Kırk bir kere  'İstanbul' demek !
ABONE OL
Kırk Bir Kere İstanbul, şehirli bir ‘ilk-im’. Adından da anlaşılacağı üzere, bir İstanbul kitabı Rahşan Tekşen’inki. 1977’de İstanbul’da doğan yazarın denemeleri daha önce Kitap-Haber, Gri, Gezgin, Vuslat ve Karabatak dergilerinde yayınlanmış.
Tekşen, A. Ali Ural’ın rahle-i tedrisinden geçmiş bir isim. Zaten Kırk Bir Bere İstanbul kitabı da Ural’a ithaf edilmiş. ‘Kurumaya yüz tuttuğu zamanlarda bile ağacından ümidini kesmeyen hocama’ denilerek. “İlk meyveyi sunabilmenin sevinciyle…” Şule Yayınları’ndan.

‘İSTANBUL’ DİYE DİYE…
Zor bir işe kalkışmış yazar; öykü veya romanla değil denemelerle anlatmış İstanbul’u. Deneme türünde yazması, aslında bir yandan daha özgür kılmış onu. Kitabı anekdotlarla zenginleştirme ve –hatta- ona çeşitli görseller ekleme imkânı sağlamış. Hem daldan dala sıçrayabilme hem de kendi konseptini oluşturabilme şansını yakalamış böylelikle. Bu durum, deneme yazarının ‘kolaylık’ sanılan zorluğudur aynı zamanda.

Akademik ya da estetik kaygıya düşmeden yazar yazacağını yazar denemesinde. Samimidir. Sıcaktır. Teklifsizdir. Rahmetli Miyasoğlu’nun tabiriyle “seyyal yazıların genel adıdır bir bakıma” deneme. Kırk Bir Kere İstanbul’daki metinlerin dili, zaman zaman öyküleyici bir hale bürünse de bildiğimiz ‘deneme’ tarzında. Sayfalar arasına serpiştirilen fotoğraflar/ görseller ise kitaba ayrı bir hava katmış.

Kelimeleriyle zamanın ruhunu aktarırken çok özenmiş yazar belli ki. İşte bu yüzden, (İstanbul’un bir kez olsun içinden geçenler için bile) okunulan tüm bu satırlar karşılığını bulacaktır zihinde: “İstanbul’un kalp atışlarını gösteriyordu Boğaziçi Köprüsü’ne dizilen ışıklar. Deniz, ipek mendil gibi titremese rüzgârdan, bir ölünün yüzünü açmaktan farksızdı Galata Kulesi’nden İstanbul’u seyretmek. Saray, yeşil kaftanını giymiş, beldesini terk etmeyen bir sultan gibi dimdik durmasa, bu hissi verecekti şüphesiz.” (Ya Hafız)

İSTANBUL’UN ‘İÇİNDEKİLER’İ
İstanbul’a dair yazılan kitaplar bir umman olmuştur herhâlde. Bu ummana bir katre eklemek midir yazarın amacı bilinmez. Ancak tarihin ajandasına not düşmek amacı olduğu kesin. Çünkü Kırk Bir Kere İstanbul kitabı, mekânlar üzerine kişisel notlardan müteşekkil.

Yazarın, “Mezarlarından kalkmış ruhlar gibi şehrin sokaklarında dolaşıyorlar. Sırtlarında ayna taşları, kurnaları, hâlâ duruyorsa kitabeleri, tuğraları, lüleleri. Kimi büsbütün terke hazırlanıyor şehri kimi direniyor, velinin kerameti gibi.” diye başladığı ilk denemesi Şehrin Gelinleri “Şems-i Can’a...” ithaf edilmiş. “Şehrin gelinleri sebiller. Su yerine süs akıtan sebiller. Su yerine ballı şerbet, süt akıtan sebiller. Bayramların, kandillerin, ramazan gecelerinin gönüllü hizmetlileri.”

Dilin sadeliğinin yanı sıra içtenliği de yansımış esere: “Çeşmeler, yer konuğuydular göklerin. Yağmurlarla akrabaydılar. Haber getirirlerdi dağların diplerinden. Ne zaman durdular? Kim durdurdu onları? Kim kesti bu neşeli çocukların sesini? Kim susturdu o cânım çeşmeleri?”

Kırk Bir Kere İstanbul’da neler var neler: Şehrin Gelinleri’nde Yusuf Paşa Sebili, İki Sahtiyan Arasında ile Atıf Efendi Kütüphanesi, Kapalı Çarşı İçinde Kapalı Rüya Çarşısı’nda Cevahir Bedesten, Diş İçin Kerpetân, Göz İçin Çeşmezân ile Mısır Çarşısı, Bütün Mektuplar İstanbul’dan Geçer’de Büyük Postane, Bir Dîvanı Yüzünden Okumak ile Galata Mevlevihanesi, Püsküllü Bela’da Feshane, Kahve Pîr Kalbime Gir ile Şark Kahvesi...

“DİŞ İÇİN KERPETÂN, GÖZ İÇİN ÇEŞMEZÂN”
İstanbul’un belli başlı mekânlarından dem vururken yazar, ‘geçmiş’te kalan kısmını da ihmal etmemiş. “Açılan her çömlekten, küfeden farklı bir kokunun yayıldığı; her kokunun başka bir derde deva olmak için sahibini aramaya koyulduğu yerdi burası. Bir avuç amber kabuğu almaya gelirdi cenazesi olan. Tütsü olarak yakardı amber kabuğunu ki Rahmet-i Rahman’a güzel kokularla uğurlansın yolcu. Kimi aktarın başına varır; taş döken, kum söken bir ilâç sorardı. Mısır püskülü doldururdu kese kâğıdına aktar. Kaynat, derdi, bir güzel. iç suyunu, bulursun devanı bi-izn’illâh.” Bahsi geçen yer –tahmin etmişsinizdir ya- elbette Mısır Çarşısı’dır.

Kırk Bir Kere İstanbul’un en ilgi çekici yazılarından biri de Hüve’l-Bâkî başlıklı o deneme. Mezarlıklarla ilgili hoş anekdotlar içeriyor: “Yanlışlık yok, der Yahya Kemal, biz ölülerimizle yaşarız. Frenklerin yaptığı gibi ölenler şehrin dışına defnedilmez, mezarlıkların etrafı yüksek duvarlarla örülmez. Bilâkis gözün göreceği, ayağın ulaşacağı yerler seçilir. Hatta mezarlıklarla yetinilmez; camilerin, tekkelerin, medreselerin avlularına hazireler konur. Bu suretle şehrin her yerine dikilir hece taşları.”

Bilhassa kahveseverlerin ilgisini çekecek Kahve Pîr Kalbime Gir adlı denemeyi de es geçmeyelim: “Yüzlerce dükkânın, binlerce müşterinin keyfi için her gün hesabı yapılamayacak kadar çok cezve sürülür ocağa Şark Kahvesi'nde. Gözleri kahvenin tahtında olan garp içeceklerinin de talibi vardır, ancak çifte kavrulmuş lokumla ikram edilen fincanın içindeki o esmer civan, hepsinin pîri, Şark'ın da zemzemidir."

Şimdi, önümde bir fincan kahve ve kulaklarımda -Özer Özel’in sesinden -çaldığı o tambur eşliğinde - “Demedim mi demedim mi.”. Sahi, “Kırk Bir Kere İstanbul” demiştim değil mi?
41 KERE İSTANBUL
RAHŞAN TEKŞEN
ŞULE YAYINLARI

5-6 ARALIK 2013/ 30 ARALIK 13