Aşiyan yollarından ses versem duyar mısın?
ABONE OL
İki kıtayı birleştirmek, üç imparatorluğun ağırlığını omuzlarında taşımak şimdiye kadar tek bir şehre, İstanbul’a kısmet oldu. Antik dönemden bugüne civardaki tüm siyasi yapıların gözdesi, birçok medeniyetin uğrağı İstanbul için kendisi de bir Boğaz çocuğu olan sanat tarihçisi Dr. Sedat Bornovalı güzel bir yaz sürprizi hazırladı: Boğaziçi’nin Tarih Atlası
 
İstiklal Caddesi üzerinde bulunan Garibaldi Binası’nın restorasyonundan hatırladığımız Bornovalı’nın yüksek lisans ve doktora sırasında mimarlık tarihine yönelmesinde İtalyan Lisesi mezunu olmasının payı var mıdır bilinmez ama Boğaziçi’nin bugünkü siluetini edinmesinde Raimondo d’Aronco ve Fossati Biraderler gibi İtalyan mimarların epey bir rolünün olduğu muhakkak. Bornovalı’yı yine Latin dünyasıyla, Vatikan’la ilgili bir haberden; Papa XVI. Benedictus’un 2006 yılındaki İstanbul seyahati sırasında Ayasofya ve Sultanahmet Camii gibi tarihî mekânlara yaptığı ziyarete mihmandarlık etmesiyle anımsıyoruz. Kendisi ise bütün bu geliş gidişler arasında en çok Umberto Eco’ya eşlik etmekten zevk aldığını söylüyor.
 
BOĞAZİÇİ’NDE CEVELAN
 
Boğaziçi’nin Tarih Atlası’nın rotası Evliya Çelebi’nin o meşhur rüyasında “Seyahat ya Resulullah” dediği Ahi Çelebi Camii’nin önündeki Yemiş İskelesi’nden başlıyor; Boğaziçi’nin her iki yakasındaki tarihî yapıları, yalıları, görkemli camileri, çağdaş mimarlık arayışlarını, hatta hikâyesi olan apartmanları sırayla anlatarak Kavaklar’a kadar uzanıyor. 
 
Karaköy, Galata ve Dolmabahçe üzerinden ilerlerken daha ziyade bankalar, deniz ulaşımıyla ilgili binalar, Paket Postanesi, İstanbul Modern’in yıllarca hizmet verdiği antrepo, cami ve saraylar gibi kamusal amaçlarla bina edilmiş yapılar ağırlık taşırken özellikle Bebek sonrasında sivil mimari örnekleri üzerinden birbirinden ilginç yapılara ve onların içlerinde yaşanmış hikâyelere de rastlıyoruz. Arkeolog Halet Çambel’e ailesinden miras kalan ve sadrazam torunu Halet Hanım ile Nazım Hikmet’in koğuş arkadaşı Nail Çakırhan’ın Türk filmlerinin meşhur zengin kız-fakir oğlan modelini anımsatırcasına paylaştıkları yalı, 17 yıllık ömrüyle Boğaz’ın dört tarafında iz bırakan Cemile Sultan, III. Selim’in başmimarı Melling’in Hatice Sultan için yaptığı sahil sarayının hemen yanına kendisi için inşa ettiği yalının o dönem İstanbul’unun muhayyilesine fısıldadıkları, Çolpan İlhan’ın hayata gözlerini yumduğu yapı, Aşiyan’ın ebedi sakinleri, son mukimleri Bornovalı’nın kendi ailesi olan ve 1972 yılında çıkan bir yangınla kül olan İsmail Paşa Yalısı gibi ayrıntılarla adeta Salah Birsel’in Boğaziçi Şıngır Mıngır’ını hatırlıyoruz.
 
İlerledikçe başka sürprizler de karşılıyor bizi. Bugün Cumhurbaşkanlığının yazlık konutu olan Huber Köşkü’nün ilk sahibinin Osmanlı’nın askerî açıdan Almanya ile yakınlaştığı dönemde Krupp toplarını ve Mauser tüfeklerini üreten silah firmalarının İstanbul temsilci Mösyö Huber olduğunu okuyoruz. II. Abdülhamid döneminde ordudaki Mauser tüfek sayısının bir milyona yaklaştığı düşünülürse Mösyö Huber’in arkasındaki on binlerce metrekare korusuyla beraber bir yalı sahibi olması pek de şaşırtıcı olmasa gerek. 
 
Boğaziçi’nin Tarih Atlası, Boğaziçi’nin her iki yakasına sıralanmış tarihî ve kültürel mirası incelikle anlatırken zengin bir görsellik de sunuyor. Kitabın bir başka sürprizi ise bugün Boğaziçi’nde olanlar kadar olamayanlara; yani yitip gidenlere, hatta hiç hayata geçmeyen planlara dahi yer vermesi. Su seviyesinden 50 metre kadar yükseklikteki teleferik benzeri bir mekanizmaya asılı kabinlere binecek yolcuları Sarayburnu-Üsküdar arasında taşımayı öngören 1900 tarihli Boğaz Köprüsü planı ya da yine II. Abdülhamid’e sunulan, deniz üzerine cömertçe serpiştirilen camileri bir birine bağlamak yoluyla yapılacak demiryolu köprüsü, günlük dilde Ortaköy Camii diye andığımız Büyük Mecidiye Camii’nin 1894 depreminde hasar görüp kaide seviyesine kadar yıkılan yivli minareleri, yine bugüne ulaşsaydı muhtemelen Avrupa mimarlık tarihi içinde anılacak bir Art Nouveau örneği Nazime Sultan Sahil Sarayı bu örneklerden sadece birkaçı.
 
YENİ ARAYIŞLAR
 
Bir dönemin mimari arayışlarını, sosyolojisini ve insan hikâyelerini zevkle yansıtmakla beraber artık uzaklarda kalmış bir geçmişe ağıt yakan bir kitap da değil bu. Örneğin Deniz Müzesi’nin 2008’de açılan yarışma sonrasında kavuştuğu yeni halini dikkatlere sunuyor. Kesintisiz iç hacmi ile İstanbul’daki müze ve teşhir mekânlarının çıtasını yükselten Deniz Müzesi, Bornovalı’nın sözleriyle “deniz yönündeki cam cephesiyle, teşhir edilen deniz taşıtlarını ait oldukları yere, Boğaziçi’ne engelsizce kavuşturarak, Üsküdar’a doğru bakıp sefere çıkan Osmanlı donanmasını gözümüzde canlandırmamızı sağlıyor. Yine Mimar Ahmet Alataş’ın viraneye dönüşmüş bir ahşap konağı bugünün malzeme ve beklentilerine uygun bir ofis haline getirdiğini görmek şehir meraklılarına bir ferahlık vermiyor değil.