Al gözüm seyreyle hâlimizi!
ABONE OL

Bizi kendisine zebun eyleyen bugünkü çağın kapkaranlık ve kahpe suratının türlü çeşitli fotoğrafları, görünüşleri vardır. İnsanlığın; içindeki beyinsizler, zalimler, doymazlar, kibirliler eliyle duçar olduğu felaketler, musibetler sayılamayacak kadar. Ne var, bunların çoğu, birçok göze gizli kalmaktadır. Sanatkârın ödevlerinden biri de çoğunluğa nihan kalanı ortaya çıkarmak; göstermek ve anlatmaktır. Mustafa Kutlu’nun son kitabı Fırtınayı Kucaklamak’taki denemeler, hikâyeler; dünyanın Doğu cenahında, Müslüman vatanlarında yaşanan bazı olayların iç yakan manzaralarını ve bilhassa bugün yaşamakta olduğumuz hayatın hazin gidişâtını fotoğraflar eşliğinde gözümüzün önüne seriyor. Cümle cümle, tablo tablo sergileniyor felaketler, insan acıları. Her birinde bir yığın dert, bin hasret! Al gözüm seyreyle!

EĞİLİP YERE BAKMAK

Öyle bir çağa erdik ki teknoloji, insanî değerlerin önüne geçmiştir. Şeddadi binalarda yaşıyoruz. Çevremizi gördüğümüz yok. Eğilip yere baktığımız yok. Nefisler azmış, benlik kabarmıştır. Çağdaş insan sabrı unutmuştur. “Eşyalar, insanlar, sevgiler, saygılar, gözyaşları, gülücükler kaçıyor bizden.” Suyu, havayı, toprağı kirlettik, zehirledik. Makinenin sesi, kalbin sesini bastırmıştır. Saatimiz çalışsa da kalbimiz durmuştur. Kalbimizin yani o en hassas azamızın sesini duyamıyoruz artık. Aşkın esâmesi kalmadı yüreğimizde. İhtiras, kin, düşmanlık, zulüm, fesatlık, ikiyüzlülük, riya, açgözlülük, israf, tabiata duyarsızlık, bönlük, gurur ve nefret; daha bin çeşit melanetle kuşatılmış vaziyetteyiz. Modernizm, tek tip mekân tek tip insan yaratmanın peşindedir. Hilkatin çeşnisine meydan okunmaktadır. “Ayakkabını, çorabını, gömleğini, pantolonunu, saç biçimini, sakalını, evini, arabanı, kozmetiğini, okulunu, mutfağını, tatilini, kâğıdını, kitabını belirleyen odur.” “Eğlence, ilaç, beslenme, dinlenme, tatil, otel, ulaşım” odaklarında şuursuzca dönenip duran bir “insan tipi” dünyayı tutmuştur. Bu acayip nev-i beşer ev ve sokak kokusunu yani mekân duygusunu; türkü sesini, keklik ve bülbül ötüşünü, su sesini unutmuştur. Mekânsız bir kuşaktır günümüz insanı, hangi dala konacağını bilmeyen; “nerede karnı doyarsa oraya yuva yapar, sesini rengini kaybetmiştir.” İşte bu “kara”/“karanlık” yanımıza ışık düşürüyor Fırtınayı Kucaklamak’taki yazılar. “Aklımızı, kalbimizi kime rehin verdiğimiz”i soruyor canhıraşane. Yetinmeyi bilmeyen, hazzın ve hızın müptelası olan, tüketimden vazgeçmeyen insanın acınacak hâlini hikâye ediyor. Asıl korkuyu (havf) unutup basit kaygıların (“terfi edememek, sınıfta kalmak, sevgilisi tarafından terk edilmek, yalnız kalmak, yaşlanmak, boşanmak, telefonsuz kalmak, çağa ayak uyduramamak, trafikte kalmak, ucuzluk günlerini kaçırmak, seçim kaybetmek, maç kaybetmek, altılıyı tutturamamak, gözden düşmek, gündemden düşmek…”) telaşıyla yüreğini yormakta olan insanın vahim gidişatını anlatıyor.

Bu kadar karanlığa, karamsarlığa rağmen Kutlu’nun yazılarında umudun, aşkın, sevincin, güzelliğin ışıdığını görmeden söz noktalanmaz. Yazının bir yerinden havalanır bu ağartı, bir turna katarı, serçe cıvıldaması, sığırcık sürüsü gibi. “Ufuk bu kadar karanlık” olsa da, umut uzakta değildir. “Ey aşk, gel artık. Akı karadan ayır. Şu şaşkın zihnimizi, şu donuk kalbimizi adam et” yakarışında bulunulur. “Sen gittin gideli soframıza melekler inmiyor. Ne toprak yüzümüze gülüyor, ne de suya itimat ediyoruz.” Her şeyin başı olan aşka tutar yüzünü yazar. Bilir ki “yarayı aşk sağaltır.” “Aşk usanmaz, şikâyet etmez, yorulmaz tükenmez.” Onun için aşka iltica etmek gerekmektedir. Ve duaya. Hepimiz adına incelikli bir duayı mırıldanır: “Bizi bir yusufçuğun şeffaf katanlarında oturanlardan eyle.”

KUL OLMAYAN HÜR OLAMAZ

Bu denemeler, öyküler bir maksada matuf yazıldığı için muradını açıkça söyler. Muhafaza etmemiz gereken hasletleri, terk etmemiz icap eden kötülükleri hatırlatır durur. “Açı doyurmak, çıplağı giydirmek gerek”, düşmüşü kaldırmak, susuza su vermek görevindeyiz, der. “Biz yalnızlığın karşısına dayanışmayı, sevgi ve saygıyı, bağlılığı, feragati, şefkati, aşkı ve merhameti koymalıyız.” Birbirimizin boğazına sarılmaktan vazgeçelim. “Unutmayın dostlar” diyor, “kötülerin gölgesi olmaz.” “Biz iyilik, doğruluk, merhamet, şefkat, ibadet peşinde olalım.” Korku ile umut arasında bulunalım/yaşayalım. Kul olmayan hür olamaz, der. “Ben gönül yapmakla görevliyim.” “Ben” dedirten ne varsa, servet, şehvet, şöhret; hepsini terk etmeliyiz. Meyvesi fazilet, hizmet, merhamet ve hürmet olan bir “ahlak ağacı” gibi olmak mecburiyetindeyiz.

Çok söylenmiştir, bir kere daha belirtelim, Mustafa Kutlu’nun yazılarındaki en büyük meziyeti, samimiyetidir. Bu üstünlük satırlara yayılır, oradan okuyucuya intikal eder, sıcacık bir yakınlık, kalbî bir bağ oluşturur. Kimileri diyebilir ki, “bu yazılarda söylenenlerin çoğunu biz de biliyoruz; duyduk, okuduk.” Tamam da, hikmetine erebildik mi? İçimize akıtabildik mi? Bunlarla hallenebildik mi? Ta yürekten inanabildik mi? Kalbimizde bir yer tuttu mu? Çünkü, “fırtınayı ancak kalbi olanlar kucaklayabilir. Affın adaletten üstün olduğunu ancak kalbi olanlar bilir. Kalp denilen şey göğüs boşluğundaki et parçası değildir. O Hakk’ın tecelligâhı, adaletin menbaıdır. O yaralı ruhtan ve gönül yarasından haberdar olandır. O lian-ı hafî’den anlayan, o sessizlikten ses duyandır.”

Daha önce Dergâh’ın arka sayfasında okuduğum, hem deneme, hem hikâye, hem de damar damar, damla damla şiir olan bu merhamet nefesli, derin duyarlıklı, hikmet pınarı yazıları, bilhassa gençler okumalı, derim; geleceği inşa edecek yeni nesil. Bizden iş geçti sanki. Onlar okumalı ki, medeniyetimizin bereket, rahmet, kanaat, asalet, şefkat, sabır, dua ile mayalanması ve merhamet gözyaşıyla yoğrulması gerektiğini anlayabilsinler.