım dili...’ Bu yıl Frankfurt’ta en fazla duyduğum kelimeydi. Tasarımı anladık da, dili ne oluyor. Ben bazen karıştırıyorum bu dili. Mesela bir marka model gamını yenileme süreci başlatıyor. Diyelim ki 5 yılda 15 yeni model piyasaya sunacak. Başlıyoruz her yeni model çıkışında bir, iki, üç diye saymaya... Hem de 3-4 yıl gibi çok kısa sürelere sığıyor bu yeni modeller. Sonra yine yeni baştan bir ‘tasarım dili’ daha konuşulmaya başlıyor. Ben tam bir farın biçimini aklımda yeni yeni tutmaya başlarken, hop yeni yeni şekiller ortaya çıkıyor. Aktif, dinamik olmak iyi güzel de... Biraz da hafıza sorunu olanları dikkate alın!
Şaşıracak bir şey kaldı mı?
“5 vitesli. Sağ aynası da var. Çok güzel dört lastiği de... İstersen parası karşılığında klima da veririz...” Ne kadar arkaik cümleler değil mi? Bu cümlelerin kurulduğu dönemler tarih öncesine kadar gitmiyor tabii... Bu ülkede potansiyel otomobil alıcısı olan birçok kişi hatırlar. Bugünlerde ise otomobil alırken biz sormadan ‘uzunca bir herşey dahil listesi’ önümüze konuyor. İsterseniz alakart mönüden parası karşılığında birşeyler daha ekleyebilirsiniz listeye. Bir gün otomobil içinde kahve servisi yapan robotlar da standart donanıma dahil olur belki. Olur mu olur... Bakın bu yıl fuarda Mercedes S Serisi’nde kendi kendi giden otomobil teknolojisi bile tanıtıldı. Bu cümleleri art arda kurmama Volvo Consept Coupe’nin ön paneline entegre edilmiş tablet bilgisayar neden oldu. Tablet, şaşırtmadı bile beni. Sahi artık neden şaşıralım ki?!