Bir şair hekimin hatıraları
ABONE OL

Hastalarını ete kemiğe bürünüp de yürüyen paralar olarak değil de gerçek manada insan kardeşi olarak görmesini bilmiş ve hastaları tarafından hep minnet ve şükranla yâd edilmiş ve edilmekte olan Cerrahpaşa’dan emekli Prof. Dr. Hüsrev Hatemi’nin hatıratı, toplumumuzu farklı yönleriyle bilip tanıma bakımından son derece önemli bir eser.

Tıp âleminde olup bitenler, doktorlarımızın bilinmedik yönleri, toplumumuzun nereden nereye geldiği, nasıl savrulduğu, ne yönde geliştiği konusunda okurunu oldukça bilgilendiren, sosyolog ve tarihçi okurlarına da hayli belgeler sunan ve okuyucusunu baştan sona kadar sıkmadan kendisini okutan bir hatırat.

Hatemi hoca kitabına, Tapu Sicil Muhafızının Anıları üst başlığını ve Zerrât-ı Tahattur alt başlığını koymuş. Dergâh Yayınları arasında çıkan eser, bazı meslektaşlarını belki rahatsız edecektir, fakat yazarın kastı, hiç de o bazılarını rahatsız etme ve yerme gayesi gütmüyor. Sadece tespitler yapıyor.

“Benden on beş, on altı yaş büyük bir hoca, odamın önünde bekleyenlerden rahatsız olmuştu. Yıl 1985’ti. Koridorda beni görünce tuhaf bir hareket yaparak bana ‘Kapının önünde Medine dilencileri gibi bir yığın insanı bekletme!’ dedi. Bekleyenler arasında ekonomik düzeyi en kötü olan bir Malatyalı hanım, Hoca’ya şunları söyledi: ‘Gosgoce Hoce! Utanmır, bize dilenci diyor. Senin gapın önünde kimse yoh diye gızdın hele mi?’ Hoca hiçbir şey söylemeden odasına girdi.”

İSTANBUL’UN YAKIN TARİHİNE HATEMİ’YLE YOLCULUK

Şair ve hekim büyüğümüz Hüsrev Hatemi, daha böyle nice yaşanmış fıkralarla örülü öyle bir hatırat kaleme almış ki kimi yerde içinizden ağlamak geliyor, kimi yerde kahkaha atmaktan kendinizi alamıyorsunuz. Kimi yerde de öfkeleniyor ve kendi kendinize bu Hatemi Bey de ne sabırlı adammış diyorsunuz.

Uğradığı ihanetleri, kendisine karşı oynanan Bizans oyunlarını, kaç kere saflığının kurbanı olarak aldatıldığını da ah vah etmeden tam bir safiyetle dile getiriyor.

Kendisiyle dalga geçmesini bilen insan, kendisiyle barışık kimsedir şeklinde veya buna benzer bir söz vardır ya, işte Hüsrev Hoca da onlardan biri, belki de en başta geleni. İyi niyetli oluşundan dolayı sık sık tongaya düşürülüşünü, sanki incitilen kendisi değilmiş de bir başkasıymış gibi tam bir objektiflikle ve karşısındakilere de veryansın etmeden öyle hoş ve öyle zarif bir ifadelerle anlatıyor ki “Hâzâ İstanbul efendisi!” diyorsunuz.

İstanbul’da doğup büyüme, dolayısıyla tam bir İstanbullu olan Hüsrev Hatemi, çocukluk yıllarından günümüze kadar uzanan İstanbul’un değişim sürecini de şairane bir bakış ve gözlemle dikkatlerimize sunuyor. Komşuluk ilişkileri, piknik yerleri, gündelik hayat, polisiye vakalar, kültür hayatı ve daha pek çok olup biten Tapu Sicil Muhafızının tespit ve değerlendirmeleriyle bir bir aktarılıyor.

SADECE HATIRAT DEĞİL EDEBİYAT AMBARI

Yazarın aşırı tevazuu, dostlarınca dillendirilen onca önemli hizmetini, fedakârlık ve feragatini anlatmasına maalesef mani oluyor. Kemal Alemdaroğlu, Nurettin Sözen gibi pek çok kimseyle yakın arkadaşlık etmiş olan Hüsrev Hoca, bu kitabında insanları üzüp incitmemek için biraz fazla gayret göstermiş gibi de geliyor.

Hüsrev Hatemi’nin edebiyatçılığı, şairliği, hafızasında binlerce beyit ve mısraın bulunuşu, karışındakileri mutlu edecek yerde, herhalde kültürümüzün yerlerde sürünmesi ve sathiliğimizin diz boyu değil insan boyu olmasından olsa gerek, zaman zaman azarlanıp kınanmasına sebep oluyor. Meselâ bir meclise tanıdığı biri geliyor, ona bir kaside beytiyle hoş geldin demek istiyor. Fakat kültürden bînasip o zat asık bir yüzle “Ben Arap değilim! ... Benimle Arapça konuşma!” diyerek paylıyor. Önce şaka ediyor sanıyor. Sonra da okuduğu beytin Arapça değil, Osmanlıca, yani Türkçe olduğunu hatırlatıyor ve “Osmanlıca ile ilgim yok. Cumhuriyet devrindeyiz!” karşılığını alıyor.

Bir toplantıda Yahya Kemal’den şiirler okurken susturuluyor ve kendisine şu sözlerle çıkışılıyor: “Sayın Hatemi! Biz Yahya Kemal’i yenilik şairi olarak severiz. Akşam akşam nereden buldunuz bu Osmanlıca şiirlerini!”

Gerek Batı’nın, gerekse Rusya’nın kültür dünyasını çok iyi bildiği için yazar, oralardan da örnekler vererek, eser boyunca, bu tür nâdanlıklara sık sık dikkat çekiyor ve geçmişi inkâr ve reddin proflar düzeyinde bu şekilde ortaya çıkmasına hep içi sızlayarak şahit oluyor.

Bu kitap sadece bir hatırat değil, aynı zamanda bir fikir, kültür, sanat ve edebiyat ambarı.

HAYATI MISRALARDAN OKUMAK…

Eserde belki de hiçbir yerde bulamayacağımız sûfîlerin görüşlerini bilimle birleştiren enfes bilgiler de bulunuyor. Nitekim eserin 241. sayfada bir laboratuvar deneyini anlattıktan sonra şöyle diyor: “Tyndall fenomenini iyi anlayınca birden bire Mevlâna’yı da, Taşlıcalı Yahya Bey’i de, Esrar Dede’yi de yanlış anladığımın farkına vardım. Mevlâna’da ve özellikle Taşlıcalı Yahya, Hayâli Bey ve Esrar Dede’de gördüğüm “Tanrı nuru” ve zerrelerin (kulların) varlığının tezahürüne sebep olması benzetmesini bu yıla kadar önemsiz bir teşbih gibi görerek hızlı geçiyordum…”

Bu eserin öncelikle tıp doktorlarının ve tıp öğrencilerinin, yakın dönem tarihçilerinin ve sosyologların, edebiyatçıların ve de gönül ehli herkesin okumasını yürekten dilerim.

Televizyon reklamlarıyla habire tüketmeye, sırf kendini ve kendi lüksünü düşünmeye teşvik ve tahrik edilen insanımızın, yoksullara sırt döner gibi olduğu şu günlerde Prof. Dr. Hüsrev Hatemi’nin bu kitabında yankılandırdığı nice mısralar eminiz çok kişinin yüreğini dağlayacaktır.

Hüsrev Hatemi’nin eseri, okuyucusunu yakın geçmişin tablolarını sergileyen, şiirle bezenen, insan ilişkileriyle şekillenen, İstanbul’un tabiatıyla bütünleşen, gezi notlarıyla zenginleşen bir şölene davet ediyor. O şölenden Celali Baba’nın, iki asır önce, genç yaşta kaybettiği eşine yazdığı o uzun ve iç yakıcı ağıttan (ki hepsini bu kitaptan okumak gerek) işte birkaç satır: “Sen daha süt çocuğu iken yetim kalmıştın. Gençlik çağında gam ile kardeştin. Evliliğimizde bir çocuk sahibi olamadık. Bu gönül yarasını da beraber götür!”

Tapu Sicil Muhafızının Anıları

Prof. Hüsrev Hatemi

Dergah Yayınları