Kudüs için İbrahim’i beklerken
ABONE OL

Karşısına Kudüs’ü almış ve yazmış Yavuz Ahmet. Kudüs’ü içine çekmiş dokuz hikayeden oluşuyor İbrahim’i Beklerken isimli kitabı. Kitabın kahramanlarının şaşırtıcı biçimde iyi olması dikkat çekiyor. “İyileri anlatmalı, iyiliği yaşatmalıyım” ilkesiyle hareket ediyor yazar çünkü insanlığın etrafına çevrilen beton duvarların ancak kalemle yıkılacağına inanıyor.

Ekim 2018’de okuruyla buluşan ‘İbrahim’i Beklerken (Kudüs Öyküleri)’in oluşum hikâyesini anlatır mısınız? 

Sanırım 2016 yılının Aralık ayıydı. O sıralar Halep’e bir hava saldırısı yapılmış, birçok sivil bu saldırıda hayatını kaybetmişti. Haberlerde, saldırıda hayatını kaybetmiş, Halepli bir çocuğu görmüştüm. Ona ağıt olarak, Katildi Uçurtmalar hikâyesini yazdım. Ardından bende, içinde sadece Orta Doğu coğrafyasının acılarının olduğu bir hikâye kitabı oluşturma düşüncesi uyandı. 2018 Martında Kudüs’e gitme imkânım doğdu. Niyetim, Kudüs gözlemlerim sonucu da birkaç hikâye oluşturmak ve Orta Doğu coğrafyası için düşündüğüm kitabı tamamlamaktı. Fakat Kudüs’ü gördüğüm andan itibaren karşımda, müstakil bir kitaplık şehrin durduğunu anladım. 

Gerçi kısmen bir cevap vermiş oldunuz ama biraz daha özele inecek olursak neden Kudüs? Bir hikâye yazarını yazmaya teşvik edecek neler var Kudüs’te?

Beni, Kudüs Hikâyeleri yazmaya teşvik eden üç farklı sebep söyleyebilirim. Öncelikle Kudüs coğrafyası… Bu coğrafya sanılanın aksine Türk edebiyatında çok az ele alınmış. Mesela Divan Edebiyatında, mazmun değeri taşıyabilecek özel bir ilgi yok. 1970’lerde Sezai Karakoç, Nuri Pakdil, Cahit Zarifoğlu, Erdem Beyazıt gibi isimler Kudüs şiirleri yazmışlar. Fakat bana göre bu şiirler, Kudüs realitesini anlatmak yerine sadece şairlerinin Kudüs hakkındaki duyguları ve temennilerini yansıtmaktan ibaret. Yani, fazlasıyla romantik... Zaten belirli bir çevrenin ilgisi dışına çıkamamışlar. Dolayısıyla Kudüs Hikâyeleri’ni yazmamın birincil amacı Türk edebiyatındaki bu boşluktan doğuyor. Bir diğer sebep, şehrin kozmopolit durumundan kaynaklanıyor. İç içe girmiş dinler, halklar ve diller… Görmesini ve hissetmesini bilen bir yazar için fazlasıyla imkân sunuyor. Kurguyu çok zorlamadan, çatışma kendiliğinden var. Mesela Mardin de kozmopolittir. Öte yandan, geçmişi yüzlerce yıl önceye dayanan uzlaşma kültürü, aynı çatışmayı vermiyor. Üçüncü sebepse bir yazar olarak çağımın meselelerinden uzak duramamam. Belki hayalperest sayılabilecek bir iyimserlikle, acıların yaşandığı coğrafyalara, kendimce bir barış ve uzlaşma tezi ortaya koymayı amaçlamam... Her hikâyenin arka planında, barış için bir öneri sunuyorum aslında. Elbette bunu yaparken didaktik olmaktan kaçınıyorum. Yüz yıl önce ne yaşanmış, kim kime ihanet etmiş, kim kiminle iş birliğine gitmiş; bunlar da beni ilgilendirmiyor. Ben ânın insanına, özelde Kudüs, genelde Filistin insanına bakıyorum. Orada üç farklı dinden insanlar yaşıyor. Ben de Kudüs gerçeğine, Müslüman’ıyla, Yahudi’siyle, Hıristiyan’ıyla yaşayan Kudüs sokaklarının gözünden bakmaya çalışıyorum. Asla sert bir yaklaşım sergilemiyorum. O, siyasîlerin işi. Şayet edebiyat da kaynayan kazanın altına odun ekleyecek olursa beslenebilecek hangi ümit kalır ki barışa dair? Kısaca İbrahim’i Beklerken, biz göremesek bile, bir gün Kudüs’te barışın sağlanacağı hayalini kurmaktır.

Kitabın ilk adı ‘İbrahim’i Beklerken’. Bu adın, kitabın tematik izleğiyle kuvvetli bir ilgisinin olduğu hemen dikkat çekiyor. Bu adlandırma bilinçli bir tercih mi? 

Aslında kitabın adının ortaya çıkışında, küçük oğlumun bir türlü parka gelmeyen İbrahim adındaki arkadaşının katkısı büyük. Fakat genel anlamda, evet, bugün ben de İbrahim’i Beklerken adında yığınla güzel anlamlar bulabiliyorum. Gerçekten başarılı bir tevriye örneği. Ve gerçekten de günümüz Kudüs’ünün ve benzer başka coğrafyaların; putlaşmış ön yargıları, siyasî kutuplaşmaları yıkması için çağdaş İbrahimlere ihtiyacı var. Öte yandan bu isim, daha doğrusu “İbrahim’i Beklerken” hikâyesi, özel bir sebeple ortaya çıktı. 

Çocukluk olgusu, kitap boyunca sanki saflığın ve barışın sembolü olarak ortaya çıkıyor. Kudüs ile ‘çocuk’, ‘ana’ arasında barış bağlamlı bir ilgi ortaya çıkıyor. Neden böyle, anlatır mısınız?

Bu benim genel eğilimimdir. Çocuklar zaten masumdur ve dünyayı şayet yaşanılır hâline geri döndüreceksek, bunun yolu, çocukluk masumiyetimizi hatırlamamız ve uygulamaya koymamızdan geçer. Kadınlarsa maalesef, yüzyıllar boyunca atıl bir zekâ gücü olarak bırakılmış. Kültürlerin, dinlerin, yönetimlerin baskısıyla eve hapsedilmişler. Oysa kadınlar hayata erkeklerden önde başlar. Yürümeyi, konuşmayı daha erken öğrenirler. Küçük yaşlarda sorumluluk üstlenebilirler. Fakat biz, bu zekâyı hayata tam manasıyla uygulayamıyoruz. Erkeklerin kurduğu bir dünyaya mecbur kalıyoruz. Günümüzde artık büyük mesafeler aşmış kadın zekâsı, bundan bin yıl önce de mühendisler, yazarlar, doktorlar çıkarabilme olanağı bulsalardı, muhtemelen günümüzün o biçimsiz apartmanlarına, tek tip yol ve kaldırımlarına mecbur kalmayacaktık. Bana göre Kudüs de ancak güçlü Kudüslü kadınlar sayesinde barışa kavuşabilecek. Feminist değilim ama insanlık tarihindeki savaşları erkeklerin çıkardığını gayet iyi biliyorum. Bu anlamda Kudüs’e anne diyemem. Çünkü birçok savaşın doğrudan sebebi Kudüs’ün kendisi olmuş. Onun yerine Kudüs, ne zaman ki gerçek bir anne olur, barış da o zaman sağlanır diyorum. Zira anneler evlatlarını; dinlerine, ırklarına, renklerine göre ayırmaz. Hepsini aynı sofranın etrafına oturtup aynı zenginlikle sever.

Okur, hikâye kahramanlarınızı –neredeyse tamamını-, bir başka kahramanınızın gözünden tanıyor: Birinin bir başkasını içselleştirmesine göre biz, hem bakılanı hem de bakanı; hem anlatanı hem de anlatılanı tanıyoruz. Neden böyle bir karakter oluşturma yöntemi kullandınız?

Bu, bilinçli bir seçimdir. Ben modernistlerin ortaya koyduğu metinlere mesafeliyimdir. Özellikle bireyin iç dünyasına yönelmelerini, bir günah itirafına benzeyen hikâyelerini daha önce de eleştirdiğim olmuştur. Fakat bu eleştirim daha çok konu seçimi ve uygulanan teknikle ilgilidir. Yoksa yazarın, metinle okurun arasından çekilmesi ve nesnel karakter tahlili arayışlarına büyük oranda katılırım. O yüzden zaten, İbrahim’i Beklerken’de yazar kimliğimle araya girdiğim kısımları yıldızlar koyarak metinden ayırdım. Bir karakteri başka bir karakterin gözünden anlatmak gibi bir teknik uygulamam, bir anlamda modernistlerin önerilerinin uygulanırlığına farklı bir öneri getirme gayretidir. Her ne kadar kitapta yer alan “Reşad’ın Oğlu” hikâyesinde ben de kısmen uygulamış olsam bile; bilinç akışı, iç monolog, iç diyalog gibi teknikler dışında da nesnel olunabileceğini söylemek istiyorum. Bir karakteri, başka bir karakterin gözünden anlatarak da yazar aradan çekilmiş; karakterlerin aktarımı, anlatıcı açısından nesnellik kazanmış olur demek istiyorum. 

Detaylı bakış biçimi, öykü mekânlarınız için de geçerli. Mekânla ilgili ayrıntılar sizin için neden bu denli önemli? 

Zaman bahsinde de söylediğim gibi, olayın geçeceği mekânın ayrıntılarını önceden oluşturuyorum. Hikâyenin ana unsuru olan olay, önceden nitelikleri belirlenmiş karakterler, zaman, mekân gömleğini giyiyorlar aslında. Ben Kudüs gezisi sırasında sadece hikâye yazmaya odaklandım diyebilirim. Üç günlük bir geziydi ve üç gün boyunca, gittiğim yerlere dair ayrıntıları hafızama yazdım. Bilerek not tutmadım. Çünkü okur, hikâyeleri okurken, yazılı notlara dayalı bir hafızaya değil yazarın hafızasına dayalı bir metne daha kolay dâhil olur. Bilgiye kurgu eklemek değildir asıl olan. Kurguya bilgiyi yedirebilmektir. Bir de Kudüs özelinde, ben önceden kurguladığım olaylara bir mekân aramadım. Karşımdaki mekândan yola çıkarak hikâyeyi oluşturdum. Mesela Zeytin Dağı’nda, acaba bir Yahudi buradan bakarken ne düşünür; onu sordum kendime. “Bir Şikkel!” hikâyesi de böylece ortaya çıkmış oldu. Mesela Kutsal Kabir Kilisesi’nden, gerçekten de bir Hıristiyan buradan nasıl çıkmalı; onu düşünerek çıktım. 

Hikâye kahramanlarınızın en kötüsü, “Arif’in Mısır”ındaki acemi dişçi Simon. Neden böyle, dünya hep böyle iyi insanlarla mı dolu? Kötüler yok mu bu dünyada?

Bu noktada kalemime kendimce bir sorumluluk yüklüyorum. Kötüleri anlatarak, üslubumu kendine yakın bulmuş okurların sevgisini kazanmak dışında neyi elde edebilirim ki? Çocuklarıma güzel bir yarın bırakmak istiyorsam şayet, iyileri anlatmalı, iyiliği yaşatmalıyım. Bir de şu var. Çevremde gördüğüm, illa sevdiğim insanları anlatmıyorum aslında. Ama anlattığım insanları muhakkak seviyorum. 

Size göre öykü yazmak sadece bir dil ve sanat işi midir? Yavuz Ahmet neden yazar?

Okuduğumuz metin, bir hikâye yahut romansa en büyük hizmeti yazıldığı dile yapar. Yazarın, bu gerçeğin bilincinde olması ve yaşayan dili, en doğru şekilde kullanması gerekir. Elbette sanatsal bir yaklaşım sergileyecek. Yoksa anlatılanın, herhangi bir gazete haberinden ne farkı kalır ki? 

Ben niçin yazıyorum? Tek bir sebepten: Çünkü yazmayı seviyorum. Yazmak bir yalnız dövüşüdür. Geceler boyu sadece kendinizle dövüşürsünüz. Ben kendimi, daima edebiyat işçisi ve hayat şartları gereği mecburen edebiyat memuru kabul ederim. Edebiyatın tüccarlığına ise ne mutlu ki şimdiye dek hiç tenezzül etmedim.