Son sahaf gezimizin birinde aldığımız Eski harfli Türkçe kitaplardan ikisinin baskı tarihi 1928’ti. Bunlardan biri Mustafa Şekib’in Terakki Fikri (İstanbul: Amedî Matbaası, 1928), diğeri de Halk Bilgisi Mecmuası (1.Cild, İstanbul: İktisad Matbaası, 1928) idi.
Harf İnkılâbı’nı 1928’te tenkit etmek biraz da idam sehpasını göze almak demekti. Zaten kimse de böyle bir “kabadayılığa” ictisar (cesaret) etmemişti. Harf İnkılâbı’nın bize göre en acı neticesi, birçok ailenin ellerinde, sandıklarında, kütüphanelerinde bulunan ve çoğu hazine kıymetindeki yazmaların, eserlerin, belgelerin korku ya da sair sebeplerle çöpe atılmasıydı. Bir de artık gençler eski eserleri orijinal haliyle anlayamıyorlar. Ara sıra biz de sahaf yazılarımızdaki bazı kelimelerin anlaşılmadığı tenkidine muhatap oluyor ve ne yapacağımızı şaşırıyoruz. İmzalı kitaplardan, sahaflarda bulduğumuz notlardan anlıyoruz ki o dönem Latin harflerinin müdafaasını yapan birçok isim numara çekiyor, inanmadığı bir şeyi söylüyormuş… Arap harflerinin terakkiye ve okuma-yazmaya mani olduğunu iddia eden, söyleyen birçok insan harf inkılâbından sonra da eski yazıyla yazmaya devam etmiş… Ne yapalım kendi çocukları, torunları o notları sahaflara sattı da bizler de duruma muttali olduk; yoksa çoğunun foyası açığa çıkmayacaktı… Benzer bir duruma musikî yasağında tesadüf ediyoruz. Peyami Safa Fatih-Harbiye isimli eserinde bunu roman kahramanlarının birinin ağzı ile net şekilde ifade eder. “...Garp’ta Türk Mûsikîsine karşı, bilhassa bugün verilen ehemmiyet artarken, Türkiye Konservatuarından alaturka mûsikî kısmının kaldırılması çok yanlış bir harekettir. Unutmayalım ki bu kararı verenler ve tatbik edenler, evlerinde ve meclislerinde alaturka mûsikîden başkasını dinlemiyorlar”. Bu konuyu kapamadan önce harf inkılâbının mağduru kıymetli bir isimden ve eserinden bahsetmezsek haksızlık ve ayıp olur. Misak-ı Millî’yi de kaleme alan ve Nutuk’ta Mustafa Kemal tarafından dönemin özelliği gereği olsa haksız şekilde itham edilen Hüseyin Kazım Kadri (Şeyh Muhsin-i Fani) Maarif Vekaleti’nce 1.Cildi 1927, 2.Cildi de 1928’te basılan Büyük Türk Lügatı’nın diğer iki cildinin de Eski harfli Türkçe ile basılması için rica ve istirhamda bulunur ama kulakları sağır olanlar, duymak istemediklerine sağır olanlar bu ricayı duymazlar. Diğer iki cilt yıllar sonra (3. Cilt 1943, 4.Cilt de 1945’te) TDK tarafından Latin harfli olarak yayınlanacaktır.
Malum olduğu üzere Halk Bilgisi Mecmuası Halk Bilgisi Derneği’nin yayınıydı ve müdürlüğünü de Ziyaeddin Fahri (Fındıkoğlu) yapmaktaydı. Fındıkoğlu, bu toprakların gördüğü en velûd yazar ve mütefekkirlerden biriydi. Ancak bizim gayemiz Ziyaeddin Fahri, Halk Bilgisi Mecmuası ve Halk Bilgisi Derneği’nden bahsetmekten ziyade pek hazzetmediğimiz bir şeye, kitabın maddî/obje özelliğine temas etmek…
ŞÜKRÜ KAYA’YA İMZALI HALK BİLGİSİ MECMUASI
Günümüzde artık hemen her kitaba erişim mümkün olabilmektedir. Teknoloji o kadar ilerledi ki geçmişte fotokopisini bulmak için çırpındığımız birçok kitabı bugün pdf formatında kısa sürede temin edebilmekteyiz. Şayet mesele kitaptaki bilgiye erişimse artık maddî imkânsızlık da bir mani olma vasfını kaybetti. Tüm bunlara rağmen “kitapsever” ve “kitaptan okur”ların varlığını muhafaza edeceğini söyleyebiliriz.
Bizim Halk Bilgisi Mecmuası’nı aldıktan sonra dikkatimizi çeken özelliği Şükrü Kaya’ya imzalı oluşuydu. Merkumun dönemin mühim ve etkili bir yetkilisi olması hasebiyle kendisine hürmetkâr bir üslup ve lisanla imzalan bu kitaptaki imzanın kime ait olduğunu şimdilik tespit edemediysek de imza ağleb-i ihtimal (büyük ihtimal) Fındıkoğlu’na aittir. Ancak görüldüğü üzere imza “dernek” şeklinde atılmıştır.
Kitabın arka sayfalarında iki yerde “Atatürk Devri İçişleri Bakanı Şükrü Kaya Ailesi” kaşesi mevcuttur. Bunun haricinde kitabın kime, nereye bağışlandığına işaret eden herhangi bir bilgiye tesadüf edilmiyor.
Bu kitap hangi kütüphaneden çıktı bilmiyoruz ama devlet kurumlarına bağışlanan kitapların kahir ekseriyeti bugün muhtemelen artık kâğıt olarak da varlık âleminde değillerdir. Birkaç sene evvel bir kurumun kayıtlardan zalimce düşürdüğü kitapları görmüştük. Yürek dayanır gibi değildi. Baştan 10-15 sayfası yırtılmış, sonra da hurdacılara verilmiş, onlardan da bazı sahaf ve kitapçılara düşmüştü. Kitapla alakalı hemen herkesin hangi kurumun işi olduğunu bildiği bu facia İnşallah bir daha yaşanmaz… Ne yazık ki bu facianın resmî işlemler neticesi vuku bulması fecaatin ağırlığını tezyid ediyordu.
Niyetimiz Şükrü Kaya hakkında da bilgi vermek de olmadığından hayatı ve vazifeleri hakkında detaya girmeden kısaca şunu söyleyebiliriz. Şükrü Kaya’nın inancı, düşüncesi, politikaları, tercihi hepsi bir yana bırakıldığında onun Atatürk Dönemi İçişleri Bakanı olarak tanınması ülkemizdeki tarihe yaklaşım tarzının garabetine işaret eder. Hâlbuki Şükrü Kaya, tarih ilmi/bilgisi bakımından İTC devrindeki Aşair ve Muhacirin Umum Müdürlüğü ile bir anlam ifade eder. Tek-Parti döneminde İçişleri Bakanlığı’nda neler yapmışsa aynı şeyleri yapmaya teşne yüzlerce isim vardı. Şükrü Kaya, sadece Cumhuriyet dönemindeki menfî hususiyetiyle akıllarda kalan biri olmamalıdır. Onun bir bakla özelliği de, doğdukları yerler kaybedilmiş bir neslin mensubu olmasıydı…