27 Mayıs 2013’de Taksim Yayalaştırma Projesi kapsamındaki düzenlemelerin protesto edilmesi ile başlayıp gelişen; iki ay boyunca neredeyse her gün Türkiye’nin ve dünyanın gündemi olan Gezi Olayları kitaplaştı. Bu konuda büyük bir hızla basılan ve çoğu ‘hamasî’ duygularla yazılmış kitaplardan farklı bir bakış açısıyla kaleme alınan Dünyayı Durduran 60 Gün’de Cemil Ertem ve Markar Eseyan olayları siyasi ve ekonomik açıdan analiz ediyor. Etkileşim Yayınları’ndan çıkan kitap, Gezi Parkı Olayları’nı anlamak, yorumlamak, büyük ve küçük resimden bakmak konusunda sadece okura değil, basına, siyasi aktörlere de rehber olacak bir çalışma. Kitabın yazarlarından Markar Esayan ve Cemil Ertem’e kitabı ve Gezi sürecini konuştuk…
Kitapta yaptığınız 'Koordineli olmayan bir çoğulcu hareket' kavramı, Gezi için doğru tanım mıydı?
Gezi krizi çok katmanlı bir fenomen. Türkiye siyasi hayatı ne kadar kompleks ise o kadar karmaşık. Dolayısıyla nasıl bir sonuç isterseniz, o cevabı çıkarabileceğiniz bir çeşitlilik içeriyor. Hükümet bu krizi iyi yönetemedi ve bunu kabul ediyor. Olayı karmaşık ve zor hale getiren de yanlış yönetim ve polis müdahalesinden kaynaklanan demokratik bir meşruiyetin ilk başta oluşmuş olmasıydı. Hükümet 10.5 yıldır ilk defa ahlaki üstünlüğü Gezi’nin ilk bölümünde yitirdi. Sonra gelişen olaylar ve eklenen diğer katmanlar o demokratik meşruiyetin arkasına gizlendi. Ama sadece liderin üslubu nedeniyle dünyada bir devrim olmamıştır. Bu işin palyatif kısmı. Aslolarak, Gezi, 10.5 yıldır Türkiye’de yaşanan devrime verilen sınıfsal tepkidir. Buradaki rasyonalite eksikliğini espri ve gençlerin enerjisi ile kamufle etmeye çalıştılar. Muhalefet bu stresi sürekli arttırmaya yönelik bir antisiyaset izledi. Kucaklayabileceği kesimleri etkili siyasetle rahatlatmak yerine, travmaları arttıran bir zayıflık sergiledi. Ulusalcı, Kemalist veya totaliter seküler kesimlerde ve özellikle kentli kadınları merkezine alan bir depresyonun akut hale geldiği bir sınıfsal patlama yaşandı. Mütedeyyinler sürekli olarak güvenlerini arttırırken, ulusalcı-laikler imtiyaz kaybına uğradı.
Bir de Erdoğan’ın hedef alındığı bir iktidar savaşı var tepede. Bu toplumsal hareketlenme benzersiz bir fırsat sundu siyaset mühendisliği için. Erdoğan karşıtlığı şemsiyesi altında birleşerek güç birliği yapıldı ve çok etkili bir operasyon gerçekleştirildi. Bu güçlü etkinin nedeni, algı ve toplum mühendisliği araçlarına içte ve dışta sahip olmalarıydı. Gezi krizinin çıkışı planlanmış bir darbe değildi. Orada toplanan gençlere darbeci demek büyük haksızlık olur. Ancak bu fırsatı kullanmak için hazır bekleyen kesimler vardı ve bunu yaptılar. Erdoğan’ı düşürerek, içi boşaltılmış, dişleri sökülmüş bir AK Parti ile yola devam etmek istediler ve açıkçası neredeyse başarıyorlardı da. Ama bu ne olursa olsun vesayet olurdu.
Kürtler bu süreci erken okuyarak basiretli mi davrandı?
Burada yine kilit rolü Abdullah Öcalan oynadı. Öcalan ön almasaydı Kürtler farklı davranabilirdi. Öcalan bu olayın katmanlarını doğru değerlendirdi. Bizim gibi, polis şiddeti ve orantısız gaz kullanımını, demokratik protesto hakkını kullanan gençler ile bunun arkasına gizlenerek siyaset mühendisliği yapanları birbirinden isabetle ayırdı. Gezi Erdoğan’a bir darbeye dönüştürüldü ve Öcalan partnerini bu hassas anında terk etmedi. Asıl hedefin çözüm süreci, Erdoğan ve dolayısıyla kendisi olduğunu gördü.
'Türkiye'de fabrika ayarı hâlâ çoğu yapı için vesayetçi-elitist otoriterliktir.' diyorsunuz kitapta. Peki konvansiyonel medya ilk günlerde Gezi'ye neden bu kadar mesafe koydu? Yeni medya burada nasıl bir imtihan verdi?
Türkiye’de yeni medya diye bir şey yok. Gezi’ye mesafe filan da koymadı. Sadece Erdoğan’ın ne kadar sarsılıp sarsılmayacağını görmek için beklediler. Erdoğan yalpalasaydı, hepsi şahin kesilirdi. Erdoğan riski partisinden önce gördü ve zayıf davranmayarak mücadele kararı aldı. Bu partisindeki aklı karışıkları da tahkim etti. Yalpalayanlar toparlandı. Burada Yalçın Akdoğan gibi danışmanların yüksek kalitesi kritik rol oynadı. “Erdoğan’ı yedirmeyiz” kampanyası kırılma noktasıdır. Bu nedenle Akdoğan gibi isimlere kampanya başlatıldı. Oysa Erdoğan’ın tek desteği tabanıydı ve taban bu kampanya sayesinde zamanında mesajı aldı ve mitingler durumu dengeledi. Erdoğan o mitingleri düzenlemeseydi, siyasi zemin kırılacak, kaosla birlikte yüklenmenin dozu artacaktı. Erdoğan kriz başlarken ne kadar hatalı davrandıysa, krizden sonra o nisbette doğru adımlar attı. Kararsız davransaydı, şu an emekliydi. Biz de vesayetle yönetilen bir ülke olmuştuk.
Kaldı ki, merkez medya müthiş ataktı. Erdoğan’ın medyanın yüzde doksanına hakim olduğu balonu patladı. Büyük ve çok başarılı bir operasyon yaptılar. Merkez medya yılların darbe geleneğine sahip. Erbakan’ı düşürmelerinden şunun şurasında 15 yıl geçti daha. Ertuğrul Özkök gibileri değil sadece, saygın liberal aydınlar Kürtleri sokağa çıkarmak için çağrılar yaptılar. Özgürlükçü medya iddiasındaki internet siteleri sürekli olarak Erdoğan’a karakter suikastı yaptı. Diktatörlük ve faşizm elbisesini Erdoğan’a giydirerek hem dünyada hem de içeride onu yalnızlaştırmaya çalıştılar. Açıkçası, sürecin başında ben tabloyu gördüğümde ve operasyonun büyüklüğünü anladığımda, “Erdoğan gitti” diye düşündüm. O nedenle bloğumda arka arkaya yazılar yazmaya başladım. Bir avuç arkadaşımla sosyal medyada dengeyi sağladık. Bedeli ne olursa olsun, bunu demokratik bir sorumluluk olarak düşündüm. Yoksa kendimi hiç affetmezdim.