Kendi ışığına karşı yürüyenler
ABONE OL

Bir romanı ya da öykü kitabını neden okuruz? Entelektüel birikimin ve sosyal çevre oluşturman için gerekli tüm kitapların konu-kurgu-biçimi içeren kitap özetleri internette varken, neden günlerini 2 bin sayfalık Tolstoy’un Savaş ve Barış’ını okumak için harcarsın? Bu soruya vereceğin yanıt, aynı zamanda hayatını nasıl sürdürdüğüne ilişkin bir cevabı da barındırır. Ki biraz dikkatli düşünürsen, nasıl bir hayatın olduğuna dair göz kamaştıran bir aydınlanmayı yaşaman da işten değil. Tabii çoğu insan bulunduğu karanlığı, ışıl ışıl bir ortama tercih eder. Çünkü aydınlanmanın ışığı güneşin ya da lambalarınkinden farklı olarak gölge vermez; insanın içinden geçerken, onu saydamlaştırır.

İnsan, yapayalnız olduğu için edebiyata bulaşır. Berbat bir çocukluk, ondan da kötü bir gençlik geçirmişse yazmaya başlar. Hayat ona daha adil davranmışsa yani intihar etmeyi gerektirmeyecek bir alt seviye fena bir yaşamı olmuşsa, o zaman okur olur.. Ama eninde sonunda edebiyatı yalnız kalmamak için bir uğraş haline getirir. Çünkü kitapların insanın içine seslenen ve işleyen çok davudi bir sesi olsa da, yalnız kalmamak için giriştiğin bu uğraş, bir müddet sonra almazsan seni krize sokacak ve alırsan da öldürecek bir ilaca dönüşür. Yani dozunu senin belirleyeceğin bir farmakolojik denklemin çok bilinmeyeni hanesine senin adın yazılır, sonuca varmak için de yapman gereken modern Japon edebiyatında Kenzaburo Oe’nin mi yoksa Yukio Mişima’nın mı daha Batılı bir yazar olduğunu beş saniye içinde ifade etmekten geçer. Bu tür bir sıfırdan 100 kilometreye çıkma hızına da sahipsen, enikonu direksiyonu bıraktığın anda, mesela hayatına beklenmeyen darbeler alıp da bunların normalden fazla acıyla buluşturduğunda, kaza yapman da kaçınılmaz olur. Böyle bir durumda da yazdığın makale hiçbir zaman ‘Neden edebiyat okursun’ sorusuna hemen herkes için geçerli yanıtlar içermez. Sadece ve sadece kişisel cevaplarla daha doğrusu hüzünlerle dolu bir ‘hiç kimseye mektup’ yazmış olursun ki, bunun da edebiyattaki yeri en son okunacaklar rafının ‘sakın açmayın’ etiketi altında sergilenir. Fakat satılmaz. Başkalarının dertlerini kendini hiç düşünmeden sahiplenmek ya bildiğin enayilerin yahut az bulunan kalp sahiplerinin eylemi olur ki, ikisinin de son hız bir spor otomobille kayaya toslamaktan farkı yok.  Gördün mü edebiyata dair tüm tuzaklar aynı zamanda insanın aklının başında olmadığı vakitler uğradığı kazalarla aynı acı eşiğine sahip. Demek ki sanat dalları arasında hayata en yakın olanı yazmaya ve okumaya ilişkin eylemlerden oluşuyor. O zaman ‘Neden edebiyat okursun’ sorusuna da pek ala yanıt verebilirsin.

BEN DÜNYA VATANDAŞIYIM

Günümüzden 500 yıl önce Fransa’da yaşayan ve ölüm korkusu nedeniyle 30’lu yaşlarının başında denemeler yazmaya başlayan Montaigne, bu imgeyle okurlarını sadece ebedileşmek isteyen bir yazarın masum düşüncelerini okuduğu şeklinde kandırıyordu. Gerçekte ise, bir tüccar olan baba Montaigne, oğlu Montaigne’nin Fransa tahtı veliahdının dahi almadığı müthiş bir eğitimle donanmasını istemiş... Bu uğurda o dönem ciddi bir serveti oğluna Latince, İtalyanca, İngilizce öğreten hocaların yoluna sermiş... Oğluna dünyanın dört bir yanından filozofların orijinal dillerindeki kitaplarını getirmiş... Bununla da yetinmeyip kendi veliahdına hayatı boyunca çalışmadan yaşayabileceği denli hatırı sayılır bir servet bırakmış. Bugünün modern dünyasında baba Montaigne’in çabasını orta halli ya da iyi gelir sahipleri kurs adı altında çocuklarına pek çok meziyeti kazandırmak için gerçekleştirip, büyük bir ekonomi oluşturmuyor mu? Sonuç; çocuklar hayatları boyunca işlerine pek yaramayacak binicilik, piyano gibi uğraşlardan arta kalan entelektüel birikimlerini anne baba olduklarında, zor hayat şartlarına karşı ayakta durabilmek için unutma sandığına kilitliyorlar. Yine de dünya tarihi bu pahalı uğraşın sadece Montaigne üzerinde etkili olduğunu yazıyor. Bunca çaba ve birikimden sonra Montaigne, Avrupa hiçbir hijyen kuralı hayatın akışına dahil edilmediğinden veba salgınlarıyla kırılır, sağ kalanlar da birbirlerini Katolik ve Ortodoks olma gerekçesiyle kılıçtan geçirirken ‘Ben dünya vatandaşıyım’ diyebilecek düşünsel zirveye ulaşmıştı. Aynı zamanda ‘Hiç gitmeyeceğim Hindistan’ın küçücük bir kasabası bana yasaklansa, kendimi rahatsız hissederim’ diyerek özgürlüğün tanımını yapmıştı. Ve tüm bunları orijinal dilinden felsefi metinler okuyarak düşünmüştü. Montaigne öldükten iki yüz yıl sonra Cervantes ile roman sanatı Don Kişot ismiyle ilk örneğini vermiş, ta ki 19’uncu yüz yıla kadar rafta bekleyip sonra edebiyatın kurucu babalarıyla dünyayı şekillendirmeye başlamıştı.

NEDEN OKUYORSUN?

Düşünsene bir, bugün doğan bir çocuğun entelektüel gelişimi için Platon okuması değil Dostoyevski okuması gerekiyor. Suç ve Ceza’nın atmosferi kişinin ruhunu Sokrates’in Savunması’ndan daha çok şekillendiriyor. Ya da şekillendirmiyor mu? Eni konu okula gitmiş ve medyayı biraz izleyen biri Raskolnikov’un kim olduğunu bir balta keskinliğiyle bilir. Bunun için 700 sayfayı hatmetmesine gerek yok. Hele ki, vakit kazanmak için icat edilmiş ama bir kara delik gibi insanın zamanını emen teknolojik aletlerle donatılmış dünya en az bulunan ve yanlış harcanan şey vakitken... Kimse hakkını vererek bir romanı başından sonuna okumak niyetinde değil... Gerçek okurlar yok mu? Pekala her yeni çıkanı klasiklerle harmanlayarak okuyan ve edebi dünyasını geliştiren pek çok okur var. Ama onlar düpedüz yalnızlar. Ve yalnızlıktan korktukları, artık okumayı da terk edilemez bir alışkanlığa dönüştürdüğü için okuyorlar. Ama ne yazık ki, okurluk denilen araştırmaya sayısal olarak dahil ediliyorlar. Ben, edebiyat okur musun diye sorarken günlük hayat uğraşı içinde ister şehirde ister taşrada olsun, zamanını bir edebi karakter üzerinden hayatı anlamak için uğraşmaya ayırabilecek kişiye soruyorum. Bir romanı ya da öykü kitabını neden okuruz? Sahi sen neden okursun. Işığa doğru ilerle, kendini göreceksin...