Bilgisizliğin kumaşı, malumatlarla işlenip piyasaya sürülüyor
ABONE OL
Öykü türünün edebiyatımızdaki önemli isimlerinden Hüseyin Su, 18 yıl aranın ardından dördüncü öykü kitabı İçkanama’yı okuyucuyla buluşturdu. Sitemle karışık öyküye hiçbir zaman ara vermediğini ifade eden Su, bundan sonra kitaplarına daha da çok yoğunlaşacağını söylüyor.  
 
l 18 yıl sonra yeni öykü kitabınız ‘İçkanama’ adıyla yayımlandı. Öncelikle şunu sormak istiyorum: Öykü ile aranıza neden bu kadar mesafe koydunuz?
 
Öyküyle arama hiç mesafe koymadım. Zaten bu mümkün de değildi. Sürekli okuyup yazmaya çalıştım. Yeni kitap yayımlamayınca, dergilerde de görünmeyince (üstelik iki dergi yayımlayan birisiniz) böyle sanılması, bugünkü edebiyat-medya ilişkisinin penceresinden bakınca normal... Evet, ne yazık ki normal... En çok öykü okuyanlardan birisi olduğumu söyleyebilirim. Bu çok da iyi bir şey değil benim için. Ustaların, gençlerin yazdıklarını, dünya öyküsünü, öykü dergilerini neredeyse bütünüyle izlemem gerektiği konusunda çok abarttığımı düşünüyorum bazen. Öncelikle bir öykü yazarı, sonra da on yıldan fazla bir öykü dergisi yayımlayan birisi olarak öyküyü izlemem gerektiği için zaten mesafe koyamazdım. Her ay düzenli olarak yeni çıkan öykü kitaplarının çetelesini tutardım. Şimdilerde biraz da seçerek izlemeye çalışıyorum. Kendimin de abartılı gördüğüm bazı kişisel ‘hassasiyetlerim’ var. Bunlar bîzar olduğum hassasiyetlerim. Çoğu zaman yazmak açısından aleyhime işlemiştir bu durum. Kitap yayımlamam konusunda da böyle oldu. Şunları da yayımlayalım, bunları da yayımlayalım... derken kendi kitaplarımı hep erteleyerek yıllar geçti. Sorumluluklarımı devredince kendi kitaplarıma döndüm. Nasip olursa sırada baskıya hazır veya hazırlanan öykü ve diğer kitaplar var.
 
l İçkanama’da modern dünyaya tutunamayan bireyi şu sözlerle tanımlıyorsunuz: “Güçlü değildi, tembeldi, ihtirasın kırıntısı bile yoktu kendisinde...” Modern dünya, insanları ve insan hikâyelerini sizce nasıl dönüştürüyor?
 
İnsanî hasletlerinden kopartarak, uzaklaştırarak dönüştürüyor, kullandığı eşyasıyla eşitliyor onu. Modern insan, giderek sıradan bir ‘canlı’ya dönüşüyor. Kafka’nın kemikleri sızlasın, artık insan uyandığında bile bunun farkına varmıyor. Bugün hayatın her alanında güce, ihtirasla saldırmaya, çatlarcasına çalışmaya âdeta tapılıyor. Böyle insanları herkes gıptayla izliyor, onun yerinde olmak istiyor. Kanaat, artık bir değer olarak hatırlanmıyor bile. Hayatta yaşayacağı kadarına razı olan bir insan görebiliyor musunuz? Güçlü olan zayıf olanı eziyor, büyük balık küçük balığı yutuyor ve böyle olması gerektiği düşünülüyor... Bu yargıyı yadırgayan birini bulabilir misiniz? Saldıran, daha çok saldıran, mütemadiyen saldıran insanlar toplumda ne kadar saygı görüyor değil mi? Bu insan, zamanımızın kahramanı. Bir ekmek parası isteyen insana herkesin verdiği cevap; sen de çalış!.. değil mi? Modern insan, dediğiniz kişilik, artık merhametsiz, bencil, güçlü, paylaşmayan, hep biriktiren, bir başkasının acısına kayıtsız kalan, kapısını, penceresini kapatıp sımsıcak yuvasında huzura kavuşan insan... Gemisini kurtaran kaptan. Kuramsal olarak söylenenler bir yana, kimse kimsenin ‘insan kardeşi’ de ‘din kardeşi’ de değil gerçekte. Asıl olan ‘birey’ olmak. Karun ahlâkı, neredeyse herkes için ardından koşulan bir hayat düzeyi ve değeri... Karun gibi yaşamak, çok önemli bir ‘hayat standardı.’ Şefkat, merhamet, vefa, dostluk, sevgi, saygı gibi erdemler zayıflık belirtisi. Karun müsveddeleri birer idol...
 
l “Nasıl olsa birbirimizi duymuyoruz, herkes kendi sesinin ardından gidiyor. Dayanıksız hayatlarımız ve dayanıksız mantıklarımız var.” ‘Dünyaevinde Ağız Dalaşı’ adlı hikâyenizde insanların başkasını dinlememesinden şikayetçisiniz. Modern dünyanın iç kanamalarından biri de sizce az dinleyip çok konuşmamız mı?
 
Biraz önce konuştuğumuz genel durumun ev hâli bu da. İnsani iletişim dilimizin dokusunun nasıl yara aldığını, kaybolmaya yüz tuttuğunu görüyoruz orada. Giderek konuşamaz hâle geliyoruz. Dilsizleşiyoruz. Sadece sokakta hiç tanımadığımız insanla konuşamıyor değiliz, evde karı koca, anne kız, baba oğul, kardeşle kardeş arasında da aynı durum vaki değil mi?.. Herkes sadece kendi sesine, sesinin yankısına hayran. Kulağımız kendi sesimizden başka birinin sesini duymuyor. Belki en çok sesimizin benzerini duyuyoruz. Bu da bir kulak için ‘duymak’ değil takdir edersiniz ki. Dilimizde ‘İnsanlar konuşa konuşa, hayvanlar koklaşa koklaşa’ diye bir söz vardır biliyorsunuz. Canlı olmanın önemli hususiyetlerine işaret ediyor bu söz. En temelde insan, hakikate ihtiyaç duyma, bunu da bir başka insandan duyma, hatta bir başka insanın bizzat varlığına, sesine, nefesine ihtiyaç duyma hasletini yitirdiğinde, iflâh olmaz bir sağırlığa, duyarsızlığa mahkûm oluyor. Sizin ‘modern insan’ olarak tanımladığınız insanın, modern zamanlarda temel sorunu da bu değil mi? Dilde yaşanılan içkanama ise insanın az dinleyip çok konuşmasından daha fazla, hiç dinlemeyip hep konuşması...
 
l “İyi ki her gün bu gazetelerin zihnimize yığdığı malumatların ağırlığı altında ezmiyordum artık kendimi...” Modern dünyanın en büyük handikaplarından biri de bahsettiğiniz gibi zihnimize yığılan malumatlar... Peki,  ‘Bir tıkla evimize taşınan yeni dünya’ edebiyatı nasıl etkiliyor? 
 
Emeksiz zengin olma, emeksiz şöhret olma, emeksiz yazar, şair olma, akşamdan sabaha her işi emeksiz başarma... Hemen herkes böyle bir hayatın ardından koşuyor maalesef. Biz yazarların olmak istediğimiz yere bir bakın lütfen, 70’li yılların sinema jönlerinin yerinden başka değil... Rol kesiyor çoğumuz. Rol yapmayı hiç kaldırmayan fiilimiz yazıdır hâlbuki. Herkesin, her şeyden haberi var (mış gibi) ama hiçbir şeyi de bilmiyor. Bildiğini vehmediyor ama gerçekten bilmeye ihtiyaç duymuyor. Bilmek ve öğrenmek için harcanan çabayı ifade ederken ‘dirsek çürütmek’ diye bir deyime başvururuz dilimizde. Artık hiçbir alanda, hiç kimsenin ‘dirsek çürütmeye’ zamanı da ihtiyacı da yok. Malumatlarla, kulak kültürüyle her alanda konuşabiliyoruz. Bir Kültür Bakanı, her konuda on beş dakika ukalalık yapabilirim, demişti. Bu cüret, artık her gazete okurunun ve televizyon izleyicisinin elinde ve dilinde var. Düşünce kuruluşlarında, televizyon ekranlarında, gazetelerde ‘analist’lerden geçilmiyor. Bu kadar çok her konuyu bilen insanı olan bir ülkede neden her alanda böylesine büyük bir düzeysizlik yaşanıyor anlaşılır gibi değil. Bir konuyu bilmek, o konuda konuşmak ve yazmak için ‘öğrenmeye’ hiç ihtiyaç hissedilmemesi ilginç değil mi? Yazılı, görsel ve sosyal medya olarak tabir edilen alanlarda, akşamdan sabaha büyük küçük birçok dilsiz, üslûpsuz, düşüncesiz, kültürsüz, birikimsiz, kimliksiz, düzeysiz insanın birden ‘olduğunu’ görüyoruz. Bilgisizliğin, niteliksizliğin, düzeysizliğin, yani cahilliğin kumaşı, malumatlarla işlenip piyasaya sürülüyor. Edebiyatımız da ne yazık ki aynı cingözlülükle malûl...
 
l “Zaten insan her zaman işine geldiği gibi bakıp görmez mi? Bazıları da var ki insanların işlerine gelecek, herkesin beğenisini kazanacak şekilde konuşmayı ve yapmayı pek bir becerir. Trenlerimiz onlar bizim, trene bakar gibi bakarız onlara...” Bu sözler kitabın en etkili cümlelerinden sadece biri. ‘Herkesin beğenisini kazanmak’ âdeta bir hastalık. Özellikle sosyal medya, hastalığın yayılış mecrası. Sizin ifadenizle ‘trenler’in özelliklerini biraz açar mısınız?
 
Sadece sosyal medya mecrasında değil, bugün hayatın her alanında sergilediği böyle bir ‘becerisi’ var insanın maalesef. Aslında tabiatımızda var olan bir şey beğenilmek duygusu. Hiç umurumda bile değil, diyemeyiz. Birçok işimizde önemli ve yararlı bir saik insanların beğenisini kazanma dürtüsü. Tabiatımızda olduğu ve ‘konduğu’ kadarıyla güzel ve önemli bir saik de elbette. Ne ki biz insanlar, çoğu zaman olduğu gibi bu konuda da fıtratı bozabiliyoruz fütursuzca. Yaptığımız işi insanlar için de güzel olabilecek biçimde yapmakla insanlara güzel görünmek için yapmak arasında, niyet ve samimiyet itibariyle çok önemli fark var. Yani, kendimiz olup olmamak konusunda bir seçim yapıyoruz. Bir müraîlik durumu var anlayacağınız. Herkesin beğenisini kazanma becerisinin ardına düşmek, aynı zamanda bir beğeni düzeyi belirtmemek de değil mi?.. Birine, bir yere, bir güce ‘göre’ konuşmak, yazmak ve yapmaktır değil mi?.. Bir değer üretmek değil, yaranmak için bir şey yapmaktır burada asıl olan. Kendi alanımızla ilgili düşünelim; vehmedilen edebiyat iktidarına göre yazmak, bir güç devşirmeyi hesap ederek yazmak... gibi. Böyle durumlarda yazdığımız, söylediğimiz, yaptığımız bizim gerçek düşüncelerimiz değil, karşımızdakinin beğeneceğini, istediğini umduğumuzdur. Bu durumun sayısız örneğini sayabiliriz.
 
l Son sorum: Daha önce duyurduğunuz Entelektüel Öfke adlı kitabınız ne zaman yayımlanacak?
 
‘Eli kulağında’ deyimini kullanmam gerekiyor burada… Evet, bitti sayılır... Son okumalarını yapıyorum. Hatta sizin bu söyleşi sorularınız araya girdi ve bir iki gün ertelendi Entelektüel Öfke’nin yayınevine gideceği gün. Zaten büyük oranda yazılmıştı biliyorsunuz. Ortada bir entelektüel öfke kalmasa da… Son bir iki aydan beri de üzerinde yeniden çalışmam gereken bölümlerini elden geçirdim. Ne yazık ki elimden kolay çıkmaz yazılarım ve kitaplarım. Yazıp gönderen arkadaşlara imrenirim. Umarım bir mani, keder olmazsa Eylül, Ekim aylarında yayımlanır. Biz, her zaman işlerimizin geç kaldığını sanırız ama demek ki vakti saati ‘o’ zamanmış. Her şey kendi zamanında olup bitiyor. Kader, bildiğiniz gibi hiç acele etmiyor; geç de kalmıyor tabiî ki… Hayırlı olur inşaallah...