Cleveland  sokaklarından Timbuktu camilerine
ABONE OL
İnsan kendisini okuduğu kitabın sayfaları arasında bulunca anlatı da akıp gidiyor haliyle. Şekûr’un romanına bu tadı katan şey belki de aslında hikâyenin bir nevi “kendini arama” serüveni olmasıdır diyebiliriz. Amerika’da dünyaya gelen Afrika kökenli kahramanımız Carlos’un buluğ çağına girmesiyle başlayan bu sürükleyici serüven Afro-Amerikalıların örf ve adetlerine özgü birbirinden enteresan seremonilerden geçerken atalarının acı-tatlı sosyal kültürüyle tanışan Carlos da rengârenk bir hayat yolculuğuna çıkıyor. Okuyucular olarak biz de romanın en merkezi dinamiklerinden biri olan Capo-Kung sporuyla bu noktada karşılaşıyoruz. Yarı dans, yarı dövüş sanatını andıran Capo-Kung’un, zamanında kavga etmesi yasak olan siyahi köleler tarafından dans edermiş gibi yaparak geliştirdikleri bir dövüş sporu olduğuna dair öğrendiğimiz buruk detay romanı şaşırtıcı kılan sayısız özelliğe iyi bir örnek olabilir. Kurgunun Cleveland sokaklarıyla sınırlı kalmayıp Vietnam Savaşı’na ve hatta Timbuktu camilerine de uzanması ise yine birçok sürprizin kapısını aralayan unsurlardan.

Hikayeye müzik yön veriyor

Tabii siyahi kültürden bahsedip müziği es geçmek mümkün mü? Caz müziği tüm hikâye boyunca tıpkı romanın baş karakterlerinden melek sesli Kamara Rivers’ın soyadı misali nehirler gibi çağlıyor. Romanın kötü adamı Blue Joe’ya kadar bile neredeyse tüm karakterlerin müziğe aşk ile bağlı olması cazın bu kültürde ne kadar hayati bir öneme sahip olduğunun en doğal kanıtı. Adeta hikâyeye yön veriyor müzik. Aralara serpiştirilen duygu dolu şarkı sözlerini okurken birçok kere ister istemez kendinizi 60’lar Amerika’sının ünlü müzik kulüplerinden birinde ayağınızı yere vurarak müziğe tempo tutarken bulmanız işten değil. Velhasıl fonda Etta James’ler, John Coltrane’ler çalarken insanın da iyice içine işliyor kitabın atmosferi.

Kaldı ki Carlos’la Kamara’nın aşkı da fonda en sevdikleri şarkı çalarken alevleniyor. Daha bisiklet süren çocuklarken aşkın gül yapraklarıyla bezeli yollarına bir bakışta dalıveren bu iki sevgili; ayrılıkları, oyunları ve mektuplarıyla koca bir ömre yayılan epik bir sevdaya dönüştürüyorlar romanı. Gül yapraklarının özel bir yeri var onların hikâyesinde. Ta ilk bakıştan, kalan son güle kadar hayatın gerçekleriyle savrulup giden ömürlerinin her bir safhasına bir gül yaprağı düşüveriyor. Dan Amca ise romanın iyileştirici gücü, fantastik tadı, baş ustası, kısacası en iyi yardımcı erkek oyuncusu… Kitabın yazarı Muhyiddin Şekûr’un da tıpkı Dan Amca gibi iyileştirici bir güce sahip olduğunu söyleyerek bitirelim…